gurup vakti
  Din ve Devlet iliskileri -Teokrasi ve Laiklik
 

 

 Din ve Devlet İlişkileri

TEOKRASİ VE LAİKLİK

Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır

  ÖNSÖZ

Her şeyimizi Allah’a borçluyuz, kimse onun verdiğinden fazlasına sahip olamaz. "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi  Allah’ındır." (Bakara 2/255) Buna her insan inanır ve inancını bir şekilde ifade eder.

Putlara tapanlar da buna inanır. Bunlar putları, Allah'a yakın saydıkları bir kısım ruhanilerin simgesi olarak görür ve onlara, kendilerini Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye taparlar. Ama bu inanç akla aykırıdır. Hayallere ve efsanelere dayanır. Doğruluğunu kanıtlayacak bir tek bilgi ve belge yoktur. Bu şirktir.

Günümüzde tanrıtanımaz diye adlandırılan ateistler de aslında Allah'a inanır­lar. Adına ister Doğa, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, bütün varlıkları yaratan ve ev­renin tek hakimi olan Allah'ı inkar mümkün olmadığından tanrıta­nımaz, baba­sını tanımazlık eden kişiye benzer. O, sıkışık zamanında nasıl ba­basını ararsa bu da dara düşünce Allah'a sığınır. Aslında bunlar, Allah'ın kendi­lerine her şey vermesini ama emir vermemesini isterler.

Bazı kimseler de Allah'ın emir vermesini kabul ederler. Ama onları sınıflara ayı­rır, kimini uygun bulur, kimini de uygun görmezler. Bunların durumu, Kur'anda yer alan şekliyle, Şeytan'ın durumuna benzer. Şeytan'ın o hale gelmesi, Allah'ın bir tek emrini uygun görmemesi ile başlamıştır. Yoksa o Allah'a, ahiret gününe ve inanılması gereken bir çok şeye inanır.

İnanç, insanın bütün ilişkilerini etkiler. İster özel alanda olsun, ister kamu alanında olsun, her yerde etkisini gösterir. Fakat insan bir inançta kalmayabilir. Ama inancı değişti diye yaşadığı bir toplumdan çıkıp bir başka topluma geçemez. Bu sebeple her toplum, değişik inanç sahiplerine katlanmaya hazır olmalıdır. Ulaşım ve haberleşmenin geliştiği, bir çok kimsenin doğup büyüdüğü toplumu terkedip başka yerlere göç ettiği çağımızda, kendimiz gibi inanmayanlara katlanmak, kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştır. Çünkü köyünden kentinden ayrılıp başka yerlere gidenler inançlarıyla birlikte gitmektedirler.

Mantıklı düşünen her insan, hiç kimseyi kendi gibi inanmaya zorlayamayacağını anlar ama insanların çoğu mantıklı hareket etmezler. Bu sebeple de inanç farklılıkları, düzinelerce probleme yol açar.

Toplumlara doğru görüşlerin egemen olması gerekir. Bu konuda doğru görüş, insanların inandıkları gibi yaşamalarına imkan vermektir. Ne yazık ki, etkili ve yetkili mevkide olanlar, doğruların değil, gücün egemen olmasına daha çok önem verirler. Bu da zulümlere ve haksızlıklara yol açar.

Doğruların yerine gücün egemen olmasını isteyenler, aslında insanların kendilerine köle olmasını istemiş olurlar. Onlardan kimi bu konuda maddi gü­cünü, kimi devlet gücünü, kimi de dini kullanır. Bu sebeple hürriyetler konusu, ta­rih boyunca insanlığın en önemli konu­su olmuştur. Hürriyet mücadelesine soyu­nan nicelerinin, etkili ve yetkili bir konuma gelince kendinden başkasına hürriyet tanımadığı çokca görülen bir gerçektir.

İlahi dinler, inançlara baskı yapmayı kesinlikle reddederler. Pey­gamberler hep bunun mücadelesini vermişlerdir. Onlar insanı, insana köle  ol­maktan kurtar­maya ve Allah’tan başkasına köle olmamalarını sağlamaya çalış­mışlardır. Bütün pey­gamberlerin ortak isteği, insanların Allah’tan başkasına iba­det etmemesidir. “İbadet” sözlükte kulluk ve kölelik, yani kayıtsız şartsız boyun eğme anlamına ge­lir. Allah'tan başkasına ibadet etmemek, ondan başka kim­seye kayıtsız şartsız boyun eğmemek demektir. Ama dini, bir baskı aracı olarak kullanmak isteyenler, öncelikle onu, peygamberlerin gösterdiği çizgiden saptırıp tanınmaz hale getir­mek zorunda kalmışlardır.

Bunlar dini, kişisel olmaktan çıkarıp kurumsal hale getirmişler, insanları dine kabul ve dinden çıkarma işlemlerini törene bağlayarak inançları da kendi emirleri altına sokmuşlardır. Bir yandan da bu kurum sayesinde devlete hakim olma ve Allah adına devleti yönetme imkanına kavuşmuşlardır. Yönetime Allah adına el koyunca devletin bütün nimetlerinden yararlanmış ama verdikleri ekonomik ve sosyal sıkıntılardan, yaptıkları zulüm ve baskılardan Allah'ı sorumlu tutmuşlardır. Kimse Allah'a hesap soramayacağından kendileri sorumsuz bir mevkide bulun­muşlardır. İşte bu teokrasidir. Buna uygun teşkilatlanma hırıstiyanlarda vardır. Teokrasi, devletin kilisenin emrine girmesinin adıdır. Bunun kabul edilebilir bir ta­rafı yoktur. Onun için teokrasiye karşı verilen mücadele haklı bir mücadeledir. Laiklik bu mücadelenin adı olmuştur.

Teokrasiye başkaldırının simgesi olan laiklik, zamanla inançlara baskının aracı haline getirilmiştir. İnsanları kendilerine köle etme hırsı içinde olanlar şimdi, ya dini ya da laikliği kullanarak hürriyetleri ortadan kaldımaya çalışmaktadırlar.

Kiliseye benzer bir dini kurumu müslümanlıkta oluşturmak mümkün olmamış­tır. Kur'an'ın varlığı buna en büyük engeldir. Kur'an din ve devlet ilişkilerinin ideal prensiplerini ortaya koymuştur. Duygusal davranmayan herkes onları kabul eder. Bu çalışma ile biz, Kur'an ışığında din ve devlet ilişkilerinin nasıl olması gerekti­ğini araştırdık. Çünkü Kur'an Allah'ın son kitabıdır ve hiç bozulmadan bize kadar gelmiştir. Sonra da teokrasi ve laiklik konusunu ele aldık. Onu da Kitab-ı Mukaddes'e ve Kur'an'a göre açıklamaya çalıştık.

Konuyu, aşırılığa kaçmadan işlemek ana gayemiz olmuştur. İnsanlar üzerinde hakim olmak için dini kullananlarla laikliği kullananların açmazlarını kısa ve özlü biçimde tespite gayret ettik.

Burada doğruları göstermek istedik. Doğruları aslında herkes bü­yük ölçüde bilir ama onları uygulamak çoğu kimsenin hesabına gelmez. Bunu iyi biliyoruz. Biz eğer insaflı hareket edebilen kişilere faydalı olabilirsek kendimizi başarılı sayacağız. Böylelerinin sayısı da çok az olur. Gayret bizden başarı Allah'tandır.


KİTAB-I MUKADDES'E VE KUR'AN'A GÖRE

 

TEOKRASİ VE LAİKLİK

 

 


1- KİTAB-I MUKADDES VE TEOKRASİ

63. Teokrasi, theos (tanrı) ve kra­tein (hükmetme) sözlerinden olu­şan birle­şik bir ke­li­medir. Hakimiyeti Tanrıya, ya da Tanrı iradesine da­yandı­ran yö­netim­ler için kul­lanılır. Buna göre krala ve hü­kümet­lere itaat Tanrı'ya itaattir. Onlara karşı gel­mek Tanrı'ya karşı gel­mektir. Çünkü kral, hükü­met­ler ve vali­ler Tanrı tarafından belir­le­nir ve onun tarafından göreve ge­tirilir­ler.

Bunun Kitab-ı mukaddes'te da­ya­nağı var­dır. Ama Kur'an böyle bir yö­netimi kabul et­mez.

A-  İLGİLİ METİNLER

64. Kitab-ı mukaddes, Ahd-i atîk ve Ahd-i cedîd­den oluşur. Tevrat'a Ahd-i atîk, İncil'e de Ahd-i ce­dîd denir.

65. İncil'de teokrasiyi öngö­ren me­tin­ler vardır. Tevrat'ta ise bu an­lama ge­lebile­cek bir ifade yer alır. Tevrat'ın ifa­desi şöyledir:

Süleyman dedi ki, "Ey oğlum Rab'den ve kraldan kork. İhtilalcilere ka­rışma."

İncil, iki yerde teokrasiyi açıkça em­re­der. Bu me­tinler Pavlos'un ve Petrus'un mektup­larında yer alır.

a- Pavlos'un Romalılar'a mektubu

66. Pavlos  mektubunda şöyledir:

 

"Herkes emri altında bulunduğu hü­kümet­lere boyun eğ­sin. Zira Allah tara­fından ve­rilmemiş bir yetki yoktur. Mevcut hü­kümet­ler Allah tarafın­dan atanmıştır. Bunun için hükümete karşı gelen Allah'ın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler kendilerini sorum­lu­luk altına sokacaklardır. Çünkü hü­küm­dar­lar iyi işler için değil, sa­dece kötü işler için korkuturlar. Hükümetden korkma­mak ister mi­sin? Öyleyse iyi olanı yap, o za­man onun tarafından övülürsün. Çünkü o Allah tarafından, senin iyiliğin için  görev­lendirilmiştir. Ama eğer kötü olanı ya­parsan kork, çünkü kılıcı boş yere ta­şı­mıyor. Zira o Allah'ın hizmetin­dedir, kötü­lük işleyene olan öfke­den dolayı in­tikam alır. Bu sebeple yalnız kor­ku­dan değil, gönülden bir bağlı­lıkla da ona ba­ğımlı olmak gere­kir".

b- Petrus'un 1. mektubu

67. Petrus'un 1. Mektub'unda şu ifa­de­ler geçer:

"İmdi insanlar tarafından kuru­lan her düzene Rabb için bağımlı olun. Gerek başta bulunan kişi ol­ması nede­niyle krala, gerekse vali­lere boyun eğin. Çünkü onlar, O'nun ta­rafından, suçlu­ları ceza­lan­dırsınlar ve iyi iş yapanları öv­sün­ler diye gönderilmişlerdir. Zira Allah'ın is­te­diği şudur: Hür kişiler gibi yaşa­yın, ama hürriyetinizi şerre örtü yap­ma­yın. Ancak Allah'ın kulları gibi olup iyi­lik yapa­rak cahil kişi­le­rin ca­hilliğini sustu­run. Herkese saygı göste­rin. Kardeşleri se­vin. Tanrı'dan kor­kun. Krala saygı gös­te­rin."


 

B- TEOKRASİ İLE İLGİLİ YORUMLAR  

68. Hırıstiyan düşünürlerden Jean Calvin ve Stephanus Junıus Brutus'a göre Hırıstiyanlık teokra­siyi emretmek­te­dir.

a- Jean Calvin'in  yorumları

69. Calvin Kitab-ı mukaddes'in yu­ka­rı­daki ifadelerini şöyle yo­rumla­makta­dır:

"Petrus, "krala saygı gösterin." ve Süleyman, "Oğlum Tanrı'dan ve kral­dan kork." dediği zaman biz­den bir şey is­ti­yor. Çünkü birin­cisi, saygı terimi ardında içten ve ger­çek bir hürmeti kastediyor, ikincisi, kralı Tanrı'yla bir­likte ana­rak kralın bir çeşit kutsal yü­celik ve değerle donatıl­mış ol­duğunu gösteriyor.

Pavlos'un önemli buyruğunu da unut­ma­malıyız. Onun,"Bu se­beple yalnız kor­kudan değil, gönülden bir bağ­lılıkla da ona bağımlı olmak ge­re­kir." sözüyle an­latmak is­tediği, prens­lere ve yöneticilere olan itaatin sadece korku­dan değil, bu­nun aynı zamanda Tanrı'ya itaat olduğu biline­rek yapıl­ması ge­reğidir. Çünkü prenslerin ve yö­neticilerin iktidarı Tanrı'dan gelir...

Pavlos der ki, "Herkes emri al­tında bu­lun­duğu hükümet­lere bo­yun eğsin." Şu halde her kim hükümete karşı ge­lirse Tanrı'nın dü­zenine karşı gelmiş olur.

 

70. Şu hususta kimse kendini al­dat­ma­sın, Tanrı'ya karşı gel­meksi­zin yö­netici­lere karşı çıkamayız. Çünkü si­lahsız bir yönetici ceza­landırama­ya­cağı için kü­çümsense de Tanrı si­lahlı­dır ve bu kü­çüm­seyişin intikamını derhal alacaktır. 

İtaat kavramı altında şu unsur­ları gö­rü­yorum: Fertler kamu ile ilgili ko­nu­larda kendilerini yetkili gör­memeli, dev­let işle­rine karışma­malı, yöneticile­rin yetkisine gi­ren işlere bu­runlarını sokma­malı ve genel olarak kamuyu il­gi­lendi­ren herhangi bir girişime kal­kışmama­lıdırlar. Kamu düze­ninde dü­zel­til­mesi gerekli olan bir bozukluk varsa kar­gaşa çıkar­mamalı, elleri­nin bağlı olduğu bir işe kendilerini sokma­malı­dır­lar. Bu alanda eli kolu bağlı olma­yan tek kişi yö­netici­dir. Demek is­tediğim, kendile­rine emir verilme­den hiç bir işe kalkışma­sın­lar. Çünkü eğer yönetici emir vere­cek olursa on­lar da kamu otori­tesi ile yetkilendiril­miş olurlar...

71. Kamu yararına uygun yöne­ten­ler, Tanrı'nın hakimi­yetinin ger­çek ör­nek­le­ri­dir. Adaletsizce ve dikta­törce hük­meden­ler de yine Tanrı ta­rafından in­sanları gü­nah­karlıkla­rından dolayı ce­za­landırmak için görevlendirilmişler­dir. Yine de on­larda ya­sal gücü Tanrı'dan aldık­larını gösteren o kut­sal haşmet vardır...

Bütün şereften yoksun, en kötü ka­rak­terli bir kimse bile eğer kamu yetki­sine sa­hipse, Tanrı'nın kendi buyrultu­suyla adaletinin ve yargı­sının bakanla­rına ha­vale et­tiği o gör­kemli, kutsal ik­tidarla do­natıl­mıştır ve do­la­yısıyla halkına itaati bakımından kralların en iyisi kadar şerefe ve saygı görmeye la­yıktır.

Karakterleri ne olursa olsun, bu say­gıyı, hatta bu din­darca bağlı­lığı bütün yöne­ti­ci­lerimize sonuna ka­dar göster­mek zo­runda­yız. Bunu sık sık tekrar ediyorum ki, kişileri kendi başlarına ele alma­mayı öğ­renelim; Tanrı'nın buyrul­tusuyla kişi­likle­rinde sar­sılmaz bir haşme­tin yazılı ve ka­zınmış ol­ma­sını ye­terli sayalım...

72. Kötülükleri tedavi etmek üs­tü­müze düşmez. Bize dü­şen tek şey, bü­tün kralla­rın yürek ve meyil­leri elinde olan Tanrı'nın yardımını is­temektir... Tanrı'nın önünde onun kut­sadıklarını öpme­yen, yargılanan boynu bükükleri ezmek için ada­letsiz yasalar çıka­ran, yok­sul in­sanlara zulüm, dul kadın­lara hak­sızlık, öksüzlere ezi­yet eden, yer­yü­zünün bü­tün kralları ve yargıçları so­nunda yer­lerin­den düşecek ve ezile­cek­lerdir."

b- Stephanus Junıus Brutus'un yo­rum­ları

73. Brutus bu konuda şöyle der: Kutsal Kitap, Tanrı'nın kendi sul­ta­sıyla, kralla­rın ise tanrı'dan aldık­ları sultaya da­ya­narak hükmettik­lerini, asıl egemenliğin Tanrı'da bulundu­ğunu, kralların onun dele­geleri ol­duk­larını söyler.

Kral makamını, Krallar Kralı efen­dimiz Tanrı'dan, kendi halkına adalet dağıt­mak ve onları bütün düşmanla­rına karşı korumak ama­cıyla alır..

Kralların taç giymesinde iki türlü söz­leşme olduğunu oku­yoruz: Biri hal­kın Tanrı'nın halkı olması için Tanrı'yla kral ve halk arasında, ikin­cisi, halkın sada­katla itaat, kra­lın da ada­letle hükümdar­lık et­mesi için kralla halk arasında­dır."


C- KİLİSE VE TEOKRASİ

74. Kilise, teokratik sistemin en te­mel ku­rumudur. Çünkü bu sis­temde kralı, hükümet­leri ve valileri belirleyen ve gö­reve getire­nin Tanrı olduğuna inanı­lır. Hırıstiyanlara göre Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsü­dür. Oğul İsa'dır."Gökte ve yeryüzünde bütün ik­tidar ona veril­miş­tir."  İsa adına ha­reket etme ve ka­rar verme yetkisi ise kiliseye ait­tir. İsa ki­li­sede hazır bulu­nur. Çünkü kilise onun manevi varlığı ile bü­tünleş­miştir. Kutsal Ruh ise kili­seyi Allah'ın yani Baba'nın nimeti ve armağanlarıyle dol­durur ve hata­lar­dan korur.

 

75. Matta İncil'ine göre Hz. İsa çar­mıha gerilip defne­dildikten üç gün sonra kab­rin­den çıkmış, Galile'de 11 ha­varisine gö­rün­müş ve şöyle demiş­tir:"Gökte ve yer­yü­zünde bütün iktidar bana ve­rilmiş­tir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğ­renci ya­pın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaf­tiz edin. Sizlere buyurduğum her şeyi tut­mala­rını onlara öğ­retin. İşte dün­yanın so­nuna kadar ben her an siz­lerle bera­be­rim."

Bu, kiliseyi hırıstiyanlar yanında güçlü bir hale getirmiş­tir. Hatta bir kimsenin hı­rıstiyanlığa kabulü de kili­senin onayı ile olur. Bunun için vaftiz gerekir. Vaftiz, Yunanca suya batırmak demektir. Bir Hırıstiyanlık terimi ola­rak İsa'nın manevi vücu­duyla birleş­meyi ve Kutsal Ruh'la yeni­den doğ­mayı ifade eder. Vaftiz, hırıs­tiyan ol­manın ilk şar­tıdır. Bir kiliseden diğe­rine geçmek de vaftizle olur.

76. Hırıstiyan dünyasında en çok men­subu bulunan mezhep Katolik Mezhebidir. Bu mezhep kendini Petrus'a bağlar. Ruhanî reis Papadır. Papa, İsa'nın vekili ve Petrus'un halefi­dir. Papa yanıl­maz bir otorite, kilise ise ev­renseldir. Kilise dışında kurtuluş yoktur. Roma, di­ğer kilise­lerin ruhanî merke­zidir ve hep­sinden üstündür. Kilise, Kutsal Ruh tara­fından sevk ve idare edilir. Kutsal Ruh Baba ve Oğul'dan çıkar. İncil'in yorumu ki­lise eliyle olur.

77. Teokratik düzende kralı, hü­kü­met­leri ve valileri belir­leme ve gö­reve getirme yet­kisi kiliseye ait­tir. Çünkü kilise Tanrı adına hare­ket eder ve ona ait olan yet­kiyi kul­lanır. Fakat ki­lise bu konuda bir so­rumluluk üst­lenmez. Zaten Kutsal Ruh'un kiliseyi hata­lar­dan ko­ruduğu inancı onlara sorum­lu­luk yüklemeye en­geldir.

78. Buna göre teokrasiyi şöyle tarif et­mek gerekir: "Teokrasi, ha­kimi­yeti ki­lise­nin ira­desine bırakan yö­netim bi­çimidir. Bu sis­temde kralı, hükümetleri ve valileri belir­le­yen ve göreve getiren kilisedir."


 

2- KUR'AN VE TEOKRASI

79. Kur'an'da devlet başkanı, yö­ne­ti­ciler ve yönetim sistemiyle ilgili özel bir hü­küm yoktur. Bu konuda Hz. Muhammed'den de bir emir ve tavsiye gelmemiştir. Bu, yö­netici­lere bir kutsal­lık verilmediğini on­ların hiç bir ko­nuda do­kunulmaz sayılamadığını gös­te­rir. Teok­rasi bu anlayışa zıt olarak Allah'ın yet­ki­si­nin bir kuruma devri veya onunla pay­laşılması an­lamına geldiği için bu yetkiyi kullananların sorumsuz, kutsal ve doku­nul­maz ol­masını ge­rektirir. Kur'an'a göre böyle bir dav­ranış şirktir. Allah Teâlâ şöyle bu­yu­rur:

"De ki: Çocuk edinmemiş olan, ha­ki­miyette ortağı bu­lun­mayan, acizlik­ten ötürü bir dosta ihtiyacı olma­yan Allah'a hamdolsun." O'nu bü­yükle­dikçe bü­yükle."  (İsra 17/111)

Kur'an'a göre Peygamberler bile yap­tı­ğından sorumlu­dur. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

 

"Kendilerine elci gönderilenleri ke­sinkes sorguya çeke­ceğiz. O elçileri de kesinkes sor­guya çekeceğiz.

 

Yaptıklarını kendilerine bir bir anla­ta­cağız , çünkü uzakta değiliz.

 

O gün tartı  yapılacağı doğrudur. Kimin tartıları ağır ge­lirse, işte  böyle­leri  başarmış olacaklardır.

 

Kimin tartıları az gelirse böyleleri  de ayetleri­mize karşı haksız dav­ranış­ları se­be­biyle kendilerini kay­betmiş olacak­lardı.r. (Araf 7/6-9)

Teokrasi de yöneticilerin za­lim­liği, on­la­rın suçu değil, Allah'ın in­sanları ceza­lan­dırması sayılır. Halbuki Allah za­lim­lerden uzak durmayı emreder. O, şöyle buyurur:

Siz, zalimlik yapanlara yönel­meyin, yoksa o ateş size de doku­nur. Allah'tan başka size velilik ya­pacak kimse yok­tur; sonra, yardım da göremezsiniz. (Hud 11/113)

Haksızlık yapan kim olursa ol­sun, hak­sız­lığa uğrayanın yanında olmak gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

 

Her kim, zulme uğradıktan sonra hak­kını alacak olsa ona karşı dur­ma­nın bir  yolu yoktur.

Asıl yol, İnsanlara zulmedenlere, yeryü­zünde haksız yere taşkınlık eden­lere karşı bulunmalıdır. Onların payına düşen elemli bir azaptır.  (Şurâ 42/41-42)

Kendi kötü davranışlarını Allah'ın onay­ladığını, sadece Allah'a ortak ko­şan­lar söyler. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

"Eş koşanlar dediler ki: "Eğer Allah dile­seydi onun dı­şında hiçbir şeye kul­luk et­mezdik. Bunu ne biz ve ne de ba­balarımız ya­pardı. O'nun buyruğu ol­madan bir ya­sak da koymazdık." Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Elçilere düşen açıktan açığa bil­dirmek­ten başka ne olabilir ki?" (Nahl 16/35)

Teokrasi, Allah'a boyun eğer gibi yö­ne­ticilere boyun eğmeyi is­ter. Onlara itaat Allah'a itaat, on­lara muhalefet Allah'a karşı gelmek sayılır. Kur'an bunu da şirk sayar. Çünkü onların Allah'ın emrine ay­kırı istek­lerine bo­yun eğen, o ko­nuda on­ları Allah'ın ye­rine koymuş olur. Şirk yani Allah'ın yet­kisini pay­laşmaya veya pay­laştırmaya kalkama, ba­ğışlanmaz bir günahtır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

"Allah kendine ortak koşulmasını bağış­la­maz, bunun al­tında olanı dile­diği kimse için bağışlar." (Nisa 4/48)

 

A- YÖNETİMLE İLGİLİ KURALLAR

80. Kur'an'ın devlet yönetimi ile ilgili ku­ralları evrensel­dir. Bunlar her türlü re­jimde savunulabilir. Onların yokluğu hu­zursuz­luğa ve kargaşaya yol açar. Onlara doğru­dan karşı çıkmak insanı güç du­ruma sokar. Bu kural­lara uyan her sis­tem, ideal bir devlet sistemi ha­line gelir. Şimdi bun­lardan bir ka­çını teokrasi ile mukayeseli ola­rak gö­relim.

a- Adalet

81. Kur'an, bir ön şart koy­maksı­zın adil olmayı emre­der. Bu se­beple yöne­ticiler, din, ırk, yaş, cin­siyet ve sos­yal konum vs. ayırımı yap­maksı­zın her­kese adil davran­makla yü­kümlüdür. Bu konudaki emirler kesindir.

Allah şüphesiz adaleti, iyilik yap­mayı, yakınlara bak­mayı emre­der; ha­yasızlığı, fe­nalığı ve haddi aşmayı ya­sak eder. Belki tu­tarsınız diye size öğüt verir. (Nahl 16/90)

82. Allah zorbalara boyun eğ­meyen­leri ödüllendireceğini bil­dirmek­tedir.

Zorbalardan, onlara içtenlikle boyun eğ­mekten kaçı­nıp Allah'a yöne­lenler varya, İşte bu müjde onlaradır. Kullarımı müjdele. (Zümer 39/17)

83. Teokraside adalet olmaz. Çünkü bu sis­temde kamu yararına uygun yö­neten­ler Tanrı'nın haki­miyetinin ger­çek ör­nek­le­ri, adalet­sizce ve diktatörce yönetenler de Tanrı ta­rafından in­san­ları günah­kar­lıklarından dolayı ceza­landır­mak için gö­revlendirilmiş kişiler olarak algılanırlar. Böyle bir yöne­timde adalet aramak bo­şuna olur.

b- Hürriyet

84. Dinin hür iradeyle seçilmesi Allah'ın değişmez ya­sası­dır. Bu se­beple bütün pey­gamberler hürriyet konusu üs­tünde ti­tizlikle durmuş­lardır. İnsanlara; "Allah'tan başka­sına ibadet etmeyin" deme­leri­nin anlamı bu­dur. Çünkü İbadet söz­lükte taat anlamına ge­lir. Taat bo­yun eğmek demek­tir, daha çok “emre uymak ve izinden gitmek.” an­lamında kullanı­lır. Türkçede buna kulluk ve köle­lik de­nir.

"Allah'tan başkasına ibadet et­me­yin" de­mek, Allah'tan başkasına kul-köle ol­mayın, demektir. Bu se­beple te­okra­tik sis­tem, pey­gam­ber­lerin bu or­tak isteklerine aykırı­dır. Çünkü bu sis­tem insanları yö­netici­lere köle etmek­tedir.

Burada inanç ve ibadet hürriyeti ile inandığı gibi yaşama hürriyeti, özel önem kazanmaktadır.

(1) - İnanç ve ibadet hürriyeti

85. Dinin özü imandır. İmanın te­meli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdik­tir. Kalpteki tas­diki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür olduğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya in­kara zorlanamaz. Çünkü bu, insan fıtratına aykırıdır. Allah Teâlâ şöyle buyu­ruyor:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ay­rıl­mıştır. Bundan böyle kim zor­ba­ları tanımaz da Allah'a ina­nırsa kop­mak bilme­yen sağlam bir kulpa yapış­mış olur. Allah işitendir, bi­len­dir.” (Bakara 2/256)

86. İnsanlar ibadete de zorlana­maz. Çünkü ibadet için ni­yet ge­rekir. Niyet, bir şeye iç­ten karar vermek­tir. “Ameller ni­yetlere gö­redir." Bir ibadetin ne mak­satla ya­pıldı­ğını, tam olarak bir o ibadeti yapan bir de Allah bilir. Niyetsiz ibadet yapı­lamadığından zorla iba­det olmaz. Birisine zorla namaz kıl­dırılabilir ama niyet et­mezse na­maz kılma­mış, bo­şuna yatmış kalkmış olur. Bu da bir şeye ya­ramaz.

87. Müslüman ol­mak için bir törene ge­rek yok­tur. İnanılması gereken şeylere içten inanan ve Kur'an'a uymayı kabul eden herkes müslüman olur. Ama hırıs­ti­yanlıkta dine kabul, vaf­tizle olur. Bu tören hırıstiyanı, papazların manevi bas­kısı altında sokar. İnsanları dine ka­bul yetkisini Allah Hz. Muhammed'e bile vermemiş­tir. O, şöyle buyurur:

"Sen, sevdiğini yola geti­remez­sin, ama Allah, di­lediğini yola geti­rir. Yola gele­cek­leri en iyi o bilir."  (Kasas 28/56)

(2) - İnandığı gibi yaşama hürri­yeti

88. İnanç bir kalp işi olduğu için inanç hürriyetini tanı­manın veya ta­nımama­nın bir anlamı yoktur. Ancak din hürri­yetinden bahsedi­lebilir. Din deyince, o dinin bütün emir ve yasak­ları anlaşılır. Bunun daha açık ifadesi, inandığı gibi ya­şama hür­riyetidir.

89. Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik bo­yutta değil, adalet boyu­tunda olur. Müslümanların devlet ge­lene­ğinde, in­sanların inandığı gibi ya­şamaları sağlanmış ve inançlara ha­karet fırsatı ve­rilmemiştir. Mesela Osmanlı, mey­hane aç­mayı ve do­muz yetiştirmeyi müslüman kesime yasak­larken hırıstıyanlara serbest bırakmış­tır. Çünkü onla­rın inançla­rına göre bunlar günah değildir.

 

Bu anlayış, İspanya'dan kaçan ya­hudi­lere kucak aç­mamıza ve on­lara huzurlu bir hayat sağlama­mıza sebep olmuştur. Onlar bunun hatırasına Türkiye'de 500. Yıl Vakfı'nı kur­muşlar­dır.  

 

 

c- Aklı kullanmak

90. Akıl insanı hayvandan ayırır. İnsan arzularını diz­ginleyebi­lirse güzel şeyler olur. Arzular öne çıkarsa düşün­celer, ba­kış­lar ve anlayışlar değişir.

91. Kur'an daima aklı kullanmaya çağı­rır. Kur'an'da akıl () keli­mesi geçmez onun yerine 16 yerde lübb'ün () çoğulu olan  elbâb () ge­çer. Lübb, lekesiz saf akıl an­lamına gelir. Çünkü şart­lanmış, menfaat­lerinin ve bek­lenti­lerinin esiri olmuş kişiler de akıllıdır ama onlar akıl­larını gereği gibi kulla­na­mazlar. Kullansalar bile çı­kan so­nuca güven du­yup bağla­namazlar. Onların akılları le­keli ve bula­nıktır. Öncelikle aklı, arzula­rın esiri ol­maktan kur­tarmak gerekir.

Kur'an'da akıl kö­künden tü­re­til­miş olup aklı kullanma an­lamındaki keli­me­ler 48 yerde ge­çer. Bunlardan biri şöyle­dir:

"Allah pisliği akıllarını kullanma­yanla­rın üstüne bırakır." (Yunus 10/100)

92. Teokratik sistem, vatandaşın ak­lını kullanmamasını ve bir şeye ka­rış­mama­sını ister. Jean Calvin'in şu ifa­deleri bunu açık bir şekilde göste­rmek­tedir:

"Fertler kamu ile ilgili konularda ken­di­lerini yetkili görme­meli, dev­let iş­le­rine ka­rışmamalı, yönetici­le­rin yetki­sine gi­ren iş­lere bu­run­larını sokmamalı ve genel olarak ka­muyu ilgi­lendiren herhangi bir gi­rişime kalkışmamalıdır­lar. Kamu dü­ze­ninde düzel­tilmesi ge­rekli olan bir bozuk­luk varsa kar­gaşa çıkarmamalı, ellerinin bağlı ol­duğu bir işe kendilerini sok­mama­lıdır­lar. Bu alanda eli kolu bağlı olmayan tek kişi yöne­ticidir.

Buna karşılık Kur'an, insanın et­ra­fında olup bitenlerle ilgi­lenme­sini, yanlış dav­ra­nışlara karşı çık­masını is­ter. Kur'an'da, İsrailoğullarından inkar edenlerin, Hz. Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle la­netlendikleri ve bu­nun se­bep­lerinden biri­nin şu olduğu açıklanır:

"Onlar birbirlerinin işledikleri fe­na­lık­lara engel ol­maz­lardı. Yapmış ol­dukları şey ne kötü idi!" (Maide 5/79)

Hz. Muhammed de şöyle der: "Sizden kim bir kötülük gö­rürse onu eliyle düzelt­sin. Buna gücü yet­mezse diliyle dü­zeltsin. Ona da gücü yet­mezse içten içe karşı çık­sın. Bu imanın en zayıf olanıdır."

d- Yalnız Allah'tan korkmak

93. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "in­san­lar­dan korkmayın, ben­den kor­kun, ayet­lerimi hiçbir değerle değiştirme­yin."  (Maide 5/44)

 

"Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl kork­ma­nız gereken Allah'tır."  (Tevbe 9/13)

Teokrasi, yöneticiden korkul­masını is­ter. Jean Calvin'in sözleri şöyledir: "Ülkenin ba­bası, halkının ço­banı, barı­şın koruyucusu, adale­tin başkanı, suç­suzların sa­vunu­cusu olan yö­neticinin gücünü ka­bul etmeyen kişi haklı ola­rak deli sayıl­malıdır." Demek ki bu sis­temde yöneti­ciden kork­mayan ve onun gücünü kabul etmeyen deli damgası yer.

e- Yanlışa karşı çıkmak

94. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"İçinizde iyiliğe çağıran bir öncü­ler grubu bulun­sun. Doğruyu em­retsin­ler ve uygunsuzluğa engel olsunlar. İşte böyle toplum­lar düz­lüğe çıkar­." (Al-i İmran 3/104)

Firavun Mısır'da güçlü bir krallık kur­muştu. Halkını köle yerine ko­yar, onlar da ona baş eğerlerdi. Allah bunu kına­mış ve  şöyle bu­yurmuştur:

 

"Musa'yı belgelerimizle ve açık bir yetki ile göndermiş­tik,

Firavun'a ve adamlarına... Ama on­lar Firavun'un buyru­ğuna uydu­lar; oysa Firavun'un buyruğu doğ­ruyu gös­termi­yordu."  (Hud 11/96-97)

Bir kişi, Hz. Muhammed'e sordu:

"- Hangi cihad daha değerlidir?

Dedi ki, "Zalim sultanın yanında söy­lenen doğru söz."

Teokrasi, yetkililerin zalimliğini Allah'ın halkı ceza­lan­dırması saya­rak kutsamaktadır. Böyle bir sistem zalim sultanın yanında söy­lenecek her doğru sözü yanlış sayar. Çünkü bu sistemde yetkililerin yaptığı her şey doğru, on­lara karşı çıkmak yanlıştır. Jean Calvin'in şöyle diyor:

".. Karakterleri ne olursa olsun, bu say­gıyı, hatta bu din­darca bağlı­lığı bü­tün yö­neticilerimize so­nuna kadar gös­ter­mek zo­run­dayız... Bundan itaatin adil yöne­ti­cilere gös­teri­leceği sonucunu çıkarıyor­sa­nız yan­lış dü­şünüyorsunuz.  ...Eğer bir vahşi ta­ra­fından zalimce iş­kence görür­sek, eğer haris ve lükse düş­kün biri ta­ra­fından doy­mak bil­mez bir şekilde so­yula­cak olursak, eğer bir tembel tarafından ihmal edilecek olur­sak, eğer kısa­cası doğ­ruluğumuz yü­zünden dine ve kutsal şey­lere saygısız olan bir prens ta­rafından eza görecek olur­sak ilk önce işle­diğimiz gü­nahları hatırlaya­lım, çünkü Tanrı, şüphe­sizdir ki karşımıza çıkan bu kö­tü­lük­lerle bizi cezalandırmaktadır. Böylelikle bo­yun eğiş bizi sabırsız­lığımızdan kurtaracak­tır. Ve düşü­nelim ki bu kötü­lük­leri te­davi et­mek bizim üs­tümüze düşmez. Bizim üs­tü­müze düşen tek şey, bütün kralla­rın yü­rek ve yön­seme­leri elinde olan Tanrı'nın yardımını istemektir."

95. Kur'an'a göre bir kimsenin etkili ve yetkili bir ma­kamda ol­ması onun doğru dav­rancağı anlamına gelmez. Yanlış dav­ranan kim olursa olsun, onun bu davra­nışı onayla­namaz.

Güçlü kral Firavun Hz. Musa'ya karşı hal­kına şöyle demişti:

 

" Ey kavmim! Mısır'ın hakimiyeti bende değil mi? Bu nehir­ler be­nim top­raklarımın içinde akmıyor mu? Görmez misi­niz?"

"Yoksa ben şundan, daha ne demek is­te­diğini bile açıklayama­yan şu alçak­tan iyi değil miyim?" (Zuhruf 43/51-52)

 

Firavun dedi: "Bırakın beni Musa'yı öl­dü­reyim; o da Rabbini ça­ğırsın baka­lım. Çünkü korkarım o, sizin dininizi değişti­rir veya bu toprakta karı­şıklık çıkarır."

Musa şöyle dedi: "İşte ben, be­nim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sı­ğı­nırım. Hesap gü­nüne inanmayan her kibir­linin şer­rinden." (Mümin 40/26-27)

Çünkü Hz. Musa, gere­ken her uyarıyı yapmış, ama Firavun bu uyarı­lara zul­münü artı­rarak ce­vap vermişti.

Bütün bunlar, siyasi çalışmalara ka­tılıp yanlış davranış­lara engel olmak için el­den ge­leni yapmayı zorunlu kı­lar. Ama teokratik sistem bunu ka­bul etmez.

 B- MEZHEP VE TARİKATLAR

Buraya kadar anlatılanlar sünni mez­hep­lerin görüşüdür. Ama şiilik ile tarikat­lar öyle değildir. İran'da şianın imamiye kolu yaygındır. Şimdi İran şi­ilerinin konu ile ilgili görüşleri ile tari­katların bazı gö­rüşle­rine bakalım.

a- İran benzeri İslam Cumhuri­yeti

96. İran'a hakim olan mezhep şiilik­tir. Bu mezhep dev­let başka­nının kim olacağı husu­sunda çıkan ihtilaftan doğ­muştur. Onlara göre imam, yani devlet başkanı Hz. Peygamber tarafın­dan tayin edil­miş olmalı ve bütün gü­nah­lar­dan arındırıl­mış bulun­malıdır. İlk şiiler bu şahsın Hz. Ali olduğu ko­nusunda itti­fak etmişlerdir. Onlara göre devlet başkanlığı siyasi değil dinî bir ma­kamdır. Onların imamlık, yani dev­let baş­kanlığı konusun­daki bazı gö­rüşleri şöyledir:

"İmamlık ancak Allah'tan nass (açık bir emir) ile, yahut o imam­dan önceki imamın onun imame­tini be­yaniyle ta­hakkuk eder. İnsanların seçmesiyle, is­te­mesiyle olmaz. İnsanlar di­lediklerini imam ola­rak tayin, yahud dilediklerini azil hak­kına sahip değil­lerdir."

Şia'nın konu ile ilgili inançları şöy­ledir:

"İmamın da peygamber gibi içte, dışta, gö­rünürde, gizli­likte, bütün kötü ve pis şeyler­den, doğumun­dan vefatına dek ma­sun (korunmuş) olduğuna ina­nıyoruz. İmam, ima­metten önce, sonra, soy boy şe­refi bakı­mından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötü­lükten, suçtan, ya­nılmadan, yanlış iş gör­meden, unutma­dan ve her türlü aşağılık şey­lerden ma­sundur."

97. İran'daki şiilerin, İmamın sıfat­ları ve bilgisi ile ilgili inançları şöyledir:

"İmamın peygamber gibi, yiğitlik, ke­rem, temizlik, ger­çeklik, adalet, ted­bir, hikmet ve bütün üstünlükler ve iyi huy­lar bakımın­dan halkın en seçkini olması gerekir ve buna inan­maktayız...

 

İmamın ilahî hükümlere, ilahî ma­arife, bütün bilgilere sahip ol­ması, pey­gamber, yahut kendisin­den önceki İmam vasıtay­la­dır. Yepyeni bir şey hakkında da imam, Allahu Talâ'nın ona ih­san ettiği kudsi kuv­vetle, ilham yoluyla ge­reği gibi hük­meder, o şeyi kün­hüyle anlar, bilir. Bir şeye yöne­lirse, onu bilmek dilerse, o şey hak­kında, an­cak ger­çeği bilir, ya­nılmaz, şüpheye düşmez, bu hu­susta aklî delil­lere, yahut belle­ten­lerin belletmesine ihti­yacı yok­tur. Bilgisi iktiza edince daha da derin­leşir. Daha da zi­yadele­şir..." 

"... İmamlardan hiçbiri bir mual­lime git­memiş, bir mü­rebbi­den bir şey öğren­me­miştir... Hiç biri bir hocadan ders gör­memiş, hiç biri bir mektebe, bir medre­seye git­me­miştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey sorulunca ona derhal en doğru cevabı ver­mede­ler. Dillerine bilmiyorum sözü gel­me­diği gibi cevap ver­mek için dü­şünme­leri yahut cevabı bir müddet sonraya tehir et­me­leri de vaki değildir..."

98. Şiilerin imamlara itaat konu­sunda inançları şöyledir:

"Onların buyrukları Allah'ın buy­ruk­la­rı­dır. Yasakları O'nun ya­sak­la­rıdır. Onlara itaat Allah'a itaattır. Onlara is­yan, Allah'a is­yandır. Onları seven Allah'ı sever. Onlara düşman olan Allah'a da düşman olur. Onların emir­lerini reddet­mek caiz değildir."

Bu görüşler teokrasi ile bağda­şır. Ehl-i sünnetin bunları kabul et­mesi müm­kün değildir. Şia'nın imamlar için söy­le­dikle­ri­nin ço­ğunu ehl-i sünnet pey­gamberler için dahi söy­lemez. Çünkü Kur'an'a göre Hz. Muhammed tıpkı bi­zim gibi bir in­sandır. Bizden farkı, Allah'ın Elçisi olma­sıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir in­sa­nım. Bana, sizin tanrını­zın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuş­mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin."  (Kehf 18/110)

99. Sünniler devlet başkanlığını si­yasi bir makam sa­yarlar. Bu se­beple devlet­le­rini, İslam adıyla değil, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kur­muşlardır. Dört ha­life döneminde dev­lete ad bile konmamış­tır. Sünniler, devlet baş­kanını sıradan bir insan sa­yar, ona olağanüstü kişilik vermezler. O da herkes gibi yanıla­bilir ve yanlış kararlara varabilir­.

Bir gün Halife Ömer min­berden şöyle ses­len­mişti: “Ey in­san­lar, ona salat ve se­lam ol­sun Muhammed'in gö­rüşü doğru idi. Çünkü Allah ona gerçeği gös­teri­yordu. Bizim gö­rü­şü­müz ise sa­dece zan ve so­rumlu­luk al­tına gir­mekten iba­ret­tir.”

Halife Ebûbekir bir ko­nuda Allah’ın ki­ta­bında ve Hz. Muhammed’in sün­ne­tinde bir şey bulamazsa kendi görü­şüne göre ic­ti­had eder ve şöyle derdi: “Bu benim gö­rüşüm­dür. Doğruysa Allah’tan, yanlışsa bendendir. Allah’ın beni bağışlama­sını di­le­rim.”

Halife Ömer bir ki­şiyle karşılaş­mış ve ne var ne yok, diye sor­muştu. O da Ali ve Zeyd şöyle bir hüküm verdiler de­mişti. Bunun üzerine Ömer; “Eğer ben olsaydım şu şe­kilde hükme­derdim.” dedi. Adam dedi ki;

“Senin hükmet­mene ne engel var, yetki senin elindedir.”  Ömer şöyle ce­vap verdi:

 

“Senin me­seleni Allah’ın Kita­bına ya da Allah'ın Elçisinin hük­müne dayan­dır­saydım bunu ya­pardım. Ama mese­leni gö­rüşe da­yandı­rıyorum, görüş be­lirtme hakkı or­tak­tır. Benim gö­rü­şüm Ali’nin ve Zeyd’in görü­şünü değersiz hale getir­mez.”  

b- Tarikatlar

100. Tarikatlar teşkilatlıdır. Onların tekke­leri ve zaviye­leri vardır. Her biri­nin bir ru­hâni reisi yani şeyhi bulunur. Onlara göre şeyh, kul ile Allah arasında bir vasıta, Allah'ın kaplarından bir ka­pı­dır. Tarikata giriş el alma (bey'at) de­nen bir iş­lemle ger­çekleşir. Böylece şeyh müridi Allah yo­lunda teslim al­mış sayı­lır. Kurtuluş için bir tari­kata girmek şart­tır. Şeyh pey­gamberin ve­kili ve ya­nılmaz bir otori­tedir. O müridin ma­nevi babasıdır.

101. Bunlar Kur'an'a açıkca aykırı şey­lerdir. Nasıl ger­çek İncil'in dı­şında oluşan Kilise, teokrasinin kaynağı ol­muşsa bizde de Kur'an'ın dışında olu­şan tarikatlar te­okra­tik düşünceye ze­min hazır­lamışlar­dır. Tarikatlar ta­ra­fından asırlarca işle­nen fikir­ler bugün tari­kat mensubu ol­mayan kişileri de sarmıştır.

Hiç bir tarikat kilise gibi teşkilat­lanmış değildir. Bugüne kadar bir tari­katın em­rine girmiş devlet de olma­mıştır. Kur'an var ol­duğu sü­rece bu­nun ger­çekleşmesi bekle­ne­mez. Tarikatlarla ilgili şikayet edi­lecek bir çok konu vardır. Bunlar, müs­lümanla­rın Kur'an ışı­ğında eğitilmesiyle orta­dan kalkar.


C- CAMİ VE TEOKRASİ

102. İslamda ruhban sınıfı yoktur. Camiler kilise teşki­latı gibi örgüt­len­me­miştir. Eskiden camide gö­revli imam ve müezzin bile bulun­mazdı. Cemaatten biri ezan okur, ehli­yetli biri de namaz kıldı­rırdı. Camilerin dü­zenli olarak açıl­ması, ezanın zamanında okunması, cami ba­kımlarının ya­pılıp eşya­sının ko­runması gibi ihtiyaçlar cami görev­lerinin ihdasına sebep ol­muştur. Cuma na­mazı için de durum ay­nı­dır. Ancak Cuma günü büyük bir cemaate namaz kıldır­mak ve on­lara hitabetmek bir çok kimsenin ilgisini çe­ke­ceği için bu konuda çekişme ve tar­tışma çıkabilir. Bunu göz önünde bu­lunduran Hanefî mezhebi, Cuma na­mazını ya o yerle­şim yerinin en yetkili kişisinin ya da onun tayin ede­ceği bir kişi­nin kıldırma­sını şart koşmuştur. Yoksa ibadet için toplaşan insan­lar birbirine girebilirler .

103. Bir kimsenin müslüman ol­ması tama­men kendi ka­rarına bağ­lıdır. Bunun için caminin veya bir dinî ku­ruluşun onayı aranmaz. Vaftize benzer bir törenin yapıl­ması da sözkonusu değildir. Çünkü İslamda ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına here­ket edebilir. Zaten Allah müslü­man ol­mayı öyle bir kaideye bağlamıştır ki, buna kimse ka­rışamaz. Çünkü dinin özü imandır. İmanın temeli de onu iç­ten kabul etmek, yani kalp ile tasdik­tir. Kalpteki tas­diki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sa­nın en hür ol­duğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorla­namaz. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ay­rıl­mıştır. Bundan böyle kim zor­ba­ları tanımaz da Allah'a ina­nırsa kop­mak bilme­yen sağlam bir kulpa yapış­mış olur. Allah işitendir, bi­len­dir.” (Bakara 2/256)

Kiliseye benzer bir teşkilatı ol­mayan, din adamlarını bi­rer ruhanî lider değil, sadece din konusunda toplumu aydın­la­tan ve onlara ör­nek olmaya çalışan kişi­ler olarak gö­ren bir dinin teokrasiyi kabul etmesi sözkonusu olamaz.


3- LAİKLİK

104. Laiklik, devletin dinî bir ku­ru­mun hakimiyetinde ol­maması demek­tir. Bu se­beple laiklik ile te­okrasi bir­bi­rine zıttır.

Kilisenin Tanrı adına hareket et­ti­ğine inanıldığından kralı, hü­kü­met­leri ve vali­leri belirlemede ve gö­reve getir­mede ki­lise kendini hep yetkili gör­müştür. Bugün ki­lise, seçilmiş kişilere yemin ettir­mekle bu yetkisini az da olsa sür­dürmek­tedir. Bu se­beple teok­ra­siye karşı mücadele kili­seyi devlet­ten uzak­laştırmakla başarıla­bilmiş­tir. Fransız tarihi bu konuda ve­ril­miş mü­cadele­lerle doludur. Bu ül­kede Kilisesinin devlet üzerindeki ege­menli­ğini kırma çabaları XIV. yüz­yıla kadar gi­der. Laiklik, gös­terilen bu çaba­lar sonucu or­taya çıkmıştır.

Fransızca'da dinî kuruluşların ha­kimi­ye­tinden bağımsız bir ku­ruma Laik (laic veya laique) de­nir. Fransa'da dinî kuru­luş de­yince akla ge­len Katolik Kilisesidir, dolayı­sıyle bu kilisenin hakimiye­tinde olmayan her kurum laiktir.

105. Laiklik mücadelesi dine karşı de­ğil, kiliseye karşı verilmiştir. Nitekim Fransa'da kurucu meclis üyeleri tara­fın­dan hazırlanan ve Ağustos 1789'da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 10. maddesi dü­şünce öz­gür­lüğünü, 11. mad­desi de ifade özgür­lü­ğünü düzen­li­yordu. Bu bildirge 1791 ta­rihli Fransız Ayasası'nın başlangıç bö­lümü oldu. Böylece bu anayasa, Katolik Kilisesinin imtiyazla­rına son vermeyi ve protestan, yahudi veya dinsiz olanların haklarını, özellikle vicdan hürriyeti adına her çeşit dinî te­zahürü eşit görmeyi he­defli­yordu. Çünkü teokratik sis­temde bir başka din mensu­buna hayat hakkı tanınamazdı. Bu hareket dine karşı ol­saydı, başarıl­dıktan sonra din öz­gürlüğü veril­mez, aksine bu öz­gürlük tü­müyle or­tadan kal­dırılırdı.

106. 1948'de Birleşmiş Milletler ta­ra­fın­dan kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de düşünce vic­dan ve din hür­riyeti konusunu karara bağlayarak te­ok­ra­sinin önünü iyice kesmeye ça­lıştı. Bu madde de dine de­ğil, ki­li­senin ha­kimiye­tine karşı­dır. Bu ha­reket, dinin sosyal alan­dan ve kamu alanından soyutlan­masına yönelik de değildir. Bu zaten dü­şünülemez. Dindar bir kişi, di­ninin em­rini bıra­ka­rak başka kişile­rin emrini ye­rine geti­remez. Eğer ye­rine getirmek zo­runda kalırsa ya giz­lice ya da açıktan buna karşı koyar. Bu da toplumda hu­zursuz­luk doğurur. Beyannamenin ilgili 18. maddesi şöyledir:

"Herkes düşünce, vicdan ve din öz­gür­lü­ğüne sahiptir; bu herkes için yal­nız ya da topluca, gerek kamu önünde ge­rekse özel olarak öğretimle, uygula­malarla, ta­pın­mayla ya da dinsel yü­kümlü­lükleri yerine getire­rek dinini ya da inan­cını or­taya koymak öz­gürlü­ğünü de içerir.

107. Bütün bu durumlara göre la­iklik, devletin dinî ku­rumların ha­kimiye­tin­den bağımsız hale gel­mesi de­mektir. Yani la­iklik devletin bir vasfıdır. Nitekim 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'nın 2. maddesi de bunu böyle belir­lemiştir. Madde aynen şöyledir:

 "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun hu­zuru, milli daya­nışma ve adalet an­layışı içinde, in­san haklarına saygılı, Atatürk mil­liyetçili­ğine bağlı, başlan­gıçta belirti­len temel il­ke­lere daya­nan, demokratik, lâik ve sos­yal bir hukuk Devletidir. "

Türkiye Cumhuriyeti'nin bir başka özel­liği de insan hak­larına saygılı ol­ma­sıdır. Anayasa'nın 24. maddesi her va­tandaşa vic­dan, dinî inanç ve ka­naat hürriyeti ta­nımış­tır. 26. mad­deyle de dü­şün­ceyi açıklama ve yayma hürriyeti ve­rilmiştir.

Konu Kur'an açısından değer­lendiri­lince, Kur'an'da din özgürlü­ğünün de­ğiş­mez esas­lara bağ­landığı görülür.

Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dün­ya­sındadır. İnsan bu­rada ala­bildiğine hür­dür. Bu sebeple hiçbir inanç insana zorla kabul ettirile­mez. Din hürriyeti­nin temi­natı Kur'an'dır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur :

“Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulu­nan­ların hepsi ina­nırdı. Öyle iken in­san­ları inanmaya sen mi zorlayacak­sın?” (Yunus 10/99)


4- DEĞERLENDİRME

108. Tevrat'ta teokrasinin delili diye gös­terilen söz Hz. Süleyman'a ait­tir. Elimizdeki Tevrat'a göre Hz. Süleyman Allah'ın elçisi değil, bir kraldır. Ama Kur'an Hz. Süleyman'ı Allah'ın elçisi sa­yar.

Tevrat'ta Hz. Süleyman'a ait ol­duğu bil­dirilen ifade şöyledir: "Ey oğ­lum Rab'den ve melik'ten kork. İhtilalcilere karışma." Kral'dan korkmak, onun zulmüne karşı ko­run­mak için olabilir. Çünkü bu, haksızlığa bir çeşit karşı koy­madır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de kâfir ve münafıklara karşı ko­runma ile ilgili ben­zer bir ifade vardır. Allah Teâlâ şöyle bu­yuruyor:

"Eğer sabırlı olur ve korunur­sa­nız onla­rın hileleri size bir zarar ver­mez."  (Al-i İmran 3/120) Korunma ihtiyacı kor­ku­dan doğar. Bu se­beple ayette, "ko­runma" diye ter­cüme et­tiğimiz ittikâ () kelimesi korku diye de tercüme edilmiş­tir.

"İhtilalcilere karışma" ifadesi de "boz­gun­culara karşıma" şeklinde yo­rumla­nırsa Hz. Süleyman'a ait olduğu ifade edilen bu söz, te­ok­rasinin delili  olmak­tan çıkar.

109. İncil'deki metinlere gelince; Pavlos'un ve Petrus'un mektup­la­rının İncil diye gösterilmesini Kur'an kabul edemez. Çünkü Kur'an'a göre İncil Allah'ın kitabı, Hz. İsa da elçisidir. Petrus ile Pavlos ise bi­rer hırısti­yandır. Petrus Hz. İsa'nın havari­lerinden­dir. Pavlos ise Kur'an'ın tanımla­dığı an­lamda bir havari değildir ama hırıs­ti­yanlar onu ha­varilerden sa­yarlarr. Hz. İsa'nın ha­varileri, Kur'an'a göre Hz. Muhammed'in sahabileri gibi­dir.

110. Tevrat, İncil ve Kur'an, Allah'ın söz­lerini içeren ki­taplardır. Bunlarda in­san sözü olmaz. Ama elimizdeki Tevrat ve İncil'e insan sözü karışmıştır. Bunun en açık delili Pavlos ve Petrus'un mektup­la­rıdır. Kur'an'da Allah'ın sözleri dı­şında tek bir söz yok­tur. Hz. Muhammed'in söz­leri Kur'an'ın dı­şındadır ve hadis adını alır. Havariler ise Hz. Ali ve Hz. Ebubekr gibidir. Ali ve Ebubekr'in sözle­rine sahabi sözü denir. Hz. Peygamber'in sözleri Kur'an sevi­yesinde kabul edilemez. Sahabinin sözü de peygamber sözü sevi­ye­sinda olamaz. Dolayısiyle Petrus ve Pavlos'un mek­tupları İncil'in bir parçası sayı­lamaz. Bunlar birer insan sö­züdür.

İncil'de Hz. İsa çarmıha gerilip def­ne­dil­dikten üç gün sonra kab­rinden çıktığı, Galile'de 11 havari­sine görüne­rek şöyle de­diği yazılı­dır:

 

"Gökte ve yeryüzünde bütün ik­tidar bana verilmiştir. Şimdi gidin, bütün ulus­ları öğ­renci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sizlere bu­yurduğum her şeyi tutmala­rını on­lara öğretin. İşte dünyanın so­nuna kadar ben her an sizlerle berabe­rim."

 Bu sözler kilisenin, güçlü ol­duğu za­man devletler üze­rinde hakimiyet kur­masına yol açmıştır.

Aynı İncil'in bir başka ifadesine göre Hz. İsa dünyaya ha­kimiyet kurmak için değil, hizmet etmek ve hayatını vermek için gel­miştir. Bu, bir önceki ifadeyle çe­lişmekte­dir.

Kur'an Hz. İsa'nın vefatından sonra dünya ile ilişkisinin ke­sildi­ğini ve olup bitenlerden ha­berdar olmadığını bildi­rir.

 

"Allah, (ahirette şöyle ) diyecek­tir. "Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı ola­rak be­nimseyin dedin?" O da şöyle cevap vere­cek­tir: "Haşa, hak ol­mayan sözü söy­lemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bi­lirsin; sen, benim içimde olanı bi­lir­sin; ben senin içinde olanı bil­mem; doğ­rusu görül­meyeni bilen ancak sensin"

"Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kul­luk edin diye bana em­retti­ğini söyledim. İçlerinde bu­lun­duğum sü­rece on­ları gö­zeti­yor­dum. Beni vefat et­ti­rince ar­tık onlar üze­rine gö­zetle­yici yal­nız sen ol­dun. Sen her şeyi gö­rüp gözetir­sin.” (Mâide 5/116-117)

Nasıl ki Hz. Muhammed'in söz­leri Kur'an ayeti değilse Hz. İsa'nın sözleri de İncil ayeti değildir. Hele Hz. İsa'nın vefa­tından sonra söy­lediği iddia edilen sözler onun sözü bile olamaz. Teokrasi bu sözler üzerine kuruldu­ğuna göre gerçek İncil'in Kur'an gibi teok­ra­siyi kabul etmediği or­taya çıkar.

111. Hırıstiyanlar nasıl Petrus ve Pavlos'un mektupla­rına daya­narak bir teok­ratik sistem kurmuşlarsa şiilerin imamiye kolu da kendi büyüklerine ait sözlere daya­narak teokratik sisteme ben­zer bir sis­temin savunucuları ol­muş­lar­dır.

Şiiler imamlarının ve müctehid­leri­nin sözlerine Allah'ın sözü de­mezler. Ama bir çoğu onları Allah'ın sözü gibi bağlayıcı sa­yar. Onların şu ifadelerine bakalım:

"İctihad şartlarını kendisinde top­lamış müctehit, gaybet (imamın göz­lerden uzak bulunması) za­ma­nında İmam aley­hisse­lam­'ın naibi­dir, mutlak olarak hâkim ve reisdir; hüküm ver­mekte, halka hükme­tekte İmamın sa­lahiyetine sahiptir. Onun hükmünü kabul et­memek İmam'ın hük­münü kabul et­memek­tir; İmam'ın hük­münü kabil etme­mek ise Allah'ın hük­münü ka­bul etmemektir ki, bu, sâdık-i âl-i Muhammed'den ri­vayet edilen hadise göre Allah'a şirk koşmakla birdir."

Sâdık-i âl-i Muhammed, Hz. Muhammed'in soyundan, ge­len doğru kişi demektir. Bu kişi Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin dahi olsa onların sözleri bize de­lil olamaz. Bu, Petrus ve Pavlos'un sözle­rine verilen değere çok ben­ze­mektedir.

Ehl-i sünnet, müctehid imamlar­dan hiç birine kutsallık tanımaz ve hiç bi­rinin sö­zünü bağlayıcı say­maz.

Ma'n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malik'ten şunu işittim; “Ben sa­dece bir in­sanım, hata yap­tığım da olur doğ­ruyu buldu­ğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, Kitap ve Sünnet'e uygun ola­nını alın, Kitap ve Sünnet'e uy­gun ol­ma­yanını da bıra­kın.”

İmam Malik sık sık şöyle derdi: “Bizimkisi zandan iba­rettir. Kesin bir ka­naate va­rama­yız.”

Ebû Yusuf ve Hasan bin Ziyad, Ebû Hanife'nin şöyle dedi­ğini nak­letmişler­dir. “Bizim şu ilmimiz bir görüş­tür. O, gücü­müze göre vardı­ğımız en güzel gö­rüştür. Kim bun­dan daha gü­zelini geti­rirse ka­bul ede­riz.”


SONUÇ

112. Kur'an teokratik sistemi asla ka­bul etmez. Teokrasi, Allah'ın yetki­sinin kili­seye devri veya kilise ile paylaşıl­ması an­lamına geldiği için Kur'an'a göre böyle bir davra­nış şirktir.

Diğer taraftan teokraside Allah'a bo­yun eğer gibi yöne­tici­lere boyun eğil­mesi is­ten­mektedir. Onlara itaat Allah'a itaat, onlara muhalefet Allah'a karşı gelme sa­yılmaktadır. Kur'an,  bunu da şirk sayar.

113. Bunun dışında Kur'an'ın tav­siye et­tiği bir devlet düzeni yoktur. İslamın ev­rensel ve zamanüstü olması da bunu ge­rekli kılmakta­dır. Kur'an devletler­den, bir takım ev­rensel istek­lerde bu­lunur. Bunların bir kısmı yu­karıda be­lirtilmiştir. Onlar öyle şeylerdir ki, hiç­bir top­lum bunlardan vazgeçemez. Hiç bir idare de bu konuda mücadele eden insan­ları doğ­rudan karşısına alamaz Bu da İslamın her zaman ve her yerde yaşanabilmesine im­kan verir.

114. İslam bilginlerinin siyasi otorite­den bekledikleri gö­revler şöyle özetle­nebilir: "Siyasi otorite kanun­ları uygu­lar, cezaları infaz eder, toplumun ihti­yaçlarını giderir, as­keri donatır, vergi toplar, zorba­ları, soy­guncuları ve eşki­yayı dize geti­rir. İnsanlara, inandıkları gibi yaşama hürri­yetini sağlar. Adliye teşkilatının aksama­dan ve ser­bestçe ça­lış­masını temin eder. Gelir ve servet dağı­lımının dengeli ol­ması için tedbir­ler alır. Korunmaya muhtaç çocukların ih­ti­yaçları­nın tabii ortam içinde karşı­lanabimesi için gerekeni ya­par. Yoksullara des­tekte bulu­nur."

  Sonuç olarak şunu söylemek ge­re­kir: Teokrasi Kur'an'ın kabul etmediği bir devlet sistemidir. İncil'in teok­ratik dü­zeni emreden ifadeleri, Kur'an ölçü­lerine göre ger­çek İncil'e ait olamaz. Bu konu yukarıda açık­lanmıştır. Bundan gerçek hırıstiyanlığın da teokrasiyi ka­bul et­me­ye­ceği sonucu çıkar. Laiklik de teok­rasiye karşı verilen mü­cade­lenin adı olmuştur.

 

 

 --------------------------------------------

Abdülaziz BAYINDIR'la haberleşme adresi

 

ve KİTAP İSTEME ADRESİ

SÜLEYMANİYE VAKFI

Hoca Gıyaseddin Mah. Şifahane Sok. No:20

 

34470 EMİNÖNÜ/İSTANBUL

Tel: (0212) 513 00 93  Fax: (0212) 511 21 69

 

 

 
 
  Bugün 85 ziyaretçi (94 klik) buradaydı  



   

Selam Dünya !..gurup vakti bir aile sitesidir. çorbada tuzu olsun isteyenler, tenkit ve tavsiyeleri için (alt1946@windowslive.com) veya ( mim.sait@hotmail.com ) adreslerine e posta gönderebilirler !.. gurup vakti -Ailenizin Sitesi








Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden