gurup vakti
  Sunneti anlamadaki Yontem -02
 


Sünneti Anlamadaki Yöntem -02

Yusuf El Kardavi


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Sünneti İyî Anlayabilmek İçin İlkeler ve Ölçüler

1- SÜNNETİN KUR'AN-I KERİM IŞIĞINDA ANLAŞILMASI

Sünnetin tahrif, istismar ve yanlış te'vilden uzak olarak, doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için yapılması gereken şey­lerden biri de; haber verdiğinde doğruluğu, hükmettiğinde İse adaleti kafi olan Kur'an ışığında ve onun Rabbani çerçe­vesinde anlaşılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbi-nin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O"nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur, O işiten-dir, bilendir." (En'am, 115) Çünkü Kur'an, Islâmî oluşun ru­hu, binasının temelidir. O, İslâm'daki.her kanun için kendi­sine başvurulan bir anayasa mesabesinde olup, onların ana­sı ve dayanağıdır.

237

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nebevî sünnet ise, bu anayasanın yorumu ve daha de­taylı şeklidir. O, Kur'an'in teorik bir beyanıdır, pratik bir tat­bikidir. Resûl'ün görevi ise, insanlara indirilenleri onlara be­yan etmektir.

Ne beyanın, beyan edilenle çelişkiye düşmesi ve ne de fer'in asıla ters olma durumu vardır. Zira Nebevî beyan, de­vamlı bir şekilde yüce Kitabın yörüngesinde döner durur da ondan dışarı çıkmaz.

Bunun içindir ki, Kur'an'in muhkem ayetlerine ve açık belgelerine muarız olan sahih ve sabit hiçbir sünnet yoktur.

Şayet bazı insanlar bunun var olduğunu sanıyorlarsa bu durumda ya sünnetin sahih olmaması, ya bizim anlayışı­mızın doğru olmaması veya çelişkinin hakiki değil, vehme dayanmış olması gerekir. İşte sünnetin Kuran ışığında anla­şılmasının anlamı budur.

Bunun içindir ki iddia edilen Garanik hadîsi şüphe­siz merdud (reddedilmiş) bir hadîstir. Çünkü Kuran'a ters düşmektedir. Ve Kur'an'ın, o değersiz ilahları ayıplayıp-rezil ettiği bir siyak içerisinde (onlara Övgünün) gelmesi ta­savvur edilemez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gördünüz mü, o Lat ve Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan o Menat’ı? Demek erkek sizin de dişi Allah'ın mı? Öyleyse bu haksız bir paylaşma! Onlar, sizin ve babalarınızın (tanrı di­ye) isimlendirdiğiniz (boş) isimlerden başka bir şey değil­dir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar, ancak, zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Halbu­ki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." (Necm, 19-23)

Putları inkar edip ayıplayan bu ayetlerin akışı içerisine, onları öven ve "Bunlar yüce garanik (kuğular) di. Ve onların

238

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şefaatleri umulur."1 diyen kelimelerin girmesini akıl nasıl kabul eder?

Yine kadınlar hakkındaki "Onlarla istişare edip, onlara muhalefet edin."a hadîsi de batıl ve yalandır. Çünkü o anne-babanın süt çocukları hakkındaki yüce Allah'ın şu ayetine ters düşmektedir: "Ana-baba aralarında danışarak ve anla­şarak (çocuklarını) sütten kesmek isterlerse, ikisine de so­rumluluk yoktur." (Bakara, 233)

Sünnetlerden hüküm çıkarmada fukahanın ve sarihle­rin anlayışları ihtilaflı olduğunda bunların en evlası ve en doğrusu Kur'an'ın desteklediği görüştür.

Mesela Allah Teâlâ'nın şu ayetine bakın: "Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tadları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı -birbirine benzer ve benzemez şe­kilde- yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkmı verin..." (Enam, 141) Mekke'de inen bu ayet-i kerime, icmâlen ve tafsilen yer­yüzünde biten istisnasız her şeyde, her birinde belli bir hak olduğunu ve bunun verilmesini emretmiştir. Bu ayette müc­mel olarak emrolunan hak, daha sonra Kur'an ve sünnetin "zekat' başhğı altında tafsil ettiği haktır.

Bununla beraber biz, fukahadan bazılarının, zekatı, Al­lah'ın yerden çıkardığı hububat ve meyvelerden, normal ha­yat şartlarmda besin olarak yedikleri, kurutulabilen, ölçüle­bilen ve ihtiyaç zamanı için saklanabilen dört sınıfa hasret-

1" Garanik masalının iptali için Allame Muhammed Sadık el-Ur-cun'un (r.a.) "Muhammedun Eesülullah' kitabında "Garanik kıssası ahmakça ve zındıkça düzülmüş bir yalandır" başlığı altında yazdığı geniş bir araştırmaya bkz: c. 2, s. 30-100.

a~ Sehavî, Mekasidu't-Hasene, s. 248, mı: 585; Adûnî, Keşfu'l-Hajâ, c. 2, s. 4, nu: 1529

239

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

tiklerini görüyoruz. Ama onlar, sahiplerine binler hatta mil­yonlar kazandıran diğer meyveleri, sebzeleri, kahve ve çay tarlalarını, elma ve mango bahçelerini, pamuk ve şeker ka­mışını vb. vacip olan hak dairesinden çıkardılar. Hatta bazı Asya ülkelerini ziyaretimden birinde duydum ki: Komünist­ler, İslâm fıkhı yahut Islâmî yasamayı, zekat yükünü mısır, buğday ve arpa eken küçük ziraatçılar üzerine yüklüyor -ki bu kimseler belki de arazinin sahibi değil, kiralayanlardır-ve Hindistan cevizi, çay ve kauçuk vb. tarlaların sahiplerini bundan muaf tutuyor diye itham ediyorlarmış!

Burada, yaşadığı asırda Malikilerin başı olan, İmam Bekr Ibn Arabi'nin beğendiğimiz bir görüşü üzerinde dur­mak istiyoruz. O, Ahkâmu'l- Kur'an adlı kitabmda bu ayeti şerh etmiş ve yeryüzündeki bitkilerden zekat verilmesi gere-kip-gerekmeyenler hakkında Malik, Şafii ve Ahmed olmak üzere üç fakihin görüşlerini beyan etmiştir. Bunlardan birisi de kendi mezhebi olan İmam Malik'in görüşüdür. Ama o, insafı ve ilmindeki derinliğinden dolayı hepsini zayıf gör­müş ve şöyle demiştir: "Amma Ebu Hanife'ye gelince, o, il­gili ayeti kendisine bir ayna yapmış ve böylece hakkı gör­müş, neticede besin için olsun veya olmasın yenilen şeylerin hepsinde zekatı vacip kılmıştır."

Nebi (s.a.v.) ise bunu "Göğün (yağmurun) suladığı mahsullerde onda bir (oranında zekat) vardır."3 hadîsinin umumu içerisinde beyan etmiştir.

imam Ahmed'in görüşüne gelince, "Beş vask'dan az olan mahsul için zekat yoktur."b şeklindeki Nebî'nin (s.a.v.)

a" Buhâıî, Zekat 55; Müslim, Zekat 7; Muvatta, Zekat 33; Tirmizi; Zekat

14;Nesaî, Zekat 25...

b" Buhâri, Zekat 4; Müslim, Zekat 1-6; Y. el- Kardavi'nin Fıfchü'z- Zekat

adlı kitabında 5 vask, toplam 647 kg. olarak belirtilmiştir. Bkz: c. 1, s.

377

240

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hadîsinden dolayı ona göre Öşür, ölçülebilen mahsullerde­dir, fakat bu görüş zayıftır. Çünkü hadîsin zahirinin gerek­tirdiği, nisabm meyve ve hububatta muteber olmasıdır. Ze­kat hakkının bunların dışındakilerden düşmesi de kuvvetli bir görüş değildir. Amma ihtiyaç dolayısıyla yenilen azıkla­ra bağlanan Şafiilerin görüşüne gelince, o da, müracaat edi­lecek bir aslı olmayan bir iddia ve ifadedir. Halbuki "Kıyas" kitabında da beyan ettiğimiz üzere, mânâlar ancak belli asıl­ları varsa hükümlere dönüşür.

Yine Yüce Allah, gerek taze, kuru vb. çeşitli hallerde olan üzüm ve hurmada ve gerekse ekin gibi cinsi değişenler­de olsun, genel olarak besin ve meyvelerdeki nimetleri nasıl zikredip bunların hepsinden verilmesi gereken hakkı nasıl vacip kılıyor? Hatta azığa ilaveten karanlıkta nimetlerinden hakkıyla istifade edilebilmesi için, kendisiyle eşyadaki nime­tin tamamlandığı görme zevkini sağlayan aydınlatmaya (ve bunun için yarattığı gaz, yağ, oil, yakıtlar vb.) kadar çeşitli nimetlerini nasıl zikrediyor?a

Sonra İbnu'l-Arabi diyor ki: "Eğer Nebî'nin (s.a.v.) ne Medine'nin ve ne de Hayber'in sebzelerinden zekat aldığı niçin nakledilmemiştir denilirse; deriz ki: Bizim (mezhep) âlimlerimiz de buna dayanmıştır. Bunun tahkiki (işin gerçe­ği) ise, bu hususta delilin olmaması, onlar için bir delil değil­dir. Şayet, 'Eğer olsaydı bu, mutlaka nakledilirdi' denilirse, deriz ki: Nakline ne gerek var ki, onun için Kur'an yeterli­dir?!" 2

Nebi'den (s.a.v.) rivayet edilen '"Yeşil sebzelerde sada­ka yoktur." hadîsine gelince, isnadı zayıftır. Bu gibi hadîsler-

a"Bkz: K. K. 78/13-16, 80/24-32...

*" İbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kıır'an, İsa el-Halebi baskısı, 2. kısım, s.

749, 752.

241

 

SLINKETİ ANLAMADA YÖNTEM

le Kur'an'ın ve meşhur hadîslerin umumunu tahsis etmek şöyle dursun, onunla ihticac bile edilmez.

Nitekim onu Tirmizi rivayet etmiş, sonra da şöyle de­miştir: "Bu hadîsin isnadı sahih değildir. Nebî'den (s.a.v.) bu babda sahih hiçbir haber gelmemiştir." 3

Herhangi bir hadîsin Kur'an'ın muhkem ayetlerine mu­arız düştüğünü gören bir Müslümanın, ona iyi bir te'vil bu­lamadığında yapması gereken şey, tevakkuf edip (hüküm vermeksizin) beklemesidir.

Mesela ben, Ebu Davud ve başkalarının rivayet ettiği; "Kız çocuğunu diri diri gömen kadın ve gömülen kız cehen­nemdedir."4 şeklindeki hadîste tevakkuf ettim. Hadîsi oku­duğumda göğsüm daraldı (içim sıkıldı) ve "Belki hadîs za­yıftır. Bu sahanın ehlinin bildiği gibi Ebu Davud'un Sünem­de her rivayet ettiği, sahih değildir" dedim. Ama açıkça onun sahih olduğuna hükmedenleri buldum.

Ona benzer bir hadîs şöyledir: "Kızı diri diri gömen ka­dın ve gömülen kız cehennemdedir. Şu istisnayla ki gömen İslâm'a yetişsin de Müslüman olsun."3 Yani gömen kadının cehennemden kurtulma fırsatı var ama gömülenin hiç fırsa­tı yok!

Burada, daha önce de sahabenin Nebî'den (s.a.v.): "İki Müslüman, kılıçlarıyla karşılaştıklarında, öldüren de öldü­rülen de cehennemdedir."8 haberini duyduklarında sorduk-

*" Bkz: Tirmizi, Zekat (13), sebzelerin zekatı hakkında gelen haberler babı ve Sahihu't-Tirmai bi Şerhi İbni'l-Arabi, (III, 132-3). 4" Ebu Davud, Sürme 18, H. Nu: 47I7'de tbn Mes'ud'dan rivayet etmiş­tir. İbn Hıbban ve Taberani de. Heysem ifcm Küleyb'den rivayet etmiş­tir. Heysenıi, onun ricalinin sahih olduğunu söylüyor. {Feyz, c. 4, s. 371) 5" Ahmed, (Müsned, z. 3, s. 478) ve Nesaî (?!, Seleme ibn Yezid el-Ca'fi rivayet etmiştir. Sahihu'l-Camii's-Sağir'de olduğu gibi. *' Nesai, Tahrim 29; İbn Mâce, Filen II.

242

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTBM

ları gibi ben de sordum. Nitekim onlar: "Haydi bu katil, pe­ki öldürülenin hali nedir?" dediler. Buyurdular ki: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeye hırslıydı" Böylece onlara onun ce­hennemi hak etme yönünün, "Arkadaşını öldürme niyetiyle çıkması" şeklinde tefsir etti.

Burada ben de diyorum ki: Hadi, kızı gömen cehen­nemde, peki gömülenin durumu nedir? Halbuki onun da ce­hennemde olduğuna hükmetmek Allah Teâlâ'nın:

"Kız çocuğunun hangi suçtan dolayı öldürüldüğü ken­disine sorulduğu zaman..." (Tekvir, 8-9) şeklindeki ayetine ters düşmektedir.

Hadîsi hangi yönde anladıklarını ve şerh'edenlerin ne dediklerini görmek için şerhlere başvurdum, fakat sadra şi­fa veren (susuzluğu gideren) hiçbir şey bulamadım.

Benzeri bir hadîs de Müslim'in Enes'ten rivayet ettiği ve Nebî'ye (s.a.v.) babasının nerede olduğunu soran bir adama cevap olarak "Babam da, baban da cehennemdedir."6 hadî­sidir.

Kendi kendime dedim ki: "Fetret ehlinden olduğu ve sahih olan görüşe göre kurtulmuş oldukları halde, Abdül-muttalib'in oğlu Abdullah'ın günahı nedir ki cehennemde olsun?"

"Benim babam" sözünden muradın, dedesi Abdülmut-talib'in vefatından sonra O'nun sorumluluğunu üzerine alıp, O'na bakan, esirgeyip kollayan amcası Ebu Talip olma­sı ihtimali, gerek lügatta, gerekse Kur'an'da amcasının baba olarak ifade edilmesi hatırıma geldi. Mesela Yüce Allah Ya-kup'un (a.5) oğullarının diliyle buyurduğu gibi: "Dediler ki: 'Biz tek ilah olan, senin ilahına, babaların İbrahim, İsmail ve 6" Müslim, İman 88, nu: 347'de rivayet etmiştir.

243

 

SÜNNETİ AKLAMADA YÖNTEM

İshak'ın ilahına kulluk edeceğiz. Ve biz O'na teslim olanla­rız.'" (Bakara, 133) Hz. İsmail, Yakup'un (a.s) amcası olması­na rağmen, Kur"an onu baba olarak ifade etti.

Hayatının son anında kelîme-i tevhidi söylemeyi red­detmesinden sonra, Ebu Talib'in cehennem ehlinden olma­sında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim onun cehennem ehli­nin en az azap göreni olduğunu haber veren bir grup sahih hadîs gelmiştir.1*

Lakin bir yandan onun akla ilk gelen düşünceye aykı­rılığı, öbür yandan ise "Soran adamın babasının ne günahı olduğu" sorusu bendeki bu ihtimali zayıflattı. Çünkü zahi­rinden anlaşılan adamın babası da İslâm'dan önce ölmüş­tür.

Bunun için ben, sadra şifa veren bir şey buluncaya ka­dar hadîste tevakkuf ettim.

Ama şeyhimiz Muhammed Gazzali'ye gelince, o, hadî­si açıkça reddetmiştir. Çünkü bu. Yüce Allah'ın şu ayetleri­ne ters düşmektedir:

"Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etme­yiz." (İsra, 15)

"Eğer onları Muhammed'den önce bir azaba uğratarak yok etseydik, 'Rabbimiz! Bize peygamber gönderseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce Senin ayetlerine uysaydık' derlerdi." (Taha, 134)

"Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi' dersiniz diye, size açıkça anlata­cak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uya­rıcı olarak gelmiştir." (Maide, 19)

a- Müslim, İman 357, 360

244

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Araplara da peygamber gönderilmemiş, Muham­med'den (s.a.v.) önce onlara uyarıcı gelmemiştir. Nitekim bunu Allah'ın kitabındaki bir takım ayetler açıklamaktadır:

"Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içerisinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönder­dik)." (Yasin, 6)

"Hayır, Ey Muhammed! O, senden önce peygamber gönderilmemiş olan milleti uyarman için sana Rabbinden ge­len bir gerçektir. Belki artık doğru yolu bulurlar." (Secde, 3)

"Senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik." (Sebe, 44)

Lakin ben, henüz bizim İçin kapalı bir mânâsı olabilir korkusuyla, böylesi haberleri mutlak olarak reddetmeksizin sahih hadîsler üzerinde tevakkuf etmeyi tercih ediyorum.

Tevafuka bakın ki Nevevî'den başka Müslim'in sarih­lerinden birer allâme olan Ubbî ve Senusi’nin de dedikleri­ne bakmak nasip oldu ve onların bu hadîsin zahirini muha­faza ettiklerini gördüm. Ama İmam Nevevî'ye gelince o, ha­dîs üzerine şu açıklamayı yapmıştır: "Nebî (s.a.v.) bunu, gü­zel ahlâkın gereği, adamı teselli için, musibetini paylaşmak için söylemiştir. Yine hadîste şu mânâ vardır. Kafir olarak ölen cehennemdedir. Yine ona yakınlarının yakınlığı fayda vermez."

Ubbî der ki: "Şu mutlakçılığa bak!" Halbuki Süheylî şöyle demiştir: "Biz böyle bir şey söylemeyiz. Çünkü Nebî (s.a.v.): 'ölülere sövmekle dirilere eziyet etmeyiniz.'3 buyur­muştur." Yüce Allah ise: "Allah'ı ve Peygamberini incitenle­re Allah, dünyada da ahirette de lanet eder ve onlara alçaltı-A' Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, c. 8, s, 76)

245

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

cı bir azap hazırlar." (Ahzab, 57) buyurmuştur. Nebî (s.a.v.) ise bunu adama teselli olarak söylemiştir. Adam gelip 'Peki senin baban nerede?' deyince ona bunu söylemiştir.

Nevevî dedi ki: "Bu hadîste, fetret döneminde, Araplar-da olduğu üzere putlara taparak ölenin cehennemde olduğu mânâsı vardır. Yalnız bu, davet ulaşmadan önce azap etme cümlesinden değildir- Çünkü onlara İbrahim ve diğer pey­gamberlerin daveti ulaşmıştır."11

Übbî diyor ki: "Onun bu sözündeki çelişkiyi düşün! Çünkü kendilerine zaten davet ulaşanlar zaten fetret ehli de­ğildir. Bunu iyice dinlemek suretiyle kavrayabilsin. Oysa fet­ret ehli; kendilerine birinci peygamber gönderilmemiş, ikin­cisine ise yetişemeyen, böylesi iki peygamberin zamanları arasında olan ümmetlerdir."

Mesela, kendilerine İsa'nın (a.s) gönderilmediği ve Ne-bî'ye (s.a.v.) de yetişemeyen Araplarda olduğu gibi. Bu tef­sirde fetret, her iki peygamber arasını kapsar.

lakin fakihler fetret hakkında konuştuklarında, bundan İsa (a.s) ile Nebî (s.a.v.) arasını kastediyorlar. Buhârî, Sel-man'dan o dönemin altı yüz sene olduğunu zikretmektedir.1' Kafi nasslar, hüccet kaim oluncaya kadar azap etmenin olmayacağına delâlet edince, onlara azap edilmeyeceğini öğ­renmiş oluruz.

Şayet bu hadîs ve "Amr Ibn Luhayrı cehennemde ba­ğırsaklarını7 sürüklerken gördüm."8 hadîsinde olduğu gibi

a" Nevevî, Minhac 3.cüz, s. 79) k* Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 53) '" Ktısb: Bağırsaklar anlamındadır.

°~ Muttefekun aleyhtir. Ebu Hureyre'den gelmiştir. El-Lü'lüÜ ve'l-Meram, nu. Î816. Devamı. "Çünkü İlk şaibe bid'atını çıkaran (ve bu­nu din haline getiren) odur. (Açıklama için el-Lü'liiü ve't-Mercan nu: 1816 - Dipnot)

246

 

SÜNNETİ ANIAMADA YÖNTEM

fetret ehlinin bazılarının azap göreceği ile ilgili sahih hadîs­ler gelmiştir dersen, derim ki:

Ukayl Ibn Ebi Talib buna üç şekilde cevap vermiştir: "1- Bunlar âhâd haberlerdir ve kafi nasslarla çelişki teş­kil edemezler.

2- Azaplandırmanın sadece onlara hasredilmesidir ki sebebini en iyi Allah bilir.

3-Bu hadîslerde zikredilen azaplandırmanm, fetret eh­linden dinini, gidişatını değiştiren kimselere hasredilmesi­dir.* Bu da onların sapıklıktan dolayı bu değişiklikle mazur olmayacaklarından dolayıdır."5

A- Hadîslerin Kur'an'a Muarız Olması İddiası Hakkında Bir İnceleme

Burada, sahih bir esas olmaksızın, ikide bir hadîsin Kur'an ile çeliştiğini iddia etmekten de sakınmamız gerekmektedir. Nitekim, Mu'tezile, ahirette Resul {s.a.v.) ve diğer pey­gamber kardeşleri, melekler ve salih müzminlerin, günahkâr tevhid ehli hakkındaki şefaatleriyle ilgili, Yüce Allah'ın faz­lı, rahmeti ve şefaatçilerin şefaati ile onlara ikram edeceği ve böylece onların ya asla cehenneme girmeyecekleri veya gi­rip, bir müddet sonra oradan çıkacakları ve varacakları yerin cennet olacağı hakkındaki yaygın sahih hadîsleria reddetme cesaretini gösterdiklerinde Ölçüyü kaçırmışlardır.

Halbuki bu, rahmet yanı, adalet yanından daha yüksek olan Yüce Allah'ın kullarına bir cömertliğidir. Yine O, iyili-* Çünkü kişinin öz kızını diri diri gömmesi ve bunun gibi şeyler, akıl­lı olan herkes ve bütün din mensuplarınca bilinen şeylerdendir. 9" Bkz. Şerhu'i-Ubbı ve'$-$enusi ala Müslim, C. 1, s. 363-3^, a" Bkz: Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302; İbn Mâce, Zühd 37

247

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ğin karşılığını on mislinden yedi yüz ve daha fazlasını çıka­rırken, kötülüğün karşılığını ise ya ancak bir misli yapmış, ya da affetmiştir.a

Yine Yüce Allah beş vakit namazı, Cuma namazını. Ra­mazan orucunu, teravih namazını, zekat ve sadakaları, hacc ve umreyi, tesbihi, kelime-i tevhidi, tekbir ve hamdetme vb. dua ve zikirleri, Müslümanların başına gelen bir kötülük ve­ya hastalığı, gam, üzüntü veya batan bir diken de olsa eza veren şeyleri...kötülüklere birer kefaret kılmıştır. İşte bunla­rın her biriyle Allah, kulunun hatalarını örterB..

Yine ailesinden olsun veya olmasın, mü'minlerin duası­nı, vefatından sonra kabirde Müslümana faydalı kıldı.c Şu halde Allah'ın seçilmiş, hayırlı kullarına ikram edip onların da Tevhid kelimesi üzerine ölenlerden dilediklerine şefaat etmeleri uzak bir ihtimal değildir ki Bu, hakkında birçok ha­dîsin vârid olduğu bir konudur:

"Cehennemden bir topluluk, Muhammed'in (s.a.v.) şe­faatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar 'cehennemlikler' di­ye isimlendirilirler."10

"Cehennemden şefaatle bir topluluk çıkar ki onlar seârir gibidirler."11 (Seârir= Kuşkonmaz= Asparagus, heleyon gibi bir bitkidir.)

a" Bkz: Buhârî, Rikak 31; Müslim, İmarı 203-207; Müsned, c. 4, s. 14, c. 5, s. 155.

'*" Bu hadîsin kaynaklardaki yeri için bkz: el-Mu'cemu'l-Müfekres, "Keffera" ve "Keffire" maddeleri.)

c" Mesela bkz: Ebu Davud, Cemiz 60; İbn Mâce, Cenaiz 23.) 10" Buhâri, Rekaik 51; Müsned, c. 1, s. 454, c. 3, s. 125-126, Ebu Davud, Sünnet 21, İrnran ibn Hüseyin'den rivayet etmiştir. Sahihu'l-Cimii's-Sağifde (8055) olduğu gibi,

1 ' Mutfefekun aleyh olup (?) Cabiı"dendir. A.g.e (8058). (Buharı, Kı­ta* 51; Müsned, c. 3, s. 326-379)

248

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

"Ümmetimden bir adamın şefaatıyla cennete Temim Oğullarından daha çok insan girer."12

"Şehid, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder."'3 "Kıyamet gününde şefaatime en layık olan; kalbinden halis bir şekilde 'Allah'tan başka ilah yoktur' diyen kimse­dir."1*

"Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıya­met günü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum inşallah."15

"Her Nebî bir istek istemiştir. Veya her Nebînin bir du­ası vardır ve onunla dua edip, duası kabul edilmiştir. Ben ise duamı kıyamet günü için ümmetime şefaat olarak bırak­tım."16

Seyhan (Buhârî, Müslim)'daki Ebi Said hadîsine gelin­ce: "Nebiler, melekler ve mü'minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbar olan Allah: 'Geriye benim şefaatim kaldı' der ve cehennemden bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukları çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bîr ırmağa bırakılırlar." I7

"Her Nebînin kabul olmuş bir duası vardır. Ve her Ne­bî duasını yapmıştır. Ben ise duamı, kıyamet günü ümmeti­me şefaat etmek üzere geciktirdim. Ve o şefaat inşallah üm-

I2" Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyamt 12; Hakim, Müstedrek, c. 3, s. 408. Abdul­lah ibn Ebi'I-Ced'a'dan rivayet edilmiştir. A,g.e. (8069)

'3' Ebu Davud, Cihad 28, Ebu Derda'dan rivayet edilmiştir. A.g.e (8093)

14" Buhârî, İlim 33; Ebu Hureyre rivayet etmiştir. A.g.e (967)

** Multefekun aleyhtir. Ebu Hureyre rivayet etmiştir. EILü'Iüü w7-

Mercan, nu: 121.

'"" Muftefekun aleyhtir. Enes rivayet etmiştir. A.g.e., nu. 122. '"' Mutte/ekun aleyhtir. Ebu Said rivayet etmiştir. A.g.e, nu: 115.

249

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

metimden Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölenlere ulaşa­caktır."18

İşte Mu'tezile; vaid'i va'd'e, adalet'i rahmet'e, aklı nakle üstün tuttukları için, sübutlarının kuvvetli ve delâletlerinin açık olmasına rağmen bu hadîslerden yüz çevirmişlerdir.

Onların bu hadîsleri reddederken şüpheleri ise; bu ha­berlerin şefaat edenlerin şefaatini nehyeden Kur'an ile çelişmeleridir.

Halbuki Kur'an'ı okuyan bir kimse, onda, sadece Arap­lardan müşriklerin ve diğer dinlerden sapıkların inanmış ol­duğu şirk şefaatinin nefyedilmiş olduğunu bulur.

Müşrikler, Allah'tan başka veya Allah'la beraber taptık­ları ilahlarınm Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerinden azabı savacaklarını iddia etmişlerdir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'ı bıraka­rak, kendilerine fayda da, zarar da vermeyen putlara tapar­lar. Ve "bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir der­ler." (Yunus, 18)

Fakat Kur'an ilahlarının onlara hiçbir fayda vermeyece­ğini bildirerek iddia edilen bu şefaati iptal etmiştir. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa putperestler Allah'tan başka şefaatçiler mi edin­diler? De ki: Onlar, bir şeye sahip olmadıkları, akıl da ede­medikleri halde mi şefaat edecekler? De ki: Bütün şefaat Al­lah'ın iznine bağlıdır, Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döneceksiniz." (Zümer, 43, 44) "On­lar kendilerine kuvvet ve şeref kazandırsın diye Allah'ı bira-

18' MüsJim, İman 86, nu: 338, Tİnnizi, Deaval 1 131; İbn Mâee, Ziihd 37; Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir, Sahihu'l-Cami' 5176.

250

 

sCmvietİ anlamada yöntem

karak tanrılar edindiler. Hayır, tanrıları onların ibadetlerini inkar edecekler ve onlara düşman olacaklardır." (Meryem, 81-82)

Evet, Kur'an bu değersiz tanrıların şefaatinin olmadığı­nı, hem de müşriklerin itaat olunacak şefaatçilerinin bulun­madığını söylemiştir. Nitekim Yüce Allah: "Zâlimlerin ne bir dostu, ne de itaat edilen bir şefaatçileri vardır." (Gafir, 18) buyurmaktadır. Bilindiği gibi Kur'an şirkten zulüm, müşrik­lerden ise zâlimler diye bahseder. Çünkü şirk büyük bir zu­lümdür.3

Ancak Kur'an, şefaatin varlığını iki şartla ortaya koy­muştur:

1- Şefaatçinin şefaatinin, Allah'ın izninden sonra olma­sı. Çünkü kim olursa olsun, Allah'a bir şeyi vacip kılma yet­kisine sahip değildir. Nitekim Yüce Allah, Ayete'l-kürsi'de "O'nun izni olmadan, O'nun katında şefaat edecek de kim­dir?" (Bakara, 255) buyurmaktadır.

2- Şefaatin tevhid ehline olması. Yüce Allah'ın melekler hakkında: "Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkası­na şefaat edemezler," (Enbiya, 28) ve kıyamet gününü yalan­layanlar hakkında ise; "Artık onlara şefaatçilerin şefaatleri fayda vermez." (Müddesİr, 48) şeklindeki yüce buyrukların­da olduğu gibi.

Tabi ki bu ayetlerin mefhumu orada şefaatçilerin varlı­ğını ve onlardan başkalarına şefaatçilerin şefaatinin fayda vereceğini ifade eder ki onlar da iman üzere ölenlerdir.

Öyleyse iddia edildiği gibi, Kur'an şefaati mutlak ola­rak reddetmemiş, aksine, müşriklerin ve sapıkların iddia et-

a" Bkz: K. K. 31/13, 3/151,2/165...)

251

 

SÜNNETİ ANLAMADA YONTUM

tiği, çeşitli din mensuplarının birçok fesatlarına sebep olan şefaatin olmadığını söylemiştir. Ki onlar dünyada zâlim yö­netici ve hakimlerin yaptığı gibi, şefaatçilerinin ve aracıları­nın kendilerinden cezayı kaldıracaklarına hükmederek he­lak edici günahlar işlemektedirler.

 

2- BİR KONUDA GELEN BÜTÜN HADÎSLERİN TOPLANMASI

252

 

Sünnetin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için yapılması ge­reken şeylerden birisi de, müteşabih'i muhkem'e çevrilecek, mutlak'ı mukayyed'e hamlolunacak ve âmm'ı hass'ıyla tef­sir olunacak şekilde bir konudaki bütün sahih hadîslerin toplanma sidir. Çünkü ondan kastedilen mânâ ancak Öyle anlaşılır ve böylece birbirleriyle çelişmezler.

Sünnetin Kur'an-ı Kerim'i tefsir ve beyan ettiği, yani onun mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlakını takyid ettiği bir gerçektir. Aynı hususlar, sün­netin kendi içinde de varolduğundan, hadîslerin de bir ara­da riâyet edilmesi en evla olanıdır.

Misal olarak elbiseyi uzatma ve bu husustaki şiddetli vaid içeren hadîsleri ele alalım. Bunlar, birçok heyecanlı gen-

253

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

cin, elbiselerini topuklarının yukarısında olacak şekilde kı-saltmayanlara şiddetli karşı çıkışlarında dayandıkları hadîs­lerdir. Bu konuda o kadar aşırı gittiler ki, neredeyse elbiseyi kısa giymeyi İslâm'ın şiarından ve büyük farzlarından sayı-verecekler. Hatta elbisesini onların yaptığı gibi kısaltmayan bir âlim veya davetçi gördüklerinde bazen içlerinden, bazen de açık bir şekilde ona fazla dindar olmama yaftasını yapış­tırmaktadırlar.

Şayet onlar normal hayat işlerinde mükelleflerin üze­rindeki İslâm'ın maksatlarına geniş bir bakış açısından, bu mesele ile ilgili muttasıl hadîslerin tümüne müracaat edip, onları birbirleriyle karşılaştırsalardı, bu makamdaki hadîs­lerden ne kastedildiğini mutlaka anlayacaklar, aşırılıklarını hafifletecekler, ölçüyü de kaçırmayacaklar, dolayısıyla da Allah'ın kendilerine genişlik verdiği bir hususta insanları sı­kıştırmamış olacaklardı.

A- Elbisenin Uzatılması ile İlgili Hadîsler

Mesela, Müslim'in Ebu Zerr'den (r.a.), onun da NeWden (s.a.v.) rivayet ettiği şu hadîse bakın: "Üç kişi vardır ki, kıya­met gününde Allah onlarla konuşmaz:

1) Verdiğini ancak başa kakmak için verip, başa kakan kişi,

2) Yalan yeminle malına revaç sağlamaya çalışan kişi19,

3) Ve elbisesini uzatan kişi.". 2°

Yine Ebu Zerr'den gelen başka bir rivayette ise: "Üç ki­şi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onla­ra bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için acıklı bir

19~ d-Müneffık; malı rivaca çıkarmaya çalışan, onu payelendiren de­mektir. 2"~ Müslim, İman 46, nu; 171

254

 

sDpjnetİ anlamada yöntem

azap vardır." Resûlulİah (s.av.) bunu üç defa okudu. Ebu Zerr dedi ki: "Rezil rüsva oldular, kim bunlar ey Allah'ın Re­sulü?" Buyurdular ki: "Elbisesini uzatan, sık sık başa kakan ve yalan yeminle malına revaç sağlamaya çalışan." 21 Peki buradaki elbisesini uzatandan murad nedir? Acaba o, kast-ı kibir ve kendini beğenmek olmaksızın, kendi toplumunda olduğu üzere âdet olarak da olsa, elbise­sini uzatan herkes midir?

Belki Sahih-i BuhârPde gelen Ebu Hureyre hadîsi de bu hadîse tanıklık etmektedir: "Elbiseden topukların altına uza­nanı cehennemdedir." ^ Nesaî'de ise şu lafızla zikredilmiş­tir: "Elbisenin topuklarından altı cehennemdedir." 23

Mânâ ise: "Uzun elbise sahibinin ayağının topuğundan aşağı olan cehennemdedir. Yaptığına bir ceza olarak elbise ile, onu giyenin bedeni kinaye edilmiştir." 2*

Fakat bu konuda gelen tüm hadîsleri okuyan bir kişi meselenin Nevevî, ibn Hacer ve başkalarının tercih ettiği şe­kilde olduğunu anlar: "Buradaki mutlaklık, onda vârid olan kibirlilik kaydına hamledilmiş tir. Kibirlilik ise, hakkında it­tifakla vaîd vârid olan bir haldir."25

Burada Sahih-i Buhâri’de bu hadîslerden gelenleri oku­yalım: Buhârî Kibir olmaksızın elbisesini sürüyen kimse ba­bında Nebî'den (s.a.v.) Abdullah ibn Ömer hadîsini rivayet

21" Müslim, İman 46, nu: 171

"' Buhârî, libas i- "Babu ma esfele mine'I-Ka'beyni fehüve fi'Nesaî-

Nar" (Fetbu'l-Bârî, Hadis nu. 5787)

"~ Nesaî, Zine I03="Babu ma esfele mine'1-Ka'beyniminel-izar", c. 8, s. 207.

24~ İbn Hacer, Fethu'!-Bârî, c. 10, s. 257, Selefiyye'den fotokopi olarak Dar'ul-Fikir baskısı. "~ A.g.e, aynı yer.

255

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

etmiştir. O, şöyle buyuruyor: "Kim elbisesini kibirle sürürse, Allah kıyamet günü ona bakmaz." Hz. Ebubekir dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü! Elbisemin iki eteğinden biri sarkıyor, ancak onu kaldırıyorum (ne dersin?)" Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) "Sen onu kibir olarak yapanlardan değilsin" buyurdu.26

Yine Buhârî aynı babda Ebubekir hadîsini rivayet et­miştir: "Dedi ki; 'Biz Nebî'nin (s.a.v.) yanındayken güneş tu­tuldu. Bunun üzerine O, acele bir şekilde kalkıp elbisesini sürüyerek ta mescide kadar geldi...'"27

. "Elbisesini kibirle sürüyen babı"nda ise Ebu Hureyre, Resûiullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Allah kibirle elbisesini sürüyene bakmaz."38

Yine Ebu Hureyre'den: Dedi ki: "Nebi veya Ebu'l-Ka-sim (s.a.v.) buyurdu ki; 'Bir defasında, saçlarını güzelce tara­yıp, kendini beğenen bir adam, yeni ve güzel bir elbise İçin­de yürüyordu. Ansızın Allah onu yere batırdı ve o, kıyamet gününe kadar, çırpınarak bağırıp duracaktır.'"29

Yine Ibn Ömer'den ve bir benzeri de Ebu Hureyre'den gelmiştir: "Bir defasında bir adam elbisesini sürüyordu. Bu sebeple ansızın yere batırıldı. Artık o, kıyamet gününe kadar orada çırpınarak bağırıp duracaktır."30

Müslim de Ebu Hureyre'nin bu hadîsini ve Öncekini ri­vayet etmiş, İbn Ömer'in hadîsini ise bütün isnâdlanyla ri­vayet etmiştir. Onlardan birisi; "Resûlullah'ı (s.a.v.) şu ku-

26" A.g.e., s. 254, H. Nu. 5784 (Buharı, Libas 2) 27~ A.g.e., aynı yer, h. Nu: 2785 (Buhârî, Libas 2) 2S~ A.g.e, h. Nu: 5788 "el-Batar": Kibirlilik ve azgınlık "yetecelce-lu"nun mânâsı ise yere batıp şiddetli ısiırapla urdan oraya çırpınmak­tır.

29" H. Nu: 5789 (Buhârî, liims 5) M- H. Nu. 5790 (Buhârî, Libas 5)

256

 

SÜNNETİ ANLAMAPA YÖNTEM

laklarımla, şöyle buyururken işittim; 'Kim elbisesini sürür ve bununla sadece kibirlenmeyi isterse Allah kıyamet gü­nünde ona bakmaz.'"31 Bu rivayette 'bununla sadece kibir­lenmeyi isterse' şeklindeki açıkça hasretme yoluyla 'kibir­lenme' kaydı zikredilmiştir ki bu başka türlü bir te'vile im­kân bırakmamıştır,

İmam Nevevî tolerans ile itham olunmayan bir âlimdir. Bilakis o, bu sahada çalışanların bildiği gibi azimetleri ve ih­tiyatlısını almaya daha meyillidir. "Elbisesini uzatan" hadî­sinin şerhinde diyor ki32; O'nun (s.a.v.) "elbisesini uzatan" sözünün mânâsı; "onu geniş-bol yapıp aşağı salan, kibirlene­rek bir tarafını sürükleyen" demektir. Elbisenin kibirle sü­rünmesi şeklindeki bu takyid "elbisesini sürüyen" umum ifadesini tahsis ediyor. Şu halde vaidle murad, onu kibirle sürükleyen kişidir. Nitekim Nebî (s.a.v.) bu hususta Ebube­kir es-Sıddık'a (r.a.) ruhsat vermiş ve ona "Sen onlardan de­ğilsin" buyurmuştur. Çünkü o, kibirden başka bir gaye (ha­ya vs.) için sürüyordu.

Hafız İbn Hacer ise izan uzatma ve elbiseyi sürüme üzerine terettüb edecek vaîd hakkında Buhârî'nin rivayet et­tiği hadîslerin şerhinde şöyle demektedir:

"Bu hadîslerde kibir için elbiseyi uzatma, büyük bir gü­nahtır. Kibir olmaksızın uzatmaya gelince, hadîslerin zahi­rinden onun da haram olduğu anlaşılıyor. Fakat onun bu ha­dîslerde kibirle takyidinin yanı sıra, elbiseyi uzatmanın zem-mi hakkında gelen sakındırmadaki mutlaklığın mukayyed

31  Sahih-t Müslim bi Şerhi'n-Nevevî, Şa'b baskısı, c. 4, s, 795, BabÜ Tah-rinıi Cerri's-Sevbi Heyulaca (Müslim, Libas 9, ho. 45) 32~ Aynı kaynak, c. I, s. 305.

257

 

SUİNİYETİ ANLAMADA YÖNTEM

üzere hamlolunması ile delil gösterildi. Dolayısıyla kibirden emin olunduğunda elbiseyi sürüme ve uzatma haram olmaz. Hafız, fakih İbn Abdilberr ise şöyle demektedir: "Mef­humundan, kibir dışında elbiseyi sürümeye vaîdin dahil ol­madığı anlaşılmaktadır. Şu kadar var ki elbiseden gömlek vs. sürünmesi her durumda kötülenmiştir."33

Hakkında vaîdin geldiği, elbisenin kibir kastıyla uzatıl­ması kaydındaki bu şekildeki anlayışı şu da desteklemekte­dir: Hadîslerde zikredilen vaîd, şiddetli bir vaîddir. O kadar ki elbisesini uzatan, (Allah'ın kıyamet gününde konuşmaya­cağı, ona bakmayacağı, temize çıkarmayacağı, kendilerine acıklı bir azabın varolduğu) üç sınıf insandan biri olarak zik­redilmiştir. Hatta Nebî (s.a.v.) bu vaîdi üç defa tekrarlayınca Ebu Zerr bu vaîdin korkusundan "Rezil rüsva oldular, kim onlar ey Allah'ın Resulü?" demekten kendini alamamıştır. Bütün bunlar delâlet ediyor ki onların yaptıkları, sahibini helak eden günahlardan ve haramların büyüklerindendir. Bu ise, ancak, şeriatın ikame etmek ve korumak üzere geldi­ği din, can, akıl, ırz-neseb ve maldaki zaruri maksatların ge­rektirdiği şeylerde olur. Bunlar ise İslâm şeriatının temel maksatlarıdır.

İzar veya elbisenin mücerred olarak kısaltılması, kendi­siyle hayatın güzelleştiği, zevklerin artırıldığı ve güzel ahlâkın derinleştiği edepler ve tamamlayıcı unsurlarla (el-mükemmilat) ilgili olan güzellikler (et-tahsiniyyat) babına dahildir.

Ama herhangi kötü bir kastı olmaksızın sürünmesi, uzatılması ise tenzihi mekruhlar kısmına daha uygundur.

Burada, dinin mühim gördüğü ve en fazla önem verdi­ği şey, zahiri gidişatın arkasındaki niyetler ve öze ait mânâ-

33- İbn Hacer, Fethul-Bâri, c. 10, s. 263.

258

 

SÜNNETf ANLAMADA YÖNTEM

lardır. Burada dinin karşı konulma'sına Önem verdiği şey, kalbinde zerre miktarı dahi bulunan kimsenin cennete gire­meyeceği, kalp hastalıklarından ve ruhsal afetlerden böbür­lenme, kendini beğenme, kibir, övünme ve başkalarını be-ğenmemezlik gibi şeylerdir.

Bu ise diğer hadîslerin delâlet ettiği gibi elbiseyi uzat­mada gelen şiddetli vaîd takyidinin, kibirlenmeyi kasteden hakkında olduğunu tamamen destekleyen şeylerdendir.

Söylediklerimize ilave edilebilecek diğer bir mânâ da şudur Elbise durumu gerek keyfiyetiyle, gerekse şekliyle in­sanların Örf ve adetlerine bağlıdır. Öyle ki bazen sıcaklık-so-ğukluk, bazen fakirlik-zenginlik, bazen güçlülük-acizlik ya da iş türü, yaşam seviyesi ve bunlar gibi tesiri olan hususla­rın değişmesiyle değişir.

Şâri burada insanlardan çeşitli kayıtları kaldırarak ha­fifletiyor. Zahirde israf ve şımarıklığın ortaya konulmasına, batında ise (başkalarını) beğenmezlik ve kibîr kastedilmesi-ne mani olmak için ancak belirli sınırlar içerisinde müdaha­le ediyor ki bu gibi şeyler kendi yerlerinde detaylı olarak açıklanmıştır.34

Bunun içindir ki İmam Buhârî, Sahih'inde?5 Kitabu'l-Libas'ın başına "Allah Teâlâ'nın: 'De ki: Kulları için çıkardığı Allah'ın ziynetlerini haram kılan da kimdir?' (Araf, 32) buy­ruğu babı" şeklinde başlık atmış ve orada şu iki haberi nak-letmiştir: "Nebî (s.a.v.): 'İsraf ve kibir olmaksızın yiyiniz, içi­niz, giyininiz, sadaka veriniz,'36 buyurmuştur."

3^~ Bkz. "d-Hetai ve'İ-Haram" kilabımızın "Giysi ve Ziynet Bölümü", s. 79-92.

35" Bkz: Fethu't-Bûri, c. 10, s. 252 (Buhârî, tîtas 1)

3°" Buhârî bunu cezm sigasıyla muallak olarak zikretmiş, Haftz İbn

Hacer ise onun bunu başka bir yerde mevsul bir senedle nakletmedi-

259

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İbn Abbas ise şöyle demiştir: "Şu iki şey seni hataya dü­şürmedikçe dilediğini ye ve dilediğini giy; israf ve kibir."37

Yine İbn Hacer, hocası Hafız Irakî'nin Tirmizi şerhinde şöyle dediğini nakletnıiştir: "Elbiseden kibirle yere değenin haramlığında şüphe yoktur. Eğer alışılmıştan fazla uzatıla­nın da haramlığı söylenirse bu, doğruluktan uzak olmaz. Fa­kat daha sonra elbiseyi uzatmak insanlar arasında alışılagel­miş bir hale geldi ve çeşitli insanların onunla tanındığı bir alamet oldu. Ama her ne zaman kibir gayesiyle giyilirse, bu­nun haramlığında şüphe yoktur. Adet olarak uzatılanda ise - yasak olan elbise eteği sürüme şekline varmadıkça- haram-lık yoktur."

Kâdî İyâz da, âlimlerden, elbisedeki her uzunluk ve ge­nişlikten âdetten fazla ve alışılmışın dışında olanın mekruh olduğu şeklindeki görüşlerini kaydetmiştir.38

Burada, Hafız Irakî'nin de dediği gibi, âdetin bir hük­mü, toplumdaki yaygın anlayışın da bir te'siri vardır. Bazen âdetin dışına çıkmak, sahibini şöhret zanlısı yapar. Şöhret el­bisesi ise şeriatta da zemmedilmiş tir. Hayırlı olanı ise, orta yoldur.

ğini söylemiştir. Ama, et-Tayaİisi ve el-Haris ibn Ebi Üsame müsned-lerinde bunu Amı b. Şuayb'den, o, babasından, o da dedesinden ge­len bir senedle mevsul olarak rivayet etmişlerdir. et-Tayalisi'nin riva­yetinde 'israf ve kibir olmaksızın" kısmı, el-Haris'înkinde de de 'sa­daka veriniz' ifadesi yoktur. İbn Ebi'd-Dünya ise onu Kitabu'ş-Şükfde tamamıyla mevsul olarak nakletmiştir. Bkz. (Hafız ibn Hacer, Fethu'l-Barî, c 10, s. 253)

3    Hafız İbn Hacer, ibn Ebi Şeybe'nin Musannifinde bunu mevsul olarak rivayet ettiğini söylüyor. Bkz: Aynı kaynak. (Bkz. İbn Ebi Şey-be, el-Musannef, h. Nu: 24878 {c.5, s. 171) Müessesetü'1-Kitabi's-Seka-fiyye, Beyrut 1989). 3S  İbn Hacer, Fethul-BM, c. 10, s. 262.

260

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Şu kadar var ki, kim sünnete uyarak, kibir ile giyme zan­nından uzaklaşarak ve âlimlerin ihtilafından kurtulmak üzere, ihtiyatlı olanı almak için elbisesini kısaltmayı kastetmişse, o inşallah bunun ecrini alır. Ancak bunu, bütün insanları bağla­yıcı olarak görmemeli ve zikrettiğimiz hak üzere olan sarihler­den ve İmamlardan birinin görüşüyle ikna olup da bunu terk edene aşırı bir şekilde karşı çıkmamalıdır. Çünkü her mücte-hidin bir nasibi ve her kimsenin de niyet ettiği şey vardır.

Şu halde diğer hadîslere ve konuyla ilgili diğer nasslara bakmaksızın, bir hadîsin zahiriyle yetinmek, kişiyi çok defa hataya düşürür, doğru yoldan ve hadîsin söylediği maksat­tan uzaklaştırır.

B- Ziraat ile İlgili Hadîsler

Yine Buhârî'nin Sahih'mde, Kitabu'l-Muzaraa'da. Ebu Ümame el-Bahili'den rivayet ettiği şu hadîse bakın! O, bir tarım aleti (pulluk, saban vs.) gördüğünde dedi ki: "Resûlullah'ı (s.a.v.) şöyle buyururken işittim: 'Bu (alet) bir kavmin evine girsin de Allah oraya zelillik sokmasın."'39

Şüphesiz bu hadîsin zahiri, çalışanlarını hor görülmeye ve hakirliğe götüren tarım ve ziraattan, Resûlullah'ın (s.av.) hoşlanmadığını ifade ediyor. Nitekim bazı müsteşrikler, İs­lâm'da ziraatın konumunu kötü göstermek için bu hadîsi is­tismar etmeye çalışmışlardır.

Şu halde hadîsten murad, zahirinden anlaşılan mânâ mıdır? İslâm, ziraatı ve ağaç dikmeyi kerih mi görmektedir?

İşte bu; mânâsı gayet açık ve sahih olan diğer nasslarla çelişen bir haberdir.

39-

Buhârî, Muzaraa 2

261

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Ensar ziraatçı ve ağaç yetiştiren kimseler olmasına rağ­men Nebî (s.a.v.) onlara ziraatçılıktan ve ağaç dikmekten vazgeçmelerini emretmedi. Aksine, sünnet; ziraat, sulama, ölü arazileri kullanma ve bunlarla ilgili hak ve görevleri be­yan ederken, İslâm fıkhı da bunların her birisini detaylı bir şekilde açıkladı.

Mesela Seyhan (Buhârî ve Müslim) ile başkaları Ne-bî'den (s.a.v.) şöyle rivayet etmişlerdir: "Ağaç diken veya ekin eken bir Müslümanın bu ekip-diktiğinden herhangi bir kuş veya insan veya hayvan yesin de, bu onun için bir sada­ka olmasın (mutlaka olur)."40

Müslim onu, Cabir'den şu lafızlarla rivayet eder: "Müs­lümanın diktiğinden yenilen, onun için bir sadaka olur. On­dan çalınan onun için bir sadakadır. Yırtıcı-pençeli hayvan­ların yediği onun İçin bir sadakadır. Kuşların yediği onun için bir sadakadır. Birisinin verdiği zarar (alıp-eksilttiği) yi­ne onun için bir sadakadır.'"11

Yine Cabir'den; "Nebi <s.a.v.) Ümmü Ma'bed'in bahçe­sine girdi ve şöyle buyurdu; 'Ey Ümmü Ma'bed! Bu hurma­ları kim dikti? Müslüman mı, yoksa kafir mi?' Dedi ki; 'Ha­yır, Müslüman dikti.' Bunun üzerine O; 'Bir Müslüman bir ağaç diksin de, ondan insan, hayvan veya kuş yesin de, bu onun için kıyamet gününe dek (devamlı) bir sadaka olma-

"42

sın.

Öyle anlaşılıyor ki o adamm herhangi bir niyeti olmasa bile, pençeli hayvanların, kuşların yediği, hırsızın çaldığı, kendisine izin verilmeksizin alıp-eksiltenin zarar verdiğinde

*'" Muttefekun aieyhtir. Cabir'den (r.a.) gelmiştir. El-Lü'liiü ve'l-Mer-

can, lı.Nu. 1001.

**' Müslim, Musakat 2= "Babıı Fadİi'l-Carsi ve'z-Zer'i", nu. 7".

*'" A.g.e, aynı yer.

262

 

SUNNITl ANLAMADA YÖNTEM

olduğu gibi, diktiği ağaçların meyvelerinden almana karşılık olmak üzere o, Allah katında sadaka sevabıyla mükafatlandırılmıştır.

Ve o, dikilen ve ekilenden faydalanan canlılar var oldu­ğu müddetçe kalıcı, devamlı, kesilmeyen bir sadakadır.

Bundan daha büyük hangi fazilet vardır? Ve hangi teş­vik unsuru, ziraatı böylesine teşvik edebilir?

İşte eskiden bazı âlimlere: "Ziraat kazançların en fazi-letlisidir." dedirten budur.

Ekip-dikmeye teşvik eden en çarpıcı hadîs ise Ah-med'in Müsned'inde, Buhârî'nin Edebü'i-Müfred'inde Hz. Enes'ten rivayet ettikleri şu hadîstir: "Birinizin elinde bir fi­dan (hurma vb.) varken kıyamet kopmak üzere olsa ve kıya­met kopmadan onu dikebilecekse onu derhal diksin."4^ Ka­naatimce bu, haddizatında, dünyayı mamur kılmak için ya­pılan çalışmanın güzel görülmesidir. Hatta onu dikenin ve ondan sonra bir başkasının bunun ardında herhangi bir menfaati olmasa bile bu böyledir. Çünkü kıyamet koparken ağaç diken birisinin bu diktiğinden fayda ümit etmesi söz konusu bile değildir!

Hayat devam ettiği müddetçe dikmeye ve mahsul yetiş­tirmeye bundan daha fazla teşvik olamaz. Zira insan önce Allah'a kulluk için, sonra da çalışmak ve yeryüzünü imar için yaratılmıştır. Şu halde o, dünyanın son anlarına dek hem kul, hem de çalışan biri olarak yaşamalıdır.

43" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 183-4, 191; Buhirî, el-Edebü'l-Miifred, s. 168, nu: 479, 480'de rivayet etmişlerdir. Elbânî önu Müslim'in jarfı üzere sahih kabul etmiştir. (es-Sahiha, nu: 9) Heysemi onu Mecmau'z-Zemitfde muhtasar olarak nakletmiş ve şöyle demiştir: "Onu Bezzar rivâyef etmiş olup, râvileri esbet ve sikadırlar, (c. 4, s. 63)" Onu Ah­med ibn Hanbel'e nispet etmeyi ihmal etmiştir.

263

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İşte ta ilk asırlarda sahabenin ve Müslümanların anladı­ğı ve onları ziraat ve Ölü arazileri ihya etmekle yeryüzünü mamur etmeye sevk eden şey budur.

Ibn Cerİr, Ammara İbn Huzeyme İbn Sabit'ten onun şöyle dediğini rivayet eder: "Ömer ibn el-Hattab'm babama şöyle dediğini işittim: 'Toprağına ağaç dikmeme engel olan nedir?' Babam ona dedi ki: 'Ben yaşlı bir adamım ve yarın öleceğim!' Bu defa Ömer ona: 'Sana emrediyorum, oraya mutlaka ağaç dikeceksin' dedi. Sonra Ömer ibn Hattab'ı ba­bamla birlikte onları kendi elleriyle dikerken gördüm." **

Yine İmam Ahmed, Ebu'd-Derda'dan rivayet ediyor: "O Dımaşk'da ağaç dikerken kendisine bir adam uğradı ve ona dedi ki: 'Resûlullah'ın (s.a.v.) bir sahabisi olduğun hal­de sen de mi bunu yapıyorsun?' Bunun üzerine o; 'Hakkım­da acele hüküm verme! Ben Resûlullah'ın şöyle buyurduğu­nu işittim: 'Bir kimse ağaç diksin ve ondan insan veya Al­lah'ın yarattıklarından herhangi biri yesin de, bu onun için bir sadaka olmasın.' dedi."45

Şu halde Buhârî'nin rivayet ettiği Ebu Ümame hadîsi ne şekilde yorumlanacaktır?

Onu İmam Suhârî "Ziraat aletiyle meşgul olmanın ve emrolunan sınırın aşılmasının akıbetlerinden sakındıran ha­berler" babında zikretmiştir.*

Hafız Ibn Hacer Fethu'l-Bâri'de şöyle der: "Buhârî bu başlıkla Ebu Ümame hadîsiyle, ekip-dİkrnenin fazileti hak-

44~ Suyutî, el-Camiu'l-Kcbir, Bfcz: Elbâni, es-Sakiha, c. 1, s. 12.

Heyserni, Mecmau'z-Zevaid'de naklelmiş ve şöyle demiştir: Bunu, Ahmed ve el-Mu'cemu'l-Kebir'de Taberani rivayet etmiştir. Râvileri güvenilir görülmüştür. Onlar hakkında bazı şeyler soylenmişse de, zararsızdır, (c. 4, s. 67-68) a" Buhâri, Hars 2

264

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTKM

kında geçen hadîs arasını cem etmeye işaret etmiştir. Bu ise şu iki durumdan birisi ile olur: Bu ya böylesi zemmin netice­ye hamledilmesi şeklinde olur. Yani ziraatla meşgul olup, bu sebeple yapmakla emrolunduğu bir vecibeyi yapmamış, me­sela farz olan cihad görevini terk etmiş olabilir. Ya da böyle herhangi bir görevi ihmal etmemişse, onun tarladaki sınırı geçtiğine hamledilir.

Bazı sarihler ise şöyle der: Bu, düşmana yakın olan kim­seler içindir. Çünkü o, tarımla uğraşırsa, binicilikle uğraşa­maz. Ve düşman ona karşı aslan kesilir. Dolayısıyla onların vazifesi binicilikle uğraşmak, başkalarına düşen ise, onların ihtiyaç duydukları şeylerle onlara yardım etmeleridir."46

Hadîsten kastedilen mânânın bu olduğuna ışık tutan haberlerden birisi de Ahmed ve Ebu Davut’un merfu olarak Ibn Ömer'den rivayet ettikleri şu hadîstir: "İyne tarzı*7 ile alış-veriş yaptığınızda, sığır kuyruklarına yapışıp, ziraata dalarak cihadı terk ettiğinizde, Allah size zelilliği musallat eder ve dininize dönünceye kadar onu sizden kaldırmaz."48 İşte bu hadîs, ümmetin- dini görevler karşısında gev­şekliğe düşmesine ve dünyadaki görevlerinden olup da ri­ayet etmesi gerekenleri ihmaline uygun bir ceza olarak, ken­disine musallat olan zelilliğin sebeplerini açıkça ortaya koy­maktadır. Yine İyne ihe alış-veriş, Allah'ın haram kıldığı ve

46' İbn Hacer, a.g.e, c. 5, s. 402.

el-Iynetu: Kişinin malını başkasına vade ile satıp, mah müşteriye teslim etmesi, sonra malın bedelini almadan önce aynı malı, aynı adamdan önceki bedelinden daha az bir nakille satın almasıdır. Bu ise faiz yemek için başvurulan hile (çözüm) şekillerindendir. ™" Elbânî, bu hadisin bütün isnâdlarını sahih görmüştür. cs-Sahiha 1], hususta, "Bey'u'l-Mürabahati li'j-Amiri bi'ş-Şirai" adlı kitabımız­da biraz söz ettik.

265

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şiddetli azabını göstermiş olduğu ve onu yapanın Allah'a ve Resulüne savaş ilan etmiş olduğunu bildirdiği hususta -ya­ni faizde- ümmetin küçük düştüğüne ve zahiri helal gibi gö­züken ama, batını şüphesiz haram olan çeşitli suretlerde yaptıkları muamelelerle onu yeme çarelerine (hilelere) baş­vurduğuna delâlet ediyor.

Nitekim, sığır kuyruklarını izlemek ve tarımdan hoşnut olmak, ziraate ve özel işlerde devamlılığa ve özellikle de as­kerî alanlarla ilgili olanlar başta olmak üzere çeşitli sanatla­rın ihmaline delâlet ediyor.b

Cihadın terkine gelince, bu da yukarıda geçen hususun mantıksal b ir sonucudur.

İşte bütün bu sebeplerle, ümmet dinine dönmedikçe, horluk ve hakirlik onları çepeçevre kuşatır.

a" İbn Hacer, a.g,e, c, 5, s. 402)

"* Tarım ülkesi denilerek sadece tarım ve ziraatla yetinip, her türlü sanayi ve teknolojik çabaları ihmal eden bir çok Müslüman beldeler­de görülen ve gittikçe büyüyen gerilemeler ve çoğalan problemler, hadîsin hedeflediği mânâyı ne kadar da desteklemektedir.

266

 

3- MUHTEÜFU'L-HADÎS ARASINDA UZLAŞTIRMA VE TERCİH

Sabit olmuş şer'î nasslarda asıl olan, birbirleriyle çelişmeme-leridir. Çünkü hak, hak ile çelişmez. Şayet çelişkinin varlığı farz edilirse, bunun ancak zahirinde olup, hakikatte ve pra­tikte böyle olmadığı görülür. Bizim üzerimize düşen ise, id­dia edilen bu çelişkiyi gidermektir.

Herhangi bir zorlama ve saptırma olmaksızın, her iki­siyle birlikte amel edilecek şekilde iki nass arasını cem ve tevfik (birbirine uygun hale getirme) İle çelişkinin giderilme­si mümkün olursa, bu, ikisinden birini tercih yoluna gitmek­ten daha evladır. Çünkü tercih, iki nassdan birinin ihmali, diğerinin onun üzerine takdim edilmesi demektir.

267

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

A- Uzlaştırma, Tercihten Önce Gelir

Zahirleri çelişen -ilk bakışta- metinlerin mânâları ihtilaflı olan sahih hadîslerin arasını uzlaştırma, aralarını cem etme, uyum sağlanıp ihtilaf etmeyecek ve bütünlük sağlanıp çeliş­meyecek şekilde her birisini doğru olan yerine koyma da sünnetin iyi anlaşılabilmesi için Önemli hususlardandır.

Burada "sahih hadîsler" dedik- Çünkü zayıf hadîsler bu sahaya girmez. Zayıf hadîslerle, sahihler çeliştiğinde bizden onların arasını cem etmemiz istenmez. Ancak zayıf olduğu halde, sahihmiş gibi almak suretiyle olursa o başka.49

Bunun içindir ki muhakkik âlimler Ebu Davud ve Tir-mizi'deki, erkek âmâ da olsa kadının ona bakmasını haram kılan "İkiniz de mi amasınız?" şeklindeki Ummü Seleme ha­dîsini, mü'minlerin annesi Aişe ile Fatıma binti Kays'ın riva­yet ettikleri hadîse dayanarak reddettiler ki bunların ikisi de Sah ih 'dedir.

Ümmü Seleme (r.a.) dedi ki: "Resûlullah'ın yanınday­dım. Yanında Meymune de vardı. Derken Ibn Ümmi Mek-tum çıkageldi. Bu hadîse örtü ile emrolunmanuzdan sonra idi. (Onu görünce) Nebî (s.a.v.): 'Örtünün!' buyurdu. Biz: "Ey Allah'ın Resulü! O, âmâ değil mi? Bizi ne görebilir, ne de bi­lebilir!' dedik. Bunun üzerine Nebî (s.a.v.): 'Siz de mi âmâsınız? Siz onu görmüyor musunuz?' buyurdu." Bunu Ebu Da­vud ve Tirmizi rivayet etmiş ve "hasen-sahih hadîstir" demişlerdir. x

Her ne kadar Tirmizi onu sahih görse de hadîsin sene­dinde Ummü Seleme'nin mevlası Nebehan vardır ki kendisi

"- Asılları ve senedleri olmayan veya uydurma haberlere gelince, bu sahada onların yalan, batıl ve kitaba, sünnete ters düştüğünü açıkla­ma dışında onlarla uğraşmaya gerek yoktur. 50- Ebu Davud, Libas 37, nu: 4112; Tirmizi, Edeb 29, nu: 2778.

268

 

SÛNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

meçhul olup, onu Ibn Hıbban'dan başkası sika görmemiştir. Bunun içindir ki Zehebi onu el-Muğni'de zayıf râviler arasın­da zikretmiştir.

Bu hadîs, kadının yabancı erkeklere bakmasının caiz ol­duğuna delâlet eden Sahihayn (Buhârî, Müslim)'da gelen ba­zı haberlerle çelişmektedir. Mesela Aişe şöyle anlatır: "Ben, mescitte (savaş oyunları) oynayan Habeşiîere bakarken, Ne­bî (s.a.v.) cübbesiyle beni örtüyordu."51

Kâdî İyâz der ki: "Bunda kadınların, yabancı erkeklerin yaptıklarına bakmasına cevaz vardır. Ancak erkeklerin gü­zel yönlerine bakmaları ve bununla zevk almayı arzulamala­rı kadınlara da mekruh olur."

Buhârî'nin bu hadîs için koymuş olduğu bab başlıkla­rından birisi: "Başkalarını suizanna düşürmeksizin, kadının, Habeşlilere vb. bakması babı" şeklindedir. 52

Bunu yine Buhârî'nin Fatıma binti Kays'tan rivayet etti­ği şu hadîs desteklemektedir: "Kocası onu üç talakla boşadı-ğında, Nebî (s.a.v.) ona buyurdular ki: '(Git) İbn Ümmi Mek-tum'un evinde İddet bekle! Çünkü o âmâ bir adamdır. Olur ki elbiseni çıkarırsın ve o seni göremez.'" Daha önce Ümmi Şerik'in evinde iddet beklemesini işaret etmiş, sonra da şöy­le buyurmuştur: "O, ashabımın yanına girip çıktığı bir ka­dındır. Sen, İbn Ümmi Mektum'un evinde iddet bekle..."3 Netice olarak, bu sahih hadîsler varken, zayıflığı sebebiyle Ümmi Seleme hadîsine itibar edilemez.

"" Hadîs muttefekun aleyhtir. Onu Seyhan ile başkaları da çeşitli lafızlarla rivayet etmişlerdir. Genel mânâsı ise birdir. Bkz: el-lii'tüü vel-Mercan, nu: 533 ve Fethu'1-Barî ile birlikte Buhârî, Nikâh 114, nu: 950.

52' Fethu'1-BârÎ, c. 2, s. 445. (Buhârî, Nikâh 114)

a" Buhârî (?), Müslim, Talak 6, nu: 2.36-38; Muvalta, Talak 67; Ebu Da­vud, Talak 39)

269

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Şu kadar var ki, bu vacip değilse de - bir an için zayıf delili sahih farzetme babından - zayıf hadîs ile sahih hadis arasını uzlaştırmaya çalışmak da caiz olur.

Bunun içindir ki İmam Kurtubi ve başkaları, zikredilen Ümmü Seleme hadîsi hakkında şöyle demiştir: "Sahih oldu­ğu takdirde ise bu, Nebî'den (s.a.v.) hanımların örtüsünde ti­tiz olduğu gibi, onların mahremliğinde de haris olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim buna imamlardan Ebu Davud ve başkaları da işaret etmiştir. "a

Geriye Nebî'nin (s.a.v.) Fatıma bt. Kays'a, Ümmü Şe-rik'in evinde iddet beklemesini emreden sabit ve sahih olan bu hadîsin mânâsı kalıyor. Sonra O (s.a.v.) buyurdular ki: "O, ashabımın yanına girip-çıktığı bir kadındır. Sen İbn Üm-mi Mektum'un evinde iddet bekle! Çünkü o, âmâ bir adam­dır. Elbiseni çıkarırsın da seni göremez."

Kurtubi: "Bazı âlimler bu hadîsi, erkeğin, bir kadının baş ve kulak memesi gibi uzuvlannı görmeyeceğine, fakat kadının, erkeğin bu uzuvlarını görmesinin caiz olduğuna delil getirdiler."b demiştir. Ama avret yerleri ise tabiki caiz değildir.

O (s.a.v.), Fatıma'nın Ümmü Şerik'in evinden İbn Ümmi Mektum'un evine taşınmasını emretti. Çünkü bu onun Ümmü Şerik'in evinde kalmasından daha evla idi. Zira, Üm­mü Şerik, evine girip-çıkanın çokluğuyla tanınmaktaydı, do­layısıyla orada onu gören çok olacaktı. Ama, İbn Ümmi Mektum'un evinde ise onu kimse görmeyecekti. Dolayısıyla Fatıma'nın gözünü ondan çekivermesi daha kolay ve daha

a- Ebu Davud, Libas 37,)

°~ Kurtubi'deki "Mâ'lS yecüzü" ifadesinde bulunan "lâ" dizgi hatası

olarak düşmüş olmalı.)

270

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

evla idi. Bu yüzden O (s.a.v.) buna ruhsat verdi. En iyisini Allah bilir. ^

I- Kadınların Kabirleri Ziyareti ile İlgili Hadîsler

Kadınları kabirleri ziyaretten men eden hadîslerden bi­ri, Ebu Hureyre'nin şu hadîsidir: "Nebi (s.a.v.) kabirleri ziya­ret eden kadınlara lanet etti." Bunu Ahmed, İbn Mâce ve Tir-mizi rivayet etmiş ve "hasen-sahihtir" demişlerdir. Yine onu İbn Hıbban da Sahih'inde rivayet etmiştir. 5*

Aynı şekilde bu, "Kabirleri ziyaret eden kadınlar" lafzı ile İbn Abbas ve Hassan b. Sabit'ten de rivayet edilmiştir. SS Bunu, kadınların cenazeyi takip etmelerini yasaklayan hadîsler de3 desteklemektedir. Bu hükümden hareketle ka­dınların kabir ziyaretinden men edildiği hükmüne varılabilir. Bu hadîslerin karşısında ise, erkekler gibi, kadınların zi­yaretine de izin verildiği anlaşılan diğer hadîsler vardır. Bun­lardan birisi, Nebî'nin (s.a.v.) şu buyruğudur: "Sizi kabirleri ziyaretten yasaklamıştım.  Artık onları ziyaret edebilirsi­niz."56 "Kabirleri ziyaret edin, çünkü o, ölümü hatırlatır." ^7

53~ Tefsiru'l-Kurtubi {Ahkamul-Kur'an) c. 12, s. 228, Darü'l-Kütübi'l-Mısriyye bas k ısı.

5** Tirmizi, Cenah 61, nu: 1056; İbn Mâce; Cemiz 49, nu: 1576; Ahmed, Müsned, c. 2, s. 337; Heysemi, Mevâridü'z-Zamatı 789; Beyhâki, es-Sü-nenü'l-Kübm, c. 4, s. 78; (el-ihsan fi Takribi Sahih-i İbn Hıbban, Cenah. 18, nu: 3179, c. 7, s. 452)

55~ Hadîsin tahriri için bkî: Elbâni, İrvau'l-Ğalü, 761 ve 774 numaralı hadîsler.

a- d-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 543; Ebu Davud, Cemiz 40; İbn Mâce, Ce-naiz 50)

-*" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 38; Hakim, Müstedrek, e. 1, s. 376. Enes'ten rivayet etmişlerdir. Camii's-Sağir, 4584. 57~ Müslim, Cemiz 36, nu: 976-977.

271

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Dolayısıyla kadınlar da bu genel ziyaret izni içine girer.

Onlardan birisi de: Müslim, Nesaî, Ahmed'in Hz. Ai-şe'den rivayet ettiği şu hadîstir: "Ey Allah'ın Resulü, (kabir­leri ziyaret ettiğimde) onlara ne diyeyim?" Buyurdular ki: 'Allah'ın selamı, mü'minlerden ve Müslümanlardan bu di­yar ahalisinin üzerine olsun. Allah bizden önce gidenlere de, sonraya kalanlara da rahmet eylesin. İnşallah bizler de sizle­re katılacağız.' de."58

O hadîslerden biri de: "Buhârî ve Müslim'in Hz. Enes'den rivayet ettikleri şu hadîstir: "Nebî (s.a.v.), bir kab­rin yanında ağlayan bir kadına rastladı ve ona şöyle buyur­du: 'Allah'tan kork ve sabret!' Bunun üzerine kadın O'nu ta­nımayarak; 'Bana karışma! Beni kendi hâlime bırak! Çünkü benim başıma gelen, senin başına gelmedi...' dedi."59

Görüldüğü gibi O (s.a.v.), kadının sabretmeyi sine karşı çıktı da, ziyaretine bir şey demedi.

Onlardan birisi de Hakim'in rivayet ettiği şu haberdir: "Resûlullah'ın (s.a.v.) kızı Fatıma, amcası Hamza'mn kabri­ni her Cuma ziyaret eder, dua eder ve kabrinin yanında ağ­lardı."60

Kabir ziyaretine izin veren hadîsler, onu men eden ha­dîslerden daha çok olmakla birlikte aralarının cem edilmesi ve uzlaştırılması mümkündür. Bu ise, hadîste zikredilen la­netin -Kurtubi'nin dediği gibi- mübalâğa sığasında olan "zevvarat" kelimesinin gerektirdiği bir mânâ olan sık sık zi­yaret eden kadınlar üzerine hamledilmek suretiyle olur.

58" Müslim, Cenah 35, nıt: 974; Nesai, Cemiz 103, c. 4, s. 93; Ahmed,

Müsned, c. 6, s. 221.

"" Muttefekun aleyhtir. El-Lü'liiü ve'l-Mcrcan, h. Nu: 533.

*°" Şevkânî, a.g.e, c. 4, s. 166. <Bkz; Hakim, a.g.e, c. 1, s. 377).

272

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Kurtubi der ki: "Belki buna götüren sebep de kocanın hakkı­nın yerine getirilmemesi, açılıp-saçılması ve bağırıp-çağırmadan kaynaklanan şeyler vb. olabilir. Şu halde denilebilir ki; kadınlar bütün bunlardan emin olunca, onlar için izne bir engel yoktur. Çünkü ölümü hatırlamaya erkekler de, kadın­lar da ihtiyaç duyar."

Şevkânî der ki: "Bu sözler, zahirde çelişik olan bu hadîs­lerin cem'inde itimat ediîmesi gereken sözlerdir." 61

Zahirleri çelişik iki veya daha fazla hadîs arasında cem etmek mümkün olmadığında onlar arasında tercihe gidilir ve âlimlerin zikrettiği tercih unsurlarından biriyle, birisi di­ğerine tercih olunur. Bu unsurları Hafız Suyutî, Tedribu'r-Râ-viaia Takribi'n-Nevevî adlı kitabında saymış ve sayıları yüzü geçmiştir.3

Tearuz ve tercih edilen bu konu, hem fıkıh usûlü, hem hadîs usûlü ve hem de Kur'an ilimleri sahalarına giren önemli konulardandır.

II- Azl Hadîsleri

Örnek olarak azl, yani hanım hamile kalmasın diye er­keğin eşiyle birleşme esnasında meniyi fercin dışına boşalt­ması hakkında gelen hadîsleri ele alalım: Burada Ebu'l-Berekat İbn Teymiyye (Ibn Teymiyye'nin dedesi)'nin el-Müntekâ min Abrâri'l-Mustafa adlı meşhur kitabının (Azl hakkında ge­len hadîsler babı) zikrettiği hadîslere bakalım.

Cabir (r.a.) dedi ki: "Kur'an vahyinin inmeye devam et­tiği Resûlullah zamanında biz azl yapıyorduk (Ama bundan nehy edilmedik) .b

bl" Şevkânî, aynı yer.

s~ Bkz: Suyutî, Tedrib, c. 2, s. 198-202

b" Hadîs muttefekun aleyh'dir. Buhârî, Nikâh 96; Müslim, NifcSh 136.

273

 

sOnnet! anlamada vöntem

Müslim'in rivayeti ise şöyledir: "Biz Resûlullah (s.a-v.) zamanında azl yapıyorduk. O, bunu duydu da, bizi bundan nehyetmedi."a

Yine Cabir (r.a.)'den, bir adam Resûlullah'a geldi ve de­di ki: "Benim bir cariyem var. O bizim hem hizmetçimiz, hem de hurma (bahçesinde) sucumuzdur. Bazen ona uğru-yorum, ama hamile kalmasını da istemiyorum. Bunun üze­rine O (s.a.v.) buyurdular ki: 'İstersen azl yap! Ama şüphe­siz onun için takdir tecelli edecektir.'"b

Ebu Said'den (r.a.), dedi ki: "Resûlullah (s.a.v.) ile bir­likte Benî Mustalık savaşına çıkmıştık ve Araplardan biraz esir almıştık. Hanımlardan ayrı kalmak bize zor geldi. Bu­nun üzerine (esirlerle birleşip) azl yapmak istedik. Bunu Re­sûlullah'a (s.a.v.) sorduk: 'Yapmanızda bir beis yoktur, çün­kü Allah kıyamete kadar yaratacaklarını yazmıştır.' buyur­du. "c

Yine Ebu Said'den, dedi ki: "Yahudiler 'azl, kız çocuğu­nu diri diri toprağa gömmenin küçüğüdür' demişlerdi. Re­sûlullah (s.a.v.) ise şöyle buyurdu: 'Yahudiler yalan söyledi­ler. Zira Allah şayet bir şey yaratmak isterse buna engel ol­maya kimsenin gücü yetmez.'"d Ebu Davud'un lafzı ise: "Bir adam geldi ve ' Ey Allah'ın Resulü, benim bir cariyem var ve ona azl yapıyorum. Diğer erkekler gibi ben de beraber olma­yı arzuladığım halde hamile kalmasını istemiyorum. Yahu­diler ise azlin ...olduğunu söylüyorlar.'"e

a" Müslim, Nifatt 138

b" Müslim, Nikâh 134; Müsned c. 3, s. 312,386; Ebu Davud, Nikâh 49

c' Hadîs müttefekun aleyhtir, el-hü'iüü ve't Mercan, mı: 9)3

d" Müsned, o 3, s. 33, 49,51

<^ Ebu Davud, Nikâh 49

274

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖMTEM

Zâdü'l-Meâd'da İbnü'l-Kayyim şöyle demiştir: "Hadîsin sıhhati açısından sana bu isnâd yeter. Çünkü râvilerin hepsi sika ve hafızdırlar."8

Usame ibn Zeyd'den rivayet edilmiştir: "Bir adam Re­sûlullah'a geldi ve dedi ki: 'Ben eşime azl yapıyorum.' Resû­lullah ona 'Bunu niçin yapıyorsun?' dîye sordu. Adam: 'Sü­tüne zarar verip çocuğunu veya çocuklarını etkilemesinden korkuyorum' dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyur­dular ki: 'Eğer bu zararlı bir şey olsaydı, İranlılar ve Bizans­lılara zarar verirdi.'"b

Yine Cüdâme62 binti Vehb el-Esediyye'den rivayet edil­miştir. Şöyle demiştir: "Bazı insanlarla beraber Resûlullah'ın huzuruna vardım O şöyle diyordu: 'Çocuk emziren kadın­larla birleşmeyi yasaklamayı düşünmüştüm. Sonra baktım ki Bizanslılar ve İranlılar bunu yapıyorlar ve bu, çocuklarına bir zarar vermiyor (ben de yasaklamaktan vazgeçtim).' Son­ra O'na azilden sordular: Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: 'Bu, çocuğu diri diri gömmenin gizlisidir ve o, diri diri gömülen kız çocuğu (hangi günahı yüzünden Öl­dürüldü? diye) sorulduğu zaman' (şeklindeki ayetin" hük­müne girer.)" {Tekvir- 8,9)c

a" İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, c. 5, s. 144 b" Müettti, c. 5, s. 203; Müslim, Nikâh 24, nu: 143 "*" Darekutni der ki: "Cudame; cim ve noktasız dal harfiyledir. Zel harfiyle hata etmektedir. Hafız, Askeri'nin de böyle söylediğini söy­ler. Bir cemaatten onun noktalı zel harfiyle olduğu da nakledilmiştir. Taberi, Cüdâme binti Cendel der. Hadîsçiler ise, İbnetü Vehb der. Tercih olunanı onun ibnetü Cendel el-Esediyye olduğudur. ilk dö­nemde Mekke'de Müslüman olmuş, beyat etmiş ve kavmi ile birlikte Medine'ye hicret etmiştir. Bkz: Tel&ibu't-Tehzıb, c. 12, s. 405-406. c" Müslim, Nikâh 141

275

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine Ömer İbn el-Hattab'dan, onun şöyle dediği riva­yet edilmiştir: "Resûlullah (s.a.v.), hür kadına, izni olmaksı­zın azl yapılmasını yasakladı." Ahmed ve İbn Mâce'nin ri­vayet ettiği bu hadîsina isnadı o kadar iyi değildir. Ben de­rim ki; "Çünkü isnadında, İbn Lehfa vardır ki hakkında söylenilenler bellidir. Ancak, Abdü'l-Berrb, Ahmed ve Bey-hâki'nind İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadîs ona şahit­lik etmektedir: "O (s.a.v.), hür kadının izni olmaksızın azl yapılmasından nehyetti." Nitekim bu, Neylu'l-Evtâr'da da vardır.e

Zikredilen bu hadîslerin hepsinin zahirleri, azlin mubah olduğuna delâlet etmektedir. Bu da cumhur fukahanın var­mış oldukları görüştür. Fakat, hür kadının çocuk isteme hak­kı olduğundan, ancak onun izni ve rızası ile azl yapılabilir.

Lakin bu da, yukarıda zikredilen Cüdâme binti Vehb hadîsinde "Azlin çocuğu diri diri gömmenin gizlisi olduğu" açıkça ifade edilen ikinci kısımla çelişmektedir.

Alimlerden bazısı bu hadîsle ondan öncekiler arasını cem etmiş ve bunu tenzihe (mekruha) hamletmiştir ki bu, Bey hâki'nin görüşüdür.f

Bazıları ise, sayıca daha çok isnâdla gelen hadîslerle çe­lişkisinden dolayı bu Cüdâme hadîsini zayıf saymışlardır.

a" Müsned, c 1, s. 31; İbn Mâce, Nikâh 30, mı: 1928

Şevkânî, a.g.e de: "Abdürrezzak ve Beyhâki'nin İbn Abbas'tan ri­vayet etlikleri..." demektedir. Ic. 6, s. 197) Abdürrezzak yerine dizgi hatası olarak mı Abdü'1-Berr denilmiştir, yoksa, müellifimiz ayrıca ibn Abdû'l-Berr'e mi işaret etmiştir, bilmiyoruz. c' Ahmed, Müstted'de -el-Muccmu'1-Müfehres'm gösterdiği kadarıyla -sadece Hz. Ömer'in haberini vermektedir. d' Beyhâki, es-Sünenti'l-Kübra, e. 7, s. 231 ^~ Şevkânî, a.g.e, e.6, s. 197 f" Beyhâki, a.g.e, c. 7, s. 231,232

276

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hafız İbn Hacer ise şöyle demektedir: "Bu; sahih hadîs­leri, zann (revehhüm) ile defetmektir. Şüphesiz hadîs sahih­tir ve cem etme mümkündür."

Bazıları ise onun mensuh olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak tarihinin bilinmemesi sebebiyle bu da reddedilmiştir.

Tahavi der ki: "Cüdâme hadîsindeki Resûlullah'ın (s.a.v.) durumunda, kendisine vahiy indirilmemiş bir konu­da başlangıçta ehl-i kitaba uygun olmasından dolayı kabul etmiş olması ihtimali vardır. Sonra Allah O'na hükmü bildir­miş ve O da bu hususta Yahudileri yalanlamıştır." İbn Rüşd ve îbn Arabi ise, Resûlullah'ın (s.a.v.) Yahudilere uyarak bir şeyi haram kılamayacağını ve sonra da bu konuda onların yalan söylediklerini açıklayamayacağı gerekçesiyle, Ta ha­vi'yi eleştirmişlerdir.

Onlardan bir kısmı ise Sahih'de sabit olması hasebiyle Cüdâme hadîsini tercih etmiş, isnâdmdaki ihtilaf ve ıstırap sebebiyle karşısrndakileri ise zayıf saymışlardır. Hafız der ki: "Bu onun bir hadîste zayıf görülebileceği, ancak birbirlerini destekleyen hadîslerde ise bu durumun söz konusu olama­yacağı, aksine onunla amel edileceği gerekçesiyle reddedil­miştir ki burada da böyledir. Ve cem etmek mümkündür."

İbn H..İ.HI ise diğer hadîslerin mübahlık aslına uygun olması, Cüdâme hadîsinin ise yasaklamaya delâlet etmesi gerekçesiyle Cüdâme hadîsiyle ameli tercih etti ve dedi ki: "Her kim, onun men edildikten sonra mubah kılındığını id­dia ederse açıklaması gerekir."

Fakat buradaki Cüdâme hadîsinin yasaklamada açık olmadığı, çünkü, teşbih yoluyla "Çocuğu diri olarak gömme" şeklinde isimlendirilmesin in onun haram olmasını gerektir­meyeceği gerekçesiyle o da eleştirilmiştir.

277

 

SÜNNETİ ANtAMADA YÖNTEM

İbnu'l-Kayyim de bunları cem etti ve dedi ki: "Resûlullah'ın (s.a.v.) Yahudileri yalanladığı şey onların azl ile birlik­te asla hamileliğin tasavvur edilemeyeceği iddialarıdır. Çün­kü onlar bunu diri olarak gömme gibi nesli kesmek mesabe­sinde gördüler. O da bu yüzden onları yalanladı ve 'Allah'ın yaratmayı istemesi halinde hamileliğe engel olunamayacağı­nı' haber verdi. O, yaratmayı dilemediği zaman ise bu haki­katten 'dirice gömmek' olmaz. Nebi onu Cüdâme hadîsinde 'gizli defnetme' olarak isimlendirdi. Çünkü kişi, eşinin ha­mile kalmasından kaçarak azletmiş, dolayısıyla onun kastı, çocuğu diri diri defnetme cihetine kaymıştır. Fakat ikisi ara­sındaki fark gayet açıktır: Canlıca defnetmede kasıt ve fiil bir araya gelirken, azl ise sadece kasıtla alâkalıdır. Bunun için onu gizli defnetme şekliyle vasfetti." Bu cem ise kuvvetlidir. Aynı şekilde Cüdâme hadîsi, senedinin sonundaki ziya­deden dolayı da zayıf sayılmıştır. Şöyle ki: Said İbıı Ebi Ey-yub, Ebi'l-Esved'den rivayetinde tek kalmıştır. Halbuki onu, Malik ve Yahya Ibn Eyyub da Ebi'î-Esved'den rivayet etmiş­ler, fakat bu ikisi, o fazlalığı zikretmemişlerdir. Nitekim bu babdaki hadîslerin hepsiyle çelişmesi sebebiyle dört Sitemin sahipleri bu ziyadeyi hazfetmişlerdir.63

Hafız Beyhâki de es-Sümnü'l-Kübra'smda azlin mubah olduğuna hükmeden bir çok hadîs ve eser nakletmiştir. Son­ra azli kerih görenler ve bu hususta kendisinden ihtilaflı ri­vayetler gelen kimseler ve azlin kerahiyeti hakkında rivayet ettiği haberler için özel bir bab tahsis etmiş ve orada Müs­lim'in tahric ettiği Cüdâme binti Vehb hadîsini de zikretmiş­tir. Sonra Beyhâki şöyle demektedir: "Bize Resûlullah'dan

63" Ebu'i-Berekat İbn Teymiyye, el-MUnteka, c.Z, s. 561-4, Beyrut-Da-ru'1-Marife basımı.

278

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

(s.a.v.) bunun aksi de rivayet edilmiştir. Mubah olduğunu ri­vayet edenlerse daha fazla ve hıfz açısından daha kuvvetli­dir. Sahabeden, isimlerini saydıklarımız yani Sa'd bin Ebi Vakkas, Zeyd ibn Sabit, Cabir İbn Abdullah, İbn Abbas, Ebu Eyyub el-Ensari ve başkaları) onu mubah görmüştür. Dola­yısıyla bu daha evlâdır. Onlardan bazılarının bunu kerih görmesi ise haramlıhğa değil de tenziheûı mekruhluğa) hamledilir. En iyisini Allah bilir.64

III- Hadîste Nesh

Hadîsler arasındaki çelişki konusuyla ilgili meseleler­den birisi de nesh veya hadîste nâsih-mensuh meselesidir.

Nesh meselesinin Kur'an ilimleri ile ilgisi olduğu gibi hadîs ilimleri ile de ilgisi vardır. Müfessirlerden bazıları, Kur'an-ı Kerîm'de nesh iddiasında aşırı gitmiş, hatta onlar­dan bazıları, sadece "kılıç ayeti" diye isimlendirdikleri bu ayetin tek başına Allah'ın kitabından yüz ayetten fazlasını neshettiğini iddia etmişler, bununla birlikte "kılıç ayeti"nin hangisi olduğunda görüş birliğine varamamışlardır?!

Hadîste de, birbirleriyle çelişip iki hadîs arasını cem et­mek güç olduğunda ve sonra varit olanı bilindiğinde bazı hadîsçiler de nesh görüşüne sığınmaktadırlar.

Gerçekte, hadîsde nesh iddiası, Kur'an'daki nesh iddi­asından daha az bir yer tutmaktadır. Oysa, durum bunun tam aksini gerektirir. Çünkü Kur'an'da aslolaıı onun umum için ve ebedi olmasıdır. Amma sünnete gelince, ondan bazı­sı Resûlullah'ın (s.a.v.) ümmetinin lideri sıfat) ile ümmetin günlük işlerini yönetmesi sebebiyle, cüz'î davalara ve geçici

M" Şevkânî, a.g.e, c. 6, s. 346,350, Daru'l-Cey! (t 6, s. 195-198, Darii't-Turas baskısı).

279

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hallere çözüm getiren hükümlerdir. Ancak hakkında nesh iddia edilen hadîslerin çoğunun iyice araştırıldığında men-suh olmadığı ortaya çıkar. Bazen hadîslerden kimisi ile azi­met murad edilirken, bazısıyla da ruhsat murad edilir. Dola­yısıyla her iki hüküm de kendi yerlerinde geçerli olur.

Bazı hadîsler bir hal ile, diğer bazıları da başka bir hal ile alâkalı olabilir. Bu durumların başka başka oluşu ise nesh anlamına gelmez. Nitekim kurban etlerinin üç günden son­rası için saklanmasının yasaklanması ve sonra onun mubah kılınması hakkında denildiği gibi. Halbuki bu nesh değildir. Bu konunun ilgili yerinde de açıkladığımız gibi, yasak, bir durum hakkında iken, mübahlık ise başka bir durum hak­kındadır.

Burada Hafız Beyhâki'nin Ma'rifetus-Sünen ve'l-Asâr adlı kitabından, İmam Şafii'den (r.a.) gelen bir isnâdla naklet* tiklerini zikretmem iyi olacaktır: "İki hadîsin birlikte kulla­nılması ihtimali bulunduğunda, her ikisiyle de amel edilir, birisi için diğeri terk edilmez. Fakat iki hadîs arasında ihti­laftan başka bir ihtimal olmazsa, bu ihtilaf için iki yol vardır: 1-Bunlardan birisi nâsih, diğeri mensuhtur. Dolayısıyla nâ-sihle amel edilir, mensuh terk edilir.

2- İkisinin çelişmesi, hangisinin nâsih ve hangisinin mensuh olduğuna dair herhangi bir delâletin olmaması. Burada be­nimseyeceğimiz hadîsin, terk ettiğimizden daha kuvvetli ol­duğuna delâlet eden bir sebep olmadıkça birisini bırakıp, Ötekini benimseyemeyiz. Bu, ya iki hadîsten birinin sübutu-nun diğerinden daha kuvvetli olması hali ile olur ki daha sa­bit olanını benimseriz, veya ikisinden birisinin Allah'ın kita­bına veya Resûlü'nün sünnetine daha uygun olması, ya da ilim ehlinin bildiğine daha yakın olması, yahut da Resûlul-

280

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lah'ın (s.a.v.) ashabından çoğunun benimsediği görüşü yan­sıtması ile olur."

Yine (Beyhâki'nin Şafii'ye varan isnâdıyla) Şafii dedi ki: "Bunun sonucu olarak, nasıl ancak adil olduğu bilinen şahit­lerin şahitliği kabul edilirse, hadîslerden de ancak sabit ola­nı kabul edilir. Ama, hadîs bilinmeyen meçhul bir hadîs olursa, veya onu nakledenler, kendilerinden yüz çevirilmiş kimselerden olursa, sanki o hiç gelmemiş gibi sayılır. Çünkü o, sabit değildir."

Beyhâki dedi ki: "Bu kitaba başvuranların, onda zikre­dilen Ebu Abdullah'ın, Muhammed ibn İsmail el-Buhârî ol­duğunu, Ebu'l-Hüseyin'in Müslim İbnü'l-Haccac el-Nişabu-rî (r.a.) olduğunu da bilmesi gerekir. İkisi de, tamamı sahih olan hadîsleri toplayan birer kitap yazmıştır."

Geriye ise, her birisinin sıhhat konusunda tayin etmiş ol­dukları dereceden düşük olmaları sebebiyle kitaplarında nak­letmedikleri sahih hadîsler kalmaktadır. Onlardan bazısını Ebu Davud: Süleyman İbnü'l-Eş'aş es-Sicistanî bazısını Ebu İsa: Muhammed İbn İsa et-Tirmizi; bazısını Ebu Abdurrah-man: Ahmed ibn Şuayb en-Nesaî; bazısını Ebu Bekr: Muham­med ibn İshak ibn Huzeyme (r.a.) rivayet etmiştir. Onlardan her birisi, kitabında, kendi içtihadının öngörmüş olduğu (şartlar ve imkânlar doğrultusunda) rivayetleri toplamıştır.

Rivayet edilen hadîsler üç çeşittir:

Onlardan bir kısmı, hadîs âlimlerinin, sıhhatleri üzere ittifak ettikleri sahih hadîslerdir. Ki mensuh olmadıkça kim­se böylesi hadîslerin hilafına hareket edemez.

Bir kısmı ise hadîsçilerin zayıflıkları üzere ittifak ettik­leri zayıf hadîslerdir. Bunlara da hiç kimse itimad edemez.

281

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Diğer bir kısmı ise onların, sübutları hakkında ihtilaf et­tikleri haberlerdir. Onlardan kimisi, hadîsin bazı râvilerinde görmüş olduğu cerh sebebiyle bir hadîsi zayıf sayarken, baş­kası bu cerh sebebini görememiştir. Yahut birisi, haberinin kabulünü gerektirecek kadar râvinin haline vakıf değilken, başkası buna vakıftır. Veya onun cerh gerekçesi olarak gör­düğü hususu, başkası cerh olarak görmez. Yahut haberin se­nedinin kopuk (münkatı') veya bazı lafızlarının düşmüş ol­duğunu, veya râvilerin kimisinin, bazı râvilerin sözünü ha­dîsin metnine soktuğunu ya da bir hadîsin senedini başka bir hadîsin senedine kattığını (müdrec) kimisi bilir de, bun­lar başkasına gizli kalır.

Bunlardan sonra hadîs ilmiyle uğraşanların yapması gereken şey; âlimlerin ihtilaflarını göz önünde bulundur­mak, onların bir hadîsi red veya kabul ederken gözettikleri hususları dikkate almak ve sonra da onların görüşlerinden en sahih olanı seçmek olacaktır. Başarı Allah'tandır. ffi

65-

Beyhâki, a.g.e, c. 7, s. 328,332.

282

 

4- HADÎSLERİN (VÂRİD OLDUĞU) SEBEPLER, ŞARTLAR VE MAKSATLAR IŞIĞINDA ANLAŞILMASI

 

Nebevi sünnetin en güzel ve doğru bir şekilde anlaşılması için yapılması gerekenlerden birisi de hadîslerin, üzerine bi­na edildikleri özel sebeplere ve belirli bir illete (gerekçe) bağ­lı olup-olmadığına bakılmasıdır. Bu ise bazen hadîste açıkça ifade edilirken, bazen de hadîsteki ifadeden çıkartılır ya da hadîste anlatılan olayın akışından anlaşılır.

Hadîsleri inceleyen iyi bir araştırmacı, onlardan kimisi­nin, muteber bir maslahatı gerçekleştirmek veya belirli za­rarlı şeyleri gidermek, ya da, o zaman mevcut olan bir prob­leme çözüm bulmak için, belirli bir zamanın şartlarının gö­zetildiğini ve onlar üzerine bina edildiğini görür.

Bunun mânâsı ise şudur: Hadîsin taşımış olduğu hük­mün, umumî ve devamlı olduğu gözükebilir. Fakat iyice dü-

283

 

sünnet! anlamada yöntem

şünüldüğündeyse, varlığıyla hükmün var olacağı, yoklu-ğuyla da yine hükmün de kalkacağı bir illet üzerine bina edildiği görülecektir.

Bu ise; -Önceki âlimlerin yazıp da nesilden nesile aktara geldiklerine ters düşse bile- hakkı açıkça söyleyebilmek için edebî bir cesaret ve psikolojik bir kuvvet ile beraber, derin bir fıkha (kavrayışa), hassas bir bakış açısına, tüm nassları kapsa­yan ilmî bir çalışmaya, şeriatın maksatlarına ve dinin hakika­tine iyice nüfuz eden bir idrake ihtiyaç duymaktadır. Bu da kolay bir şey değildir. Nitekim bu Özelliklere sahip olmak, Şeyhü'l-İslâm Ibn Teymiyye'ye, zamanın âlimlerinin çoğu­nun düşmanlığını kazanmasına mal olmuştur. Öyle ki onlar ona karşı çeşitli entrikalar düzenlemişler ve nihayet birkaç defa hapse atılmış ve orada Ölmüştür. Allah ondan razı olsun. Hadîslerin sağlıklı bir şekilde anlaşılabilmesi için, nassın serdedildiği şartlarla, onları açıklamak üzere ve o durumlara çözüm olarak gelen ilgili hususların da bilinmesi gerekir. Ta ki hadîsten ne murad edildiği dikkatli bir şekilde belirlensin ve zanna dayanarak akla gelen her şey söylenmesin, ondan kastedilmeyen yüzeysel bir mânânın ardına düşülmesin.

Herkes tarafından açıkça bilinen bir husustur ki âlimle­rimiz, Kur'an'ın iyice anlaşılmasına yardımcı olan esaslar­dan birinin de nüzul (ayetlerin iniş) sebeplerini bilmek oldu­ğunu zikretmişlerdir. Ta ki Haricîler ve diğer bazı insanların düşmüş oldukları hatalara düşülmesin! Nitekim onlar, müş­rikler hakkında inen ayetleri alıp, onları Müslümanlara tat­bik ettiler. Bunun içindir ki Ibn Ömer, Allah'ın kitabının in­miş olduğu hususları değiştirmeleri sebebiyle onları yaratık­ların en şerlisi olarak görmektedir. &>

f*~ Beyhâki, Ma'rifelu's-Sünen ve'l-AsaT, c. 1, s. 101-103. Tahkik: Seyyid Ahmed Sakr, Kahire'deki el-Mecİisu'1-A'la li'ş-Şuımi'1-İslâmiyye baskısı.

284

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Kur'an'ı anlamaya çalışan veya onu tefsir eden kimse için nüzul sebeplerini bilmesi gerekince, hadîslerin vürud (söyleniş) sebeplerinin bilinmesi daha da fazla gereklidir.

Bunun sebebi ise Kur'an'ın, tabiatıyla umumî ve ebedî olmasıdır. Bazı esaslar ve ibretler alınması dışında, cüz'î şeyleri, detayları ve geçici şeyleri arz etmesi onun şanından değildir.

Sünnete gelince, o çok defa bölgesel, cüz'î ve anlık prob­lemlere çözüm getirir. Yine onda Kur'an'da bulunmayan hu­suslar ve detaylar vardır.

Bu yüzden neyin nass, neyin âmm, neyin geçici ve ne­yin kalıcı ve neyin cuz% neyin külli olduğunu ayırt etmek gerekir. Çünkü onlardan her birinin ayrı hükmü vardır. Ne­tice olarak hadîsin siyakına, ilgili hususlara ve sebeplere bakmak, Allah'ın muvaffak kıldığı bir kimsenin sünneti dos­doğru anlamasına yardım eder.

"Sİz Dünya İşini Daha İyi Bilirsiniz." Bunun misali; iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda Şeri'atın hükümlerinden kaçmak için bazı insanların dayanmış oldukları "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" ö7 hadî­sidir. Çünkü -onların iddia ettikleri gibi- bu alanlar, bizim dünyamızın işlerindendir ve biz onları daha iyi biliyoruz. Zaten Resûlullah onları bize bırakmıştır!!

Acaba hadîs-i şerifin kastettiği bu mudur? Asla! Çünkü insanlar için adalet kural ve ölçülerini koy­mak, dünyadaki haklar ve görevler ile ilgili esasları bildir­mek, Allah'ın, Resullerini gönderme sebeplerindendir. Ta ki ölçüleri karıştırmasın ve onlar sebebiyle yollar ayrılmasın. 67~ Skz. Salibi, a.g.e, c. 3, s. 347-350.

285

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun ki pey­gamberlerimizi belgelerle gönderdik. İnsanların doğru hare­ket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü indirdik." (Ha-did, 25)

Bundan dolayı, alış-veriş muamelelerini, ortaklık, re­hin, kira, borç vb. işleri düzenleyen kitap ve sünnet nassları gelmiştir. Nitekim Allah'ın kitabındaki en uzun ayet "borç­ların" düzenli bir şekilde yazılması hakkında inen şu ayettir: "Ey inananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandı­ğınız zaman onu yazınız. İçinizden bir katip doğru olarak yazsın-.." {Bakara, 282)

"Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsini, onun vürud sebebi açıklamaktadır. Bu ise hurmaları aşılama kıssasında Hz. Peygamberin onlara aşılama hakkında, zan-na dayanan görüşüyle işaret etmesidir. O {s.a.v.), ziraat erba­bından değildir, ziraat olmayan bir vadide yetişmiştir. Ensar ise, bunu vahiy veya dinî bir emir sanmış ve aşılamayı terk etmiştir. Meyveler üzerinde bunun kötü tesiri olunca şöyle buyurmuştur: "Ben ancak zannım ile (daha iyi olacağını) sandım. Dolayısıyla beni zannım sebebiyle eleştirmeyin..."3 Sonunda da "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" bu­yurmuştur. İşte hadîs böyle bir durumda söylenmiştir.

"Ben Müşrikler Arasında Oturan Her Müslümam uzağım."

"Ben, müşrikler arasmda oturan her Müslümandan

uzağım. Çünkü birbirlerinin ateşlerini göremezler." ^ hadî-

siyle başka bir misal verelim: Özellikle âlemin birbirine yak-

3' Müslim, Fedail 139-141)

^ Müslim, Fedail 38, nu: 141-2363 (Hz. Aişe ve Enes'ten rivayet edil­miştir.)

286

 

SÜNNETİ AMLAMADA YÖNTEM

laşıp -ediplerden birisini de dediği gibi- sanki büyük bir şe­hir olmasından sonra, öğrenim, tedavi, iş, ticaret, seyahat vb: asrımızda ortaya çıkan birçok ihtiyaca rağmen, bazıları bu hadîsten, genel itibarıyla Müslüman için, Müslüman ol­mayanların beldesinde oturmasının haram olduğunu anla­yabilir.

Halbuki hadîs -AHâme Keşid Rıza'nın da dediği gibi-Nebî'ye (s.a.v.) yardım etmeleri için Mekke'deki Müslüman­ların müşriklerin yanından hicret etmelerinin vacipliği hak­kında vârid olmuştur. Bunu Sünen sahipleri rivayet etmişler­dir. Ama Ebu Davud'a gelince o, onu Cerir İbn Abdullah ha­dîsinden rivayet etmiş ve bir topluluğun da Cerir'i zikretme­diklerini yani onu mürsel olarak rivayet ettiklerini söylemiş­tir. Nesaî de bununla yetinmiştir. Yine Tirmizi de bunu mür­sel olarak rivayet etmiş ve "En sahihi budur" demiştir. Bu­harı1 nin de bu mürseli sahih gördüğünü nakletmiştir. Lakin Buhârî, onu Sahihinde rivayet etmediği gibi, hadîs onun şar­tına da uygun değildir. Mürsel haberlerin delil olarak kulla­nılması hususunda usûl ilminde meşhur ihtilaflar vardır. Hadîsin lafzı ise şöyledir: "Nebî (s.a.v.) Hassan denilen yere bir öncü birlik (seriyye) gönderdi. Onlardan bazı insanlar secdeye kapandılarsa da bunu nazar-ı itibara almaksızın derhal onları öldürdüler. Bu durum Nebî'ye (s.a.v.) ulaşınca, O, bundan dolayı onlara yarım diyet vermelerini emretti ve şöyle buyurdu: 'Ben müşriklerin arasında oturan her Müslü­mandan uzağım.' 'Niçin ey Allah'ın Resulü?' dediler. 'Çün­kü, birbirlerinin ateşlerini göremezler.' buyurdular,"3

a" Burada ateşlerinin gözükmemesi; iki zümre arasındaki ikili ilişkile­rin, haberleşmenin, yardımlaşma ve dayanışmanın, birbirlerine karşı güvensizliği ifade etmektedir.)

287

 

SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

Onlar Müslüman oldukları halde, Nebî (s.a.v.) hakların­da yarım diyet emretti. Çünkü onlar, Allah ve Resulüne kar­şı savaşan müşriklerin arasında yaşamaları sebebiyle kendi­leri, kendi aleyhlerine yardım ettiler ve böylece bütün olan haklarının yarısını düşürmüş oldular.69 Yine Allah ve Resu­lüne yardımdan geri kalmayı doğuran böylesi ikametlere {Kur'an'da da) şiddetle karşı çıkılmıştır. Nitekim Yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "İnanıp da hicret et­meyen (müşrikler arasında yaşayan)lere gelince, onlar hicret edinceye kadar onların velayetinden size bir şey yoktur. Fa­kat onlar dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma kar­şı yardım etmeniz olmaz." (Enfal, 72)

Görüldüğü gibi burada Yüce Allah, hicret vacip olduk­tan70 sonra, hicret etmeyenlerle dostluğu ve yönetim sorum­luluklarını ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla Nebî'nin (s.a.v.) "Ben müşrikler arasında oturan her Müslümandan uzağım" sözünün mânâsı, 'öldürüldüğü zaman kanından beriyim (sorumlu değilim)' demektir. Çünkü böyle birisi İslâm dev­letine karşı savaşanlar arasında ikamet etmekle kendisini buna arz etmiş demektir.

Bu misalden çıkarılan netice ise: Hakkında nassta ifade edilen şartların değişip, istenilen maslahatın, defedilen mef-

69~ Ebu Davud, Cihad 105, nu: 2645; Tirmizi, Siyer 42, nu: 1604, Nesaî, Kasame 27.

"*" Diyetin yanya düşürülmesinin illeti hakkında İmam Hattabi şöy­le demektedir: Çünkü onlar kafirler arasında oturmalanyla kendi aleyhlerine yardımcı oldular. Böylece tıpkı, başkasıyla ortaklaşarak kendi canına kıymasıyla helak olan kimse gibi oldular ve diyetten kendi cinayetinin payı düştü. (Bkz. Ebu Davud, Cihad 105, nu: 4645 ve dipnotlar.)

288

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sedetin ardında yattığı hissedilen illetin yok olmasıyla, bu nass ile daha önce sabit olan hükmün de ortadan kalktığı anlaşılır. Zira hüküm, illetin varlığıyla var, yokluğuyla da yok olur.

"Kadının Mahremiyle Beraber Yolculuk Yapması."

Bu konu ile ilgili olarak vereceğimiz misallerden birisi de Sahihat/n'da İbn Abbas ve başkalarından merfu olarak ge­len şu hadîstir: "Bir kadın, ancak beraberinde (kocası veya kendisine nikâh düşmeyen) mahremi olduğu halde yolculuk yapabilir."71

Bu yasağın arkasındaki illet; yolculuğun deve, katır ve eşek üzerinde yapılıp, genellikle de neredeyse yerleşim mer­kezleri ve yaşayanların pek bulunmadığı sahra ve çöllerin aşıldığı bir zamanda kocasız ve mahremsiz yolculuğundan dolayı kadın hakkındaki korkudur. Böylesi bir yolculukta kadının kendisine bir kötülük yapılmasa dahi en azından hakkında kötü şeyler şüyu bulabilirdi.

Fakat -asrımızda olduğu gibi- durum değişip, yolculu­ğun en az yüz veya daha fazla yolcunun bindiği uçak, yahut yüzlerce yolcu taşıyan bir trende yapılması halinde ise, yal­nız başına yolculuk yapan kadın hakkında korkmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bu hususta şer'an kadın hakkında bir günah (güçlük) yoktur ve bu, hadîse muhalefet de sayılmaz. Bilakis bunu, Buhârfdeki Adiyy İbn Hatim'in merfu olarak rivayet ettiği şu hadîs destekleyebilir: "Bir kadının Hira de­nilen yerden çıkıp, kocası olmaksızın tâ Beyt'e (Kabe'ye) ka­dar gelmesi yakındır." n

71

Müellif yukarıda rakam koyduğu halde, dipnotu herhalde unut­muş olmalı, ikinci baskısında da aynı durum söz konusu. '2' Muttefekun aleyhtir. Bkz: ei-Lii'lüii ve'i-Mercan, 850 ııo'lu hadîs ve ondan önceki üç hadîs S47-849.

289

 

sünneti anlamada yöntem

Hadîs, İslâm'ın zuhurunu, onun nurunun âlemlerde yükselmesini ve yeryüzünde güvenliğin yayılmasını met­hetmek üzere söylenmiştir ki bu aynı zamanda böylesi yol­culuğun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim bu hu­susta İbn Hazm da bu hadîsi delil göstermiştir.

Yine bu konuda bazı imamların, bir kadının mahremi ve kocası olmaksızın güvenilir kadınlarla birlikte veya ken­dilerine güvenilen bir cemaat ile hacc yapmasını caiz gör­düklerini bulmamızda şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim Hz. Ömer döneminde Hz. Aişe ve mü'minlerin annelerinden bir grup, yanlarında mahremleri olmaksızın haccetmişlerdir. Hatta Buhâri’nin Sahih'inde olduğu gibi Osman İbn Affan ve Abdurrahman ibn Avf onlara arkadaşlık etmişlerdir.

Dahası imamlardan bazısı "güvenilir bir kadın yeter" demektedir.

Bazıları ise yol güvenilir olduğunda kadın tek başına yolculuk yapabilir demektedir ki bunu Şafiilerden Mühezzeb sahibi de doğru bulmaktadır.

Bu, hacc ve umre yolculuğundadır. Şah'îlerin bazıları ise bunu bütün seferler için gerekli görmüştür. ^

"İmamlar Kureyş'tendir."

Yine bu cümleden olarak "İmamlar Kureyş'tendir" 74 hadîsini zikredebiliriz.a İbn Haldun bunu, Nebî (s.a.v.) yaşa­dığı dönemde Kureyş'in sahip olduğu ve halifelik ile krallı­ğın üzerine kurulacağı kuvvet ve asabiyeti dikkate aldığı

73' Buharı, Meıiakıh 25.

'*" Fethu'I-Bâri, c. 4, s. 446 ve devamı, Halefai baskıcı.

a' Bu konuda ilmî geniş bir tetkik için Bkz: Hatipoğlu, Mehmet Said,

Hilafetin Kureyşlilıği, A. Ü. İ. F. Dergisi, jodll. 1-93 Ankara- 1978

290

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şeklinde tefsir etmiştir. O, şöyle demektedir: "Kureyşlilik şartının, sadece onlarda bulunan asabiyet ve üstünlük sebe­biyle çekişmelerini defetmek için olduğu sabit olunca, bu­nun Kureyş'in bizzat kendisinin değil ancak ondaki yeterli­lik olduğunu kavradık ve bu şartı ona gönderip, illeti Ku-reyşlilikten kastedilen şeye şamil kıldık ki o da asabiyetin bulunmasıdır. Bu yüzden Müslümanların başına geçecek yöneticilere başka kavimlerin de uymaları ve iyi bir himaye gerçekleştirebilmeleri için aynı asırda ve bir arada yaşayan insanlara karşı güçlü bir asabiyet sahibi bir kavimden olma­larını şart koştuk..."75

Nassların İlletlerini ve Bağlamlarını Göz Önünde Tutmak Hususunda Sahabe veTabiunun metodları

Hadîslerin bağlamlarını ve illetlerini göz önünde bu­lundurma metodunu ilk uygulayanlar, sahabe ve onlara gü­zelce uyan tabiilerdir. Onlar, bazı hadîslerin Resûlullah dev­rindeki belli bir durumu ele aldığını ve sonradan bu duru­mun değiştiğini görür görmez bu tür hadîslerin zahiriyle ameli terk etmişlerdir.

Nebî'nin (s.a.v.) Hayber'i, fetheden ashabı arasında tak­sim etmesine rağmen, Hz. Ömer'in Irak arazisini taksim et­meyip Müslüman nesiller için devamlı bir güç kaynağı olsun

75~ Ahmed, Müsned, c. 3, s. 129, 183'de Enes'ten rivayet etmiş olup, Heysemi'nin Mecıttau'z-Zevaid, c. 5, s. 192'de dediği gibi râviler sika­dır. El-Münziri, et-Terğib ve't-Terhıb'de isnadı (ceyyid) iyiidr der. Bkz: Münlef-a adlı kitabımızın 1299 no'lu hadîsi. İmam Ahmed: "Yönetici­ler Kureyş'tendir" lafzıyla başka bir hadîs rivayet etmiştir, c. 4, s. 421-4. Heysemi diyor ki: "Sükeyn ibn Abdülaziz hariç- ki o da sikadır- ha­dîsin râvileri, Sahih'in râvileridir." Münziri de "râviler sikadır" diyor. Bkz: Miintaka, 1300.

291

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

diye orayı sahiplerinin elinde bırakmayı ve araziye vergi (haraç) koymayı daha uygun görmesi de bu tür durumlar­dandır. Bu durumda İbn Kudame şöyle demektedir: "Ne­bi" nin (s.a.v.) Hayber'i taksimi İslâm'ın başlangıcında ihtiya­cın çok olduğu bir zamandaydı ve bunda ümmetin maslaha­tı vardı. Daha sonra ise bu maslahat, arazinin, sahiplerinin ellerinde bırakılması şeklinde belirginleşti ve bunun yapıl­ması vacip oldu."76

Hz. Osman'ın Yitik Develer Hakkındaki Tavrı

Bunun bir başka misali de şudur: Nebî'ye (s.a.v.) yitik develerden sorulunca. O, onların alınıp-toplanılmasını ya­saklayarak şöyle der: "Ondan sana ne? Onun güçlü ayakları ve bünyesinde de suyu vardır. Sahibi buluncaya dek suyunu içer ve ağaçlardan yer."77

Hz. Peygamber zamanında ve Ebu Bekir'le Ömer (r.a.) devirlerinde bu uygulama böylece devam etti. Yani yitik de­veler, Resûlullah'ın emrine uyularak, kendilerini koruyabil­dikleri ve çölleri aşmaya dayanıklı ayakları sayesinde çöller­de yiyecek ot ve içecek su bulup, işkembelerinde depo ede­bildikleri sürece, sahipleri tarafından bulununcaya kadar kendi hallerine bırakılır, onları kimse alıkoymazdı.

Sonra Osman İbn Affan dönemi geldi. Muvatta'da riva­yet ettiğine göre İmam Malik, Ibn Şihab ez-Zührî'nin şöyle dediğini işitmiştir: "Ömer İbn Hattab zamanında yitik deve­ler o kadar çoğalmıştı ki, sağda solda yavrularlardı da kim­se onlara dokunmazdı. Hz. Osman halife olunca bunların

7^~ Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, c. 2, s. 586, Lecnetu'l-Beyani'I-Ara-bi'nin ikinci baskısı. Dr. Ali Abdülvehhab Vafi'nin tahkikiyle. "* İbn Kudame, Muğni, c. 2, s. 598, Neşru'l-Sekafetu'l-tslâmiyye mat­baası, Mısır.

292

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

toplanıp ilan edilmesini, sahipleri çıkmazsa satılıp sonradan sahipleri bulunduğunda paralarının verilmesini emretti."^

Hz. Osman'dan sonra, durum biraz daha değişti. Şöyle ki, Hz. Ali yitik develerin, sahipleri adına korunmak üzere tutulmalarında Hz. Osman'ın fikrini kabul etmekle beraber, bunların satılarak paralarının verilmesinin, sahiplerini zara­ra sokabileceği görüşündeydi. Çünkü, devenin bedeli bizzat devenin yerini tutamaz ve sağladığı faydayı sağlayamazdı. İşte bu yüzden Ali bin Ebu Talip develerin toplanılarak Bey-tü'l-Mal tarafından bakılmalarına ve sahipleri çıkınca da tes­lim edilmelerine karar verdi.

Hz. Osman ve Ali'nin bu yaptıkları, Peygamberin (s.a.v.) hükmüne muhalefet değildi. Bilakis onlar bu emrin maksadını göz önünde bulundurmuşlardı. Çünkü insanla­rın ahlâkı bozulmuş, hak-hukuk anlayışı zayıflamış ve bir ta­kım kimseler harama el uzatır olmuşlardı. Böyle bir yerde yitik deve ve sığırları kendi hallerine terk etmek, onları zayi etmek ve sahiplerine bir daha dönmemelerine sebep olmak olurdu. Bu ise Hz. Peygamber'in onları toplama yasağıyla katiyyen kastetmediği bir şeydi. Binaenaleyh, bu mahzurun ortadan kaldırılması icap ediyordu.

Değişen Bir Örf Üzerine Bina Edilmiş Nasslar

Yukarıya ilâve edilebilecek hususlardan birisi de nassların, peygamberlik asrında varken daha sonraki asırlarda değişmiş olan, o döneme ait örf üzerine bina edilip-edilme-diğine bakılmasîdır. Böylesi bir durumda, hadîsin lafzına harfiyen bağlanmayıp, nassdan kastolunan şeye bakmamız­da bir sakınca yoktur.

7&- Şevkânî, Nq/lü'l-£viar, c. 5, s. 33S, muttefekun aleyh o!an bir ha­dîstir. (Bkz: e-lü'İüü ve'l-Mercan, tıu: 1123)

293

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

"Buğday ile buğday, aynı şekilde arpa, hurma ve tuz, ölçeği ölçeğine, misli misline, altın ve gümüş ise tartısı tartı­sına (fazlalık alınmaksızın değişirilir)." mealindeki hadîste sözü geçen ribevî {faiz olabilecek) bu sınıf mallarla ilgili ola­rak İmam Ebu Yusuf'un görüşünü fıkıh âlimleri bilirler. Ebu Yusuf'a göre hadîsde geçen sınıflarda ölçüye mi, yoksa tartı­ya mı itibar edileceği, örfe bağlı bir husustur. Bu bakımdan, Örf değişirse, mesela -asrımızda olduğu gibi- hurma ile hız tartı ile alınır-satılır hale gelse, muamelenin yeni örfe göre yapılması icap eder; dolayısıyla hurmanın hurmayla, tuzun tuzla -ölçü olarak farklı bile olsa- tartıyla eşit olarak satışla­rı caiz olur.

Bu ise, İmam Ebu Hanife'nin ve Hanefi kitaplarının şu görüşüne muhaliftir: "Peygamber'in (s.a.v.), hakkında ölçek itibarıyla fazlalığı haram kıldığı mallarda ebediyen ölçeğe iti­bar edeceklerdir, hatta insanlar bu mallarda ölçek kullanma­yı terk etseler bile. Yine Resûlullah'ın haklarında tartı ile faz­lalığı haram kıldığı mallarda, daima tartıya itibar edilecektir; hatta insanlar bu mallarda tartı kullanmayı bıraksalar bile."

İşte bu görüşe göre hurma, tuz, buğday ve arpanın kı­yamet gününe kadar ölçekle alınıp -verilmesi gerekir. Bu ise insanlar için bir zorlaştırmadır; halbuki bu hükmü koyanın böyle bir maksadı yoktur. Şu halde doğru olan, Ebu Yu­suf'un söylediğidir.

Nassm bilâhare değişikliğe uğrayan bir örfe bağlı ola­rak vârid olabildiğinin en açık örneklerinden biri de, Pey-gamber'in nakitlerin zekatınında, biri gümüşten ikiyüz dir­hem (595 gr.) diğeri de altından 20 miskal (85 gr.) olmak üze­re iki çeşit nisab takdir etmiş olmasıdır. Çünkü o zaman bir dinar on dirheme müsavi bulunuyordu.

Fıkhu'z-Zekat adlı kitabımda da açıkladığım gibi, haki-

294

 

katte Peygamber (s.a.v.), zekat için iki ayrı nisab koymayı kastetmiş değildir. Aksine onun kastı tek bir nisabdır. Bu ni­saba kim malikse o, zengindir ve zekat vermesi gerekir. O nisab ise, nübüvvet asrında tedavülde bulunan iki para cinsiyle (altın ve gümüşle) takdir edilmiştir. Dolayısıyla bu ko­nudaki nass, o gün geçerli olan örf ve teamüle göre vârid ol­muş ve zekat nisabını, birbirine tamamen eşit iki meblağa göre belirtmiştir. Günümüzde ise durum tamamen değişmiş ve gümüş fiyatları altına göre korkunç bir düşüş göstermiş­tir. Bu durumda zekat nisabını, birbirinden oldukça farklı değerler ifade eden iki meblağ üzerinden taktir etmemiz, mesela "85 gr. altın veya 595 gr. gümüşe muadil parası olan kimse zekat verecektir." dememiz caiz değildir. Çünkü bu durumda altın nisabının kıymeti, güm üşün kinden on misli kadar fazladır. Böyle olunca, mesela bir miktar Ürdün dina­rına veya Mısır cüneyhine sahip olan bir kimse, "paranın ni­sabını gümüş üzerinden hesaplarsak sen zenginsin, zekat vermen gerekir," deyip de, bundan kat kat fazla parası olan birine de "paranın nisabını altın üzerinden hesaplarsak sen fakirsin" dememiz de makul olmaz.

Günümüzde bu durumdan kurtulmanın yolu paralarda zekatı gerektiren şer'î zenginliğin asgarî haddini ifade eden bir tek nisabın belirlenmesidir. Allah rahmet eylesin, büyük Üstad Şeyh Muhammed Ebu Zehra ve merhum meslektaşla­rı Şeyh Abdülvehhab Hallaf ile Şeyh Abdurrahman Hasen, 1952'de Şam'da verdikleri zekat konferansında bu görüşe ka­il olmuşlar ve zekat nisabının, yalnızca altın üzerinden hesap edilmesine karar vermişlerdir. Zekat hakkındaki araştır­mamda benimde tercih ve teyid ettiğim görüş bu olmuştur.79

79' Bkz: Fıkhrz-Zektıt, c. 1, s. 261-265.

295

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Âkile'nin Hz. Ömer (r.a.) Döneminde Değişmesi

Peygamber'in hata ile ve şibh-i amd (kasta benzer) öl­dürmelerde diyeti katilin akrabaları olan âkilesine yükleme­si de zamanın sonradan değişen örfüne bağlı olan nasslar-dandır. Fukahadan bazıları Peygamber'in verdiği bu hük­mün zahirine tutunarak âkilenin daima katilin erkek akraba­ları olması gerektiğine hükmetmişlerdir de Asr-ı Saadette, kişinin en büyük yardımcısı ve destekçileri erkek akrabaları olduğu için, Resûlullah'ın (s.a.v.) diyeti onlara yüklediğini göz önünde bulundurmamışlardır. Hanefiler ve diğer bazı­ları ise bu görüşte olan fukahaya muhalefet ederek, Hz. Ömer'in (r.a.) kendi döneminde diyeti divan ehline yükle­miş olmasını delil göstermişlerdir. İbn Teymiyye, bu konuyu Feteva'sında ele almış ve şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.), diyeti âkileye yüklemiştir. Âkile kişiye yardım eden ve ona destek olan kimselerdir. Resûlullah'ın (s.a.v.) devrinde, kişi­nin erkek akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a.) ise kendi kendi dö­neminde diyeti divan ehline yükledi. Bu sebepten diyetin ki­me ait olacağı hususunda fukaha ihtilaf etti ve şöyle denildi: "Burada esas olan, acaba âkile; şeriatça tahdid ve tayin edil­miş belli kimseler midir? Yoksa herhangi bir tayin söz konu­su olmaksızın kişinin yardımcı ve destekçileri midir?"

Fukahadan birinci görüşü esas alanlar; "Diyet ancak ak­rabaya düşer" demişlerdir. Çünkü akrabalar, Resûlullah (s.a.v.) devrinde âkile idi, İkinci görüşü esas alanlar ise de­mişlerdir ki; "Yerine ve zamanına göre kişiye kimler yardım ediyor ve kolluyorlarsa âkile onlardır. Peygamber devrinde kişinin yardımcı ve arka çıkanları akrabaları idi. Bundan do­layı da âkile onlardı. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) zamanında divan ve atiyye (maaş vs.) diye bir sistem yoktu. Hz. Ömer

296

 

(r.a.), kendi döneminde divan sistemini kurunca, her birliğe bağlı bulunan askerlerin akraba olmasalar dahi birbirlerine yardım edecekleri ve birbirlerini kollayacakları belliydi. Do­layısıyla âkile de onlardı." Sahih olan bu ikinci görüştür. Ya­ni hallerin değişmesiyle âkile olacaklar da değişir. Yoksa, ba­tıda oturan bir adam düşünün, yardımcı ve destekçileri ora­dadır. Bu durumda nasıl olur da âkilesi doğuda bir memle­kette oturan kimseler olabilir? Hatta belki de onun doğuda oturan akrabalarıyla hiçbir ilgisi kalmamış ve herhangi bir haberleşmesi yokken! Bir kimsenin mirasını orada bulunma­yan gaib veresesi için muhafaza etmesi mümkündür. Çünkü Resûlullah (s.a,v.), katil bir kadının diyetini asabesine, mira­sını ise kocasına ve oğullarına verdirmiştir. Yani bu varis başka, âkile başka bir şeydir. **

Fitir Sadakası

Sabit olan hususlardandır ki, Resûlullah (sav.) fıtır sa­dakasını veriyor ve onun bayram günü sabah namazından sonra, bayram namazından önce verilmesini emrediyordu.11

Toplumun hacminin küçük olması, halkın birbirini tanı­ması, ihtiyaç sahiplerinin bilinmesi ve evlerinin yakın olma­sı gibi sebeplerle ona müstehak olan kimselere çıkarıp ulaş-tırmak için bu vakit yeterli idi ve bunda herhangi bir prob­lem de yoktu.

Fakat daha sahabe asrında, toplum genişleyip, evler uzaklaşıp, fertler çoğalıp da araya yeni unsurlar girince fıtır sadakasını verebilmek için sabah namazıyla bayram namazı arasındaki bu vakit yeterli gelmemeye başladı. İşte sahabe-

60" İbrt Teymiyye, Mecmuu Feteoa, e. 19, s. 255, 256. a" İbn Teymiyye, Mecmuu Tetevâ, c. 9, s. 255, 256)

297

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

nin fıkhı (ince kavrayışı) neticesindedir ki, onu bayramdan bir veya iki gün önce vermeye başlamışlardır.

Müctehid fakihlerden kendilerine uyulan imamlar dev­rinde ise toplum daha da genişledi ve zorluklar biraz daha artmış oldu. Bu sebeple Hanbeli mezhebinde olduğu gibi Ramazan'ın yarısından, hatta Şafiî mezhebinde olduğu gibi, Ramazan'ın başından itibaren verilmesini caiz gördüler.

Yine sünnette belirtilen yiyecekler üzerinde kalmayıp, her bölgenin genelinde yediklerini onlar üzerine kıyas ettiler (ve onlardan da vermeyi caiz gördüler).

Dahası onlardan bazıları, özellikle fakir için daha fayda­lı olduğunda sadaka yerine onun kıymetini verilmesinin ca­iz olduğunu da ilave ettiler. Bunlar ise Ebu Hanife ve asha­bıdır. Çünkü sadakadan maksat böylesi kutsal bir günde fa­kirleri ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu ise yiyecekle gerçekleşe­bildiği gibi, onun kıymetini,ödemekle de gerçekleşir.

Belki, özellikle asrımızda, kıymetin ödenmesi onların yiyecek ihtiyacını gidermekten daha faydalıdır. Ve bunda Nebevî nassta kastedilen şeye riayet, onun ruhunun tatbiki vardır ki, gerçek fıkıh da işte budur.

lafız ile Ruh ya da Zahirler ile Maksatlar Arasında Sünnet

Sünnete harfiyen sarılmak, dış görünüşüyle, ona sarıl­mak gibi olsa da, bazen sünnetin ruhunu ve ondan kastolunanı yerine getirmek olmayacağı gibi, hatta tam onun zıddı bile olabilir.

Mesela Ebu Hanife ve ashabının mezhebinde olduğu gi­bi fıtır sadakasının kıymetinin nakit olarak verilmesine şid­detle karşı çıkanları örnek alaiım. Ki bu aynı zamanda Ömer ibn Abdülaziz ve daha başka selef fakihlerinin de görüşüdür.

298

 

SÜNNETİ ANLAMA[JA YÖNTEM

Buna şiddetle karşı çıkanların delilleri: Nebî (s.a.v.), onun, hurma, kuru üzüm, buğday ve arpa olmak üzere yiye­ceklerin belirli sınıflarından verilmesini vacip kılmıştır.a Şu halde bize gereken, Resûlullah'ın (s.a.v.) belirlediği hususlar­da durup, re'y (görüş)imizle sünnete ters düşmememizdir.

Halbuki bu kardeşler, bu iş üzerinde gerektiği gibi dü­şünmüş olsalar, -zahirde Nebî'ye (s.a.v.) tâbi olsalar da- ha­kikatte kendilerini ona muhalefet ettiklerini göreceklerdir. Yani bununla onların sünnetin cismine önem verip, ruhunu ihmal ettiklerini kastediyorum.

Aslında Resûîullah (s.a.v.) çevre ve zamanın şartlarına riayet etmiş ve böylece fıtr sadakasını, insanların, ellerinde bulunan yiyeceklerden vermelerini vacip kılmıştı. Çünkü bu verene daha kolay, alan için daha faydalıydı.

Altın ve gümüş şeklindeki nakitler ise Araplar ve özel­likle de çöl halkı arasında ender idi. Yiyecek vermeleri onlar için daha kolaydı. Yoksullar da ona muhtaç idiler. Bunun için sadaka, onlara kolay gelen şeylerden farz kılındı.

Hatta O (s.a.v.) deve, koyun ve sığır sahibi olan köylü­lerin daima ellerinde bulunması ve vermeleri kolay olması hasebiyle fıtır sadakasını yağı alınan sütten süzülüp, katı ha­le getirilen "ekıt (çökelek, keş, peynir vb.)"ten vermelerine bile müsade etmiştir.1"

Ama durum değişip de, paralar daha bol, yiyecekler ise azaldığında, fakirin bayramda o yiyeceklere değil de gerek kendisi ve gerekse ailesi için başka şeylere ihtiyaç duydu­ğunda, sadaka değerinin nakit olarak verilmesi, verene da-a- Bkz: ei-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 57°" 573

"' Nitekim bunu Sahabede görmekteyiz. Bkz: el-Lü'hiü ve'1-Mercan, no: 572

299

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ha kolay, alana da daha faydalı hale geldi. Bu da Nebevi yaklaşımın ruhuyla ve ondan kastolunan ile yapılmış bir amel oldu.

Mesela, Kahire gibi on milyondan fazla Müslümanın yaşadığı bir şehri, on milyon sa' buğday veya arpa veya hur­ma ya da kuru üzüm vermeleriyle mükellef kılsan, onlar bu­nu nerede bulacaklar? Bunun hepsini veya bir kısmını elde edebilmek için köy köy buluncaya dek arayıp tararken kim-bilir ne gibi zorluklarla, güçlüklerle karşılaşacaklardır! Hal­buki Allah, dinden güçlüğü kaldırmış, kulları için güçlüğü değil, kolaylığı istemiştir.

Haydi onu kolaylıkla bulduklarını farz edelim, şayet fa­kir, onu öğütemiyor, hamur yapıp ekmek pişiremiyor da ek­meği fırından hazır olarak satın alıyorsa, bundan nasıl istifa­de edecek?

Biz ona buğday vb. verdiğimiz zaman, aslında ona, al­dıktan sonra tekrar satması gibi bir yük yüklemiş oluruz. Pe­ki çevresindeki insanların hiçbiri tahıla ihtiyaç duymuyorsa bunu ondan kim satın alacak?

Nitekim, âlimlerinin bunların kıymetlerini yasakladığı bazı ülkelerden bazı kardeşler bana anlattılar ki; mesela, ze­kat veren kişi bir sa' hurma veya pirinci on riyala alıyor ve fakire teslim ediyor, fakir ise aynı anda onu, aynı tüccara sat­tığından, bir veya iki riyal daha ucuza satıyor.

Böylece bu bir sa' birkaç defa alınıp-satılıyor. Hakikatte ise, burada fakir yine yiyecek değil, para almıştır. Üstelik ze­kat verenin direkt olarak vermesi halinden daha eksiğiyle. Dolayısıyla zekat verenin tüccardan satın aldığı fiyatla, faki­rin ona sattığı fiyat arasındaki farkın zararını çeken yine o fa­kirdir. Şu halde şeriat, fakirlerin maslahatı için mi, yoksa bu­nun zıddı için mi geldi? Yoksa şeriat bu kadar şekilci mi?

300

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Tüm insanlara karşı bu konuda şiddetle karşı çıkış, ger­çekte sünnete uymak mıdır? Yoksa devamlı ilkesi "kolaylaş­tırın, zorlaştırmayın" olan sünnetin ruhuna muhalefet midir?

Sonra fıtır sadakasında, kıymetinin verilmesini caiz gör­meyenler, bir beldede en çok bulunan ama hadîste belirtilme­yen yiyecek çeşitlerinden verilmesini nasıl caiz gördüler?

Bu, bir çeşit sünnet yorumu veya mevcut bir nass üzeri­ni kıyas yapmakrtır. Onlar orada herhangi bir güçlük gör-meksizin imamlarını taklit etmişlerdir. Bu ise - bizim görü­şümüze göre- sahih bir kıyas ve kabul olunan bir yorumdur.

Öyleyse fıtır sadakasında, onunla kastolunan; böylesi bir günde yoksulları dilenip-dolaşmaktan kurtarmak olması­na rağmen, kıymet olarak ödenmesi fikrini bu kadar şiddetle reddetme niçindir? Belki de bu, bizzat yiyeceklerin ödenme­sinden daha çok, kıymetin ödenmesiyle gerçekleşecektir.

301

 

5- HADISDEKİ ARAÇ İLE AMACIN BİRBİRİNDEN AYIRT EDİLMESİ

Sünneti anlamada hataya düşme sebeplerinden birisi de ba­zı İnsanların sünnetin gerçekleştirmeye çalıştığı amaçlarla, istenilen bu amaçlara ulaşmada bazen ona yardım eden an­lık ve çevresel etkenleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yüz­den onların, sanki bu vesileler bizzat kastolunan şeyermiş-çesine var güçleriyle düşüncelerini bu vesileler üzerine odaklaştırdıklannı görürsün. Halbuki sünneti ve onun sırla­rını anlamada derinleşen kişinin gayet net olarak bildiği gi­bi, Önemli olan hedeftir ve o da sabit ve devamlıdır. Vesile­ler ise çevre, asır veya örf vb. te'sir eden unsurların farklılığı ile değişir.

Bundan hareketle sünnet sahasında çalışıp Nebevi tıb­ba önem verenlerin bir çoğunu, araştırma ve ihtimamlarını

302

303

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nebî'nin (s.a.v.) bedenî bazı hastalık ve dertlerin tedavisin­de, tedavi için vasfetmiş olduğu ilaç, gıda, ot, daneler vb. şeyler üzerine odaklaştırdıklarını görürsün.

Bu cümleden olarak, mesela onlar, bilinen şu hadîsleri zikrediyorlar: "Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı haca­mattır."3 Bunu Ahmed, Taberani ve Hakim rivayet etmiş ve onun Semure'den gelen rivayetini sahih görmüş ve Elbânî de onu Sahihu'l-Camii's-Sağir'de zikretmiştir.

"Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı; hacamat ve buhur köküdür."b Bunu Enes'ten Ahmet ve Nesaî rivayet et­miş ve Elbânî onu Sahihu'l-Camii's-Sağir'inde zikretmiştir.

"Sîze şu Hind ağacını tavsiye ederim. Çünkü onda, ye­di şifa vardır..."81

"Size şu kara daneyi (çörekotu) tavsiye ederim. Çünkü sâm hariç, onda her derde deva vardır. Sâm ise, ölüm demektir."0

"Çörekotunda, ölüm hariç her derde deva vardır."93

"İsmid -antimuvan- ile sürmelenin. Çünkü o, görmeyi güçlendirir, saçlara dinçlik verir."84

Kanaatime göre bu ve benzeri vasıflar Nebevi tıbbın ru­hu değildir. Bilakis onun ruhu; insanın sağlığını ve yaşamı­nı, vücudunun sağlamlığını, gücünü, yorulduğunda rahatla­ma, acıktığında doyma, hastalandığında tedavi olma hakkı­nı korumaktır. Tedavi ne kadere imanla; ne de Allah Te-âlâ'ya tevekkül etmekle çelişir. Her derdin bir devası vardır.

a" Miistıed, c. 3, s. 107,182; Hakim, a.g.e, e. 4, s. 208

°~ Aynı yerler, Nesaî (?) Bkz: et-Lu'lM ve'l-Mercan, nu: 1015)

81" Buhârî, Tıbb 10, 21; Müslim, Selam 28, nu: S6-7, Ümmü Kays'ian.

82" İbn Mâce, Ttbb 6; Tirmizi, Tıbb 5; Ahmed, Müsned, c. 6, s. 138.

™" Muttefekıın aleyhtir. Bkz: el-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 1430.

*™~ Tirmizi, Libas 23, nu: 1757'de İbn Abbas'tan rivayet etmiş ve hadîs

hakkında "hasen-garip" demiştir.

304

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hastalığın bulaşmasında Allah'ın sünnetinin ikrarı, karanti­nanın meşru oluşu, insan, ev ve yol temizliğine önem veril­mesi, su ve yeryüzünün kirletilmesinin yasaklanması, teda­viden Önce korumaya önem verilmesi, alınması insana zarar veren her türlü sarhoş edici veya uyuşturucu maddenin ve­ya zararlı gıdanın veya bozuk içeceğin haram kılınması, Yü­ce Allah'a kullukta dahi olsa, insan cisminin güç yetiremeye-ceği şeyi yüklenmesinin haramlığı, bedeni korumak için ruhsatların yasallaştırılması, cesedin sağlığı yanında ruhsal sağlığın da korunması ve daha başka şeyler, her halükârda geçerli olan gerçek Nebevi tıbbı temsil eden yaklaşımlardır.

Vesileler ise. asırdan asıra, çevreden çevreye değişir ve hatta değişmesi gerekir. Dolayısıyla hadîs, onlardan herhan­gi bir şeyi tayin etmişse, bu, onunla bizi bağlamak, onun kar­şısında bizi dondurmak için değil; ancak o zaman ve mekan­da olan vakıanın beyanı içindir.

Hatta Kur'an'ın kendisi, belli bir zaman ve mekana uy­gun bir vesileyi tayin etmiş olsa, bu, onun karşısında durak­lamamız ve zaman ve mekanın gelişmesiyle daha başka ge­lişmiş vesileler hakkında düşünmememiz anlamına gelmez.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "Ey insanlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin de düş­manınızı ve bunların dışında Allah'ı bilip, sizin bilmedikle­rinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın." (Enfal, 6) buyrulmamış mıdır?

Bununla birlikte hiç kimse buradaki düşman karşısında kuvvet hazırlamayı, sadece Kur'an'ın ifade ettiği gibi atlarla olacak şeklinde anlamamıştır. Bilakis lügati ve şeriatı bilen ve aklı olan herkes, asrın atlarının, tanklar, zırhlılar vb. asrın silahları olduğunu anlamıştır.

305

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

At yetiştirip -bulundurmanın fazileti ve ondaki büyük ecir hakkında gelen "At, perçemleriyle kıyamete dek hayra bağlıdır ki onlar da; ganimet ve ecirdir."3 hadîsi vb. hadîsle­rin ise daha sonra keşfedilecek, atın yerine geçen veya on­dan kat kat üstün olan her araç hakkında da tatbik edilmesi gerekir.

Yine "Allah yolunda kim bir ok atarsa ona şu, şu... var­dır."13 şeklinde ok atmanın fazileti hakkında gelen hadîs de böyledir. Dolayısıyla buradaki ok atma da tüfek, top veya füze gibi gayb zamirinin içerdiği diğer bütün araçlara tatbik edilir.

Ben, dişlerin temizlenmesinde misvağın tayin edilmesi­nin de bu babdan olduğuna inanıyorum. Çünkü hedef ağzın temizlenmesidir, ta ki Rabb hoşnut olsun. Nitekim hadîste; "Misvak, ağzı temizleyici, Rabb'ı da hoşnut edicidir."c buyu-rulmuştur.

Fakat burada kastolunan bizzat misvağın kendisi mi­dir? Yoksa bu Arap Yarımadasında uygun ve kolay bir araç olması hasebiyle, Nebî'nin (s.a.v.) onlar için zor olmayan, ama hedefe ulaştıran bu aleti onlara belirtmesi midir?

Bu misvağın, ağacının kolayca bulunamadığı diğer top­lumlarda, "diş fırçası" gibi bolca yapılması mümkün olan ve yüz milyonlarca insana yetecek başka bir aletle değişmesin­de bir sakınca yoktur. Nitekim bazı fakihler buna benzer şeyler söylemişlerdir.

Hanbelî fıkıh kitaplarından Hidayetu'r-Rağıb müellifi diyor ki: "Dişlerin temizliğinde kullanılacak ağaç dalı; diş ve

a" Buhârî, Cihad 43; Müslim, İmare 96

*•" Nesaî, Cihad 26; Ahmed, Müsned, c. 4, s. 386

c" Buhârî, Sayın 26; Nesaî, Takan 4; İbn Mâce, Tahare 7; Darimi, Vüdu 19

306

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

damakları yaralayıp, zarar vermeyen, kırıp kuvvetini gider-meyen misvak ağacından, kuru hurma dalından, zeytin vb. dalmdan olur. Ama nar, fesleğen, ılgın vb. yaralayıp-zarar veren, kırıp zayıflatan şeylerle misvaklamak ise mekruh olur. Ağaç dalından başka bir şeyle misvaklayan (temizle­yen) ise sünneti yerine getirmiş olamaz." Kitabı hülâsa eden Şeyh Abdullah el- Bessam ise Nevevî'den şunu nakleder: "Ağızdaki koku vb. değişikliği giderebilecek, bez parçası, parmaklar gibi herhangi bir şeyle temizlendiğinde misvak kullanma (temizleme) hasıl olur. Bu da, delillerin umum ol­masına dayanan Ebu Hanife'nin görüşüdür."

El-Muğni adlı kitapta ise: "Kişi temizleyebildiği kada­rıyla sünneti yerine getirmiş olur. Çünkü çoğunu yapmak­tan adz olmasından dolayı azını da terk etmez." Doğru ola­nın da bu olduğunu söylemiştir.85

işte buradan öğrenmekteyiz ki diş fırçası veya macu­nun asrımızda, özellikle de evde yemekten sonra misvak ağacı yerine geçmesi mümkün olur.

Yine sofra edebiyle ilgili, tabağın, parmakların vb. yalan­masının fazileti hakkında gelen hadîsler de bu kısma girer.

Nitekim Nevevî Riyazu's-Sahhin'de onlardan bir grup ha­dîsi zikretmiştir. Bunlardan birisi Buhârî ve Müslim'in İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet ettikleri şu hadîstir: "Dedi ki: Resûlul-lah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: 'Sizden birisi yemek yediğin­de, parmaklarını yalamadıkça veya yalatmadıkça silmesin.'"86

Müslim ise Ka'b ibn Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Resûlullah'ı (s.a.v.) üç parmağıyla yerken gördüm. Bi­tirdiğinde ise onları yaladı."87

85" Şeyh Abdullah el-Bessam, Neylu'i-Mearib, c. 1, s. 40. 86" Muttefekun aleyhtir. el-Lü'iüu ve'l-Mercan, nu: 1320. &7- Müslim, Eşribe 18, nu: 131.

307

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine Cabir, Resûlullah'ın (s.a.v.) parmakları ve tabağı yalamayı emredip şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Siz, be­reketin yemeğinizin neresinde olduğunu bilemezsiniz."88

Aynı şekilde Enes (r.a.) şöyle demiştir: "Resûîullah (s.a.v.) yemek yediğinde üç parmağını yalardı ve şöyle der­di: 'Sizden birinin, bir lokması düştüğünde onu alsın, temiz­leyip yesin, şeytana bırakmasın.' Keza o bize tabağı sıyırma­mızı da emretti ve 'Siz, bereketin yemeğinizin neresinde ol­duğunu bilemezsiniz.' buyurdu."

Şüphesiz bu hadîslerin sadece lafızlarına bakan birisi onlardan ancak üç parmakla yenilmesinin, yenildikten son­ra yalanmasının, tabağın yalanıp-sıyrılıp temizlenmesinin bir sünnet olduğunu anlar. Belki de kaşıkla yiyen birisine nefret ve inkar gözüyle bakar. Çünkü ona göre o, sünnete muhalefet etmekte ve kafirlere benzemektedir!

Hakikaten bu hadîslerdan alınacak sünnetin ruhu ise Nebî'nin (s.a.v.) mütevazı oluşu, Yüce Allah'ın yemekteki nimetini takdiri, ondan hiçbir şeyin faydasız yere kaybolma­ması için gösterdiği titizliğidir. Mesela bir kimsenin tabakta bırakılan yemek artıklarını veya bazı insanlardan düşen bir lokmayı kibirlenerek, muhtaç olmayıp, zengin olduğunu iz­har ederek ve bir ekmek lokması bile olsa küçük şeylere ha­ris olan fakirlere ve muhtaçlara benzemekten uzaklaşmak için düşen lokmayı almaması gibi.

Halbuki yüce Resul, terk edilen lokmanın, ancak şeyta­na terk edildiğini ifade ediyor. Şüphesiz bu, aynı zamanda psikolojik, ahlâkî ve iktisadî bir terbiyedir. Eğer Müslüman­lar bununla amel etseler, her gün, hatta her öğün çöp sepet­lerine atılan artıkları görmeyecektik.  Eğer bunu, bütün

8S" Müslim, Eşribe 18, nu: 132.

308

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Müslüman ümmet bazında hesaplasan, onun iktisadî değe­ri her gün milyonları bulur. Peki ya bir ay veya bir yılda ne tutar?

İşte hadîsin arkasında gizlenen bu ruhtur. Oysa yere oturarak, parmaklarıyla yiyen ve onları -sünnetin lafzına uyarak- yalayan nice insan vardır ki, tevazu ahlâkından, şü­kür ahlâkından ve bu edeplerin arkasından beklenen gaye olan nimetleri kullanma da İktisatlı olma) ahlâkından uzak­tır. Bazı âlimlerden duyduğum acaib şeylerden birisi de şu­dur: O âlimlerden birisi, Müslüman Asya ülkelerinden bazı­larını ziyaret etmiş ve onların tuvaletlerinde, kenarlarına yı­ğılmış küçük taşları görmüş ve onlara bunun sırrını sordu­ğunda demişler ki: "Biz sünneti ihya etmek için onlarla taha­retleniyoruz !"»

Şu halde onların sünnete uyarak mescitlerine çakıl taş­ları yaymaları, sünnete uyarak köpeklerin bile girip-çıkabile-ceği şekilde mescitleri sağlam kapıları olmaksızın öylece açık bırakmaları, tavanlarına hurma dallarıyla gölgelik yap­maları ve yine sünnete uyarak onları, yağ lamlalarıyla ay­dınlatmaları gerekir! Halbuki onların mescitleri süslü-de-korlu, halılarla, seccadelerle döşenmiş ve elektrik avizeleriy­le aydınlatılmıştır!

Mekke'nin Tartısı ve Medine'nin Ölçüsü

Şu hadîs de bu cümledendir: "Tartı Mekkelilerin tartısı­dır, ölçü ise Medinelilerin ölçüsüdür."89 Bu hadîs -çağdaşla­rın dilini kullandığımızda- Nebî'nin (s.a.v.) içinde yaşadığı

a" Halbuki Nebî {s.a.v.) su ile taharetleniyordu. Bkz: el-Lu'lıiü ve'l-Mercan, nu: 153,154

89~ Ebu Davud, Büyü 8, nu: 3340; Nesaî, Büyü 54, c. 7, s. 284; İbn Hıb-ban, el- Mevârid, 1105; Tahavi, Müşkslu'l-Asar, c. 2, s. 99; Beyhâki, es-Sünen.c.b, s. 31. İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Onu İbn Hıbban,

309

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

asra göre Nebî'ye ait ileri görüşlü bir Öğretiyi içermektedir. Bu öğretinin hedefi ise, insanların alış-verişlerinde, diğer mu­amelelerinde, değiş-tokuşlarında kullanacakları Ölçü ve bi­rimlerin birleştirilmesi ve bu hususta bildikleri en dakik ölçü birimlerine başvurulmasıdır.

Mekkeliler ticaret ehli olduklarından, alış-verişlerinde madeni paralarla muamele ediyorlardı Burada esas, okka, miskal, dirhem ve danik (1/6 dirhem) vb. birimler idi. Gaye­leri ise, bu ölçülerin katlarını ve küçük birimlerini iyice ko­rumaya yönelikti. Dolayısıyla onların bu ayarlarının, tartış­ma anında hüküm verilirken kendisine başvuracakları bir Ölçü ve itimad edilen ayarlar olmasında şaşılacak bir şey yoktur. İşte bu esas üzerine "tartının Mekkelilerin tartısı" ol­duğunu kabul eden bir hadîs geldi.

Medineliler ise ekip-diken ziraatçiler, hububat ve mey­ve sahipleri olduklarından ürünlerini, hurma ve üzümlerini pazarlamadaki ihtiyaçlarından dolayı müdd, sa' ve başka öl­çüleri iyi tutmaya özen gösterdiler. Dolayısıyla Resûlullah'ın (s.a.v.) onların Ölçüsünü birim olarak esas almasında yine şaşılacak bir şey yoktur.

Burada belirtmek istediğimiz şey ise; hadîs-i şerifin Mekkelilerin tartısını ve Medinelilerin ölçüsünü tayinin, za-man-mekan ve halin değişmesiyle değişebilen vesileler ba­bından olduğudur. Yoksa o, üzerinde durulup asla geçilme­yen taabbudi bir emir değildir.

Hadîsin hedefine gelince, basiret sahibine gizli kalma­yacağı gibi, o; yukarıda da zikrettiğimiz üzere, bu sahada.

Darekutni, Nevevî ve Ebu'l-Feth el-Kuşeyri sahih görmüşlerdir. Ha­fız Jbrt Hacer et-Telhis, c. 2, s. 175'de zikretmiştir. (Mısır baskısı), yi­ne Elbânî de onu Sahihinde, ol, s. 165'de zikretmiştir.

310

 

SÜNNETİ ANtAMADA VÖNTEM

insanların, bildikleri en ince ölçülere varıncaya dek ölçüleri­ni birleştirmeleridir.

Bunun içindir ki bugün Müslüman, kilogramı, onun küçük birimleri ile katlarında ondalık ölçüleri kullanmada herhangi bir güçlükle karşılaşmıyor. Çünkü bu, hem da-kikliğiyle, hem de hesap kolaylığıyla diğerlerinden farklı­lık arz etmektedir. Bu ise hiçbir halde hadîse muhalefet sa­yılmaz. Bundan dolayı çağdaş Müslümanlar birçok ülkede kg. birimleri kullanmakta ve kimse de buna karşı çıkma­maktadır.

Yine aynı şekilde uzunluktaki metre ölçüleri de böyle­dir. Madem ki hedef dakikliğe ve birliğe ulaşmaktır, öyleyse hikmet mü'minin yitiğidir ve onu nerede bulursa alır ve o, buna bütün insanlardan fazlasıyla layıktır.

Ayın Tespiti tçin Hilâlin Gözetlenmesi

Bu kısma girebilecek haberlerden birisi de şu sahih ve meşhur hadîste gelen: "Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz, onu gördüğünüzde orucu bırakınız (bayram ediniz). Şayet hava bulutlu olursa onu takdir ediniz." Bir başka lafızda ise "Eğer size kapalı gelirse Şaban ayının sayısını otuza tamam­layınız."3 şeklindeki Nebevi buyruktur.

Burada fakih şöyle söyleyebilir: "Hadîs-i şerif bir hede­fe işaret etmiş ve bir vesile tayin etmiştir." Hadîsteki hedefe gelince, o gayet açık olup, Ramazan ayının tamammda oruç tutulması, ondan bir gün dahi olsa zayi edilmemesi, veya Şa­ban ya da Şevval ayları gibi Ramazan'dan başka aylardan bi­rinde oruç tutulmuş olunmamasıdır. Ki bu da, insanların ço­ğu için mümkün olan ve dinlerinde onları herhangi bir me-

a" el-Lu'iüü vel-Mercan, nu: 656, 653,654

311

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şakkat ve güçlüğe sokmayan, aya girilip-çıkıldığını kolayca Öğrenebilecekleri bir vesile ile ispatlamak suretiyle olur.

Hilâlin gözlerle gözlenmesi o asırda insanların geneli için yapılabilen kolay bir vesile olduğu için hadîs-i şerif onla­ra bunu tayin etmiştir. Eğer astronomik hesap gibi başka bir vesile ile sorumlu kılsaydı; ümmet o zaman yazma ve hesap bilmeyen ümmî bir toplum olduğundan işleri zorlaşacaktı. Halbuki Allah, Resûlullah'ın (s.a.v.) ümmetine kolaylığı isti­yor, zorluğu istemiyordu. Nitekim Nebi (s.a.v.) kendisinden bahsederek şöyle buyuruyordu: "Allah beni öğretici ve ko­laylaştırıcı olarak gönderdi. Zora düşürücü olarak gönder­medi."90

Beşer ilminin, kendisini aya yükseltip, ayın sathına in­mesini ve onun yüzünde dolaşmasını onun taş ve toprakla­rından örnekler almasını mümkün kılacak kadar ileri bir se­viyeye ulaştıktan sonra ve İslâm ümmeti içerisinde de uzay, jeoloji ve feza sahalarında dünya çapında ihtisas sahibi âlim ve bilginler varolduktan sonra, hadîsin hedefini daha iyi gerçekleştirecek, ayın girişini tespitte, hata, yanılma ve yalan ihtimalinden daha uzak başka bir vesile bulunmuşsa, -haddi zatmda kastedilen hedef olmadığı halde- hükmü, niçin sade­ce hilâlin görünmesi şeklindeki vesile üzerinde donduralım da hadîsin istemiş olduğu hedeften gafil kalalım?

Hadîs, ayın girişini, ümmetin seviyesi için mümkün ve kolay bir vesile olması hasebiyle, bir veya iki kişinin çıplak gözle gördüklerini iddia ettikleri haberleriyle sabit kılarken; hata, vehm ve yalanın girmediği bu vesilenin reddedilmesi nasıl tasavvur edilebilir? Öyle bir vesile ki yakin ve katiyyet derecesine ulaşmıştır. İslâm ümmetinin doğusunda ve

9İ)- Müslim, Talak 4, nıı: 29; Tirmizi, Tefsir 66, c. 3, s. 328.

312

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

batısında onun üzerine birleşmeleri ve oruçta, oruca başla­ma ve bitirmede, bayramlarda farklı beldeler arasında üç günlük fark bulunacak kadar devamlı süregelen tartışma91 ve farklılığın giderilmesi mümkündür. Böylesi bir farklılık ise aklın almadığı gibi ne ilim mantığının, ne de din mantı­ğının kabul ettiği şeylerdendir. Kesin olarak bilinmektedir ki; onlardan sadece birisi doğru, diğerleri ise tartışmasız ha­talıdır.

Bugün kameri ayların girip-çıktığını ispat için kafi he­sabı esas alıp, onunla amel etmek, "kıyas-ı evlâ" babından öncelikle kabul edilmesi gereken bir vesiledir. Yani, -rü'yet gibi- kendisinde şüphe ve ihtimal bulunan en basit bir vesi­leyi alıp-amel etmeyi bize meşru kılan sünnet; kafi hesap gi­bi, maksudu gerçekleştirmede, orucun başlangıcı, birimi ve kurbanı ta'yinde ümmeti şiddetle ihtilaftan çıkarıp, ümme­tin dininin en Özel hususlarıyla ilişkili, onun hayatında ve ruhî varlığıyla birleşmiş çeşitli şeair ve ibadetleri hakkında arzu edilen vahdeti sağlayabilecek daha yüksek, daha mü­kemmel ve daha uygun olan bir vesileyi reddetmez.

Ancak büyük hadîs âlimi, Şeyh Ahmed Şakir (r.a.), bu meseleyi başka bir yönden ele almıştır: O, hükümde rü'yete itibar edilmesinin bizzat hadîste belirtilen illet ile illetlenmiş olmasına binaen kameri ayların girişini astronomi hesabıyla ispat cihetine gitti. Ona göre bu illet ortadan kalkmıştır, bu yüzden illetli (ma'lul)nin de kalkması gerekir. Çünkü karar

9'" Bu sene (H. 1409) Ramazan ayının girişi; Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Tunus vb. yerlerde 6 Nisan 1989 Perşembe günü, Su-ud'un görmesi (İddiası) ile olmuştur. Mısır, Ürdün, Irak, Cezair ve Mağrib'de ise Cuma günü olmuştur, Pakistan, Hindistan, Amman, Türkiye ve İran'da ise Cumartesi oruç (uttular. (Böylece üç gün fark etti.)

313 

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kılınan hususlardandır ki, hüküm, varlığında da yokluğun­da da illetiyle beraber dönüp-dolaşır.

Güçlülüğü ve netliğinden dolayı, burada onun şu ifade­lerini metniyle nakletmemizin güzel olacağı kanaatindeyiz: O (r.a.), Arap Aylarının Başlangıçları adlı risalesinde şöyle de­mektedir:

"Hiç şüphe yok ki, gerek İslâm'dan önce ve gerek İs­lâm'ın başlangıcında Araplar uzay ilimlerini, kesin ilmi bir bilgi ile bilmiyorlardı. Onlar, yazmayan ve hesap bilmeyen ümmî bir topluluktular. Bu konuda bir şeyler bilenler de an­cak yüzeysel ve sathî bazı şeyleri biliyorlardı. Onlar bunları ise, matematiksel kurallara dayanmayan, kesin öncüllere da­yalı, kat'î burhanlar üzerine bina edilmeyen bir takım mülâ­hazalar izleme, işitme ve haber alma yoluyla Öğrenmişlerdir. Bunun içindir ki Resûlullah (s.a.v.) onların ibadeti için ayın tespitinde başvuracakları şeyi, her birisinin veya çoğunun gücü-imkânı dahilinde müşahade edilebilecek kat'î bir du­rum kıldı ki bu da yalnızca çıplak gözle hilâlin görülmesidir. Zira bu, onların şeair ve ibadetlerinin vakitleri için daha sağ­lam ve daha iyidir. Yine bu, onların güçleri dahilinde, kendi­sinde yakin ve güvenin birleştiği bir durumdur. Allah da nefsi ancak gücü nisbetİnde sorumlu tutar.

Bu insanlara ayları tespit etmeleri için hesap ve astrono­miyi tayin etmesi şârîin hikmetine uygun olmazdı. Çünkü onlar yaşadıkları bu yerlerde bir şey bilmiyorlardı. Hatta on­lardan çoğu, çeşitli dönemler hariç kendilerine şehirlerin ha­berleri dahi ulaşmayan bedevilerdi. Şayet, bunu hesap ve astronomi olarak tayin etseydi, mutlaka onlan güçlüğe dü­şürecekti. Yine bunu onlardan çöllerde sadece birkaç kişi, ancak eğer kendilerine bir şey ulaştıysa, duyarak, şehir hal-

314

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ki ise; ancak hesap ehlini taklit ederek öğrenmişlerdir ki on­ların çoğu veya hepsi Ehl-i Kitaptandı.

Daha sonra Müslümanlar dünyayı fethettiler, ilimleri ellerine geçirdiler ve her ilim dalında ilerlediler, öncekilerin ilimlerini de tercüme edip, bu sahalarda ilerlediler ve birçok gizli şeyleri keşfettiler. Onları kendilerinden sonra gelenler için muhafaza ettiler ki astronomi, kozmografya ve yıîdız hesapları bunlardandır.

Fakihlerin ve hadişçilerin çoğu astronomi ilimlerini bil­miyorlardı veya ancak bazı esaslarını biliyorlardı. Onların bazısı veya çoğu onu bilenlere ya güvenmiyor ya da onunla mutmain olmuyordu. Hatta onlardan bazıları, bu ilimlerin ehli onunla gaybı bilme iddiasına kalkışır zannıyla onunla uğraşanları sapıklık ve bid'at çıkarmak ile suçluyorlardı. Öy­le ki, bazıları bunu fiilen iddia ediyor, böylece hem kendisi­ne, hem de ilmine kötülük ediyordu. Burada fakihlerin maze­retleri vardır. Fakihlerden ve âlimlerden bu ilimleri bilenler ise, dine ve fıkha göre onun doğru bir konumunu tahdit ede­miyorlar, aksine ona ancak korku ile işaret edebiliyorlardı.

Onların durumu işte böyleydi. Çünkü tabiî ilimler dinî vb. ilimler kadar yaygın olmadığı gibi, âlimler yanında onun kaidelerinin de sübutu kat'î değildi.

Yüce Allah, dünya hayatının sonunu ilan edinceye ka­dar bu yüce şeriat kalıcıdır. Dolayısıyla o, her ümmet ve her asır için bir yasamadır. Bu sebeple Kitap ve Sünnetin nassla-rında, sonradan meydana gelecek bir takım işlere ince işaret­ler görürüz. Her ne kadar, öncekiler (mütekaddimun) onu, hakikatinden başka bir şekilde tefsir etseler bile, bu işareti tasdik eden bir husus geldiğinde, doğru bir şekilde tefsir edilecek ve bilinecektir.

315

 

SÜNNETİ AMAM ADA YÖNTEM

Şu anda üzerinde durduğumuz hususa da sahih sün­nette işaret edilmiştir. Nitekim, Buhârî, İbn Ömer'in hadîsin­de onun Nebrnin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir: "Biz ümmî bir topluluğuz. Yazma ve hesap bilmeyiz, ay şöyle şöyledir...Yani bazen yirmi dokuz, bazen de otuz­dur,"92 Onu Muvatta'da Malik,93 Söfti/derinde Buhârî, Müs­lim ve başkaları şu lafızla rivayet etmiştir: "Ay yirmi dokuz­dur, hilâli görünceye kadar oruç tutmayın. Onu görünceye dek orucu bitirip (bayram etmeyin), eğer hava kapalı olursa onu takdir edin."

Allah kendilerine rahmet eylesin, önceki âlimlerimiz hadîsin açıklamasında isabet etmişler, ancak onun yoru­munda hata etmişlerdir. Bu hususta onların görüşünü en kapsamlı olarak yansitan İbn Hacer'in94 şu sözleridir: "Bura­da hesaptan kasıt, yıldız hesabı ve yıldızların gezinmeleri­dir. Önceki âlimler ise, bundan çok az şeyler biliyorlardı. Bu yüzden yıldızların hareketlerini izlemenin getireceği güçlü­ğü kaldırmak için, oruç ve diğer ibadetler hakkında verile­cek hüküm, hilâlin görünmesine bağlanmıştı, Onlardan son­ra bunları bilenler ortaya çıkmışsa da oruçtaki bu hüküm de­vam edegeLmiştir. Aslında hadîsin siyakının zahiri, hükmün hesaba bağlanmasını kesin olarak nefyediyor. Bunu Ne-bî'nin (s.a.v.) geçen hadîsteki şu sözü açıklıyor: "Eğer hava kapalı olursa, sayıyı otuza tamamlayın", "Hesap ehline so­run" demedi. Kapalılık halinde böyle bir sayının olmasında­ki hikmet ise orada sorumluların eşit olmaları ve onlardan ihtilaf ve çekişmenin kaldırılmasıdır. Fakat bir grup da bu

92~ Buhârî, Savm 13.

"" Malik, Muvatta, Siyam 1; el-LU'lüü ve'!-Mercan, nu: 653

94~ Hafız İbn Hacer, Fethu'1-Bârt, c. 4, s, 108-109.

316

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

konuda gezegenler ve hareketlerini inceleyen bilim adamla­rına başvurulmasını benimsedi. Bunlar da Rafizilerdir.95 Yi­ne bazı fakihlerin de onların görüşüne katıldıkları nakledil­di, Bâcî der ki: "Selef-i salihin icma'ı onların aleyhine bir de­lildir." İbn Bezize ise şöyle der: "Bu batıl bir görüştür. Nite­kim şeriat ilm-i nücûma dalmaktan nehyetmiştir. Çünkü o sezgi ve tahmin olup, onda ne kesinlik ne de zann-ı galip vardır. Kaldı ki buna bağımlı kılınırsa insanlar sıkıntıya dü­şer. Zira onu ancak azınlık bilir..."

Bu hesabın değil, rü'yetin muteber olması hakkında doğru bir açıklamadır. Ama sonradan bilenler çıksa bile oruçtaki "sadece görmenin muteber olması hükmü devam eder", şeklindeki yorum ise yanlıştır. Çünkü yalnızca gör­meye itimad edilmesi durumu, rnassta belirtilen bir illet ile illetlenmiştir. O da, ümmetin yazma ve hesap bilmeyen, üm­mî bir topluluk oluşudur. İllet ise, varlıkta da yoklukta da ma'lul ile birlikte olur. Dolayısıyla ümmet, ümmîliğinden çı­kıp da yazan ve hesap eden bir ümmet olunca, yani içerisin­den bu ilimleri bilenler yetişince, ezeliyle geneliyle insanlar ayın evvelini hesaplamada yakîn ve kesinlik derecesine ulaş­ma imkânı bulunca ve hesaba, rü'yete güvendikleri gibi hat­ta daha fazla güven sağlanıp da cemaatteki herkesin duru­mu böyle olunca ve ümmilik illeti gidince, sabit olan yakine müracaat etmeleri ve ayların ispatında sadece hesabı almala­rı vacip olur. Rü'yete ise ancak, hesap ehlinden kendilerine

*•*- Haiu İbn Hacer'in Rafıziierle kimleri kastettiğini bilemiyoruz. Eğer Şii İmamiyye'yi kastediyorsa, bildiğimiz kadarıyla onlara göre hesabı almak caiz değildir. Yok eğer, başkalarını kastediyorsa, onla­rın kim olduğunu bilemiyoruz.'! Afamed Şakir "Ben derim ki: Onlar­dan murad İslâmiyyedir. Nilekim onların böyle söyledikleri nakledil-nıiytir."

317

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sabit ve sahih haberlerin ulaşmadığı, insanların çöl veya köylerde bulunması halinde olduğu gibi, hesabı bilmeleri zor olan zamanlarda müracaat etmeleri gerekir.

Onu kıyaslayan illetin kalkmasıyla sadece hesaba baş­vurma vacip olunca, aynı şekilde rü'yetin mümkün olup-ol-madığını tesbit için de gerçek hesaba başvurmak vacip olur.

Nihayet, gerçek ayın evveli, hilâlin bir anlık bile olsa gözüküp, güneş battıktan sonra kaybolduğu gece olur.90

Mükelleflerin hallerinin değişmesiyle hükmün de deği­şeceği şeklindeki bu sözüm (aslı olmayan, sonradan çıkmış) bid'at sözlerden değildir. Gerçekten bu durumlar şeriatte çoktur ve bunu ilim ehli ve başkaları bilir. Bu meselemiz hakkında verilebilecek misallerden birisi de şu hadîstir: "Eğer hava kapalı olursa onu takdir edin." Bu başka lafızlar­la da gelmiştir. Mesela bazılarında "Şayet hava kapalı olursa sayıyı otuza tamamlayın" şeklindedir. Bunun üzerine âlim­ler "takdir edin" şeklindeki mücmel rivayeti "sayıyı (otuza) tamamlayın" şeklindeki müfesser (açıklanmış) rivayetle açıkladılar. Fakat zamanında Şafiîlerin en büyük imamı olan Ebu'l-Abbas Ahmed Ibn Ömer Ibn Süreye97 bunu iki farklı

™" Tercih edilen görüş, ayın, güneşin batışından sonra çıplak gözle görülebilecek kadar, ortaya çıkması mümkün olacak bir süre kalma­sıdır ki bu, ihtisas sahiplerine göre 15 veya 20 dakikadır. (Yusuf el-Kardavi)

"'" Süreye (sin ötreli ve sonu cim'dir). Bası lan kitapların hatalı olarak Şurayh şeklinde (şın ve ha) ile yazılır ki bu tashif (yanlışlıkla harf de-ğiştirmek)tir. 8u Ebu'l-Abbas H. 306'da vefat etmiştir. Sumu sahibi Ebu Davud'un öğrencisidir. Hakkında, Ebu İshak eş-Şirazi Tabakalu'l-Fukalıa'da (s.89) şöyle der: "Şafiîlerin büyüklerinden, Müslümanların imamlarmdandı. Şaliilerin hepsinden hatta el-Muzeni'den de üstün sayılıyordu. Hatib'in Tarihu Bağdad' kitabında (c. 4, s. 278-290) ve İbnıı's-Subki'nin "Tabakatu'ş-Şafiyye" kitabında (c. 2, s. 67-96) hakkın­da iyi bir hal tercümesi vardır.

318

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hal kabul ederek, iki rivayet arasını cem etmiştir. "Onu tak­dir edin" buyruğunun mânâsı, onu menzillere göre takdir edin demektir ve bu Allah'ın bu ilimlerle seçkin kıldığı kim­selere bir hitaptır. "Sayıyı tamamlayın" buyruğu ise genel olarak bütün insanlara bir hitaptır.98

Görüldüğü gibi benim görüşüm, hemen hemen Ibn Sü-reyc'in görüşüne benziyor. Şu kadar var ki o, bunu hava bu­lutlu olması sebebiyle ayı görenler olmadığı zamana has kı­larken; hesap ile amel etme hükmünü de kendi zamanında bunu bilenlerin sayısının azlığı, onların sözlerine ve hesapla­rına güvenilmemesi, bazı yerlerde ayın görüldüğü sabit ol­duğunda bu haberlerin diğer bölgelere geç ulaşması gibi ge­rekçelere binâen azınlığa has kıldı. Benim görüşüm İse: Da­kik ve kendisine güvenilir olan, hesabı alıp onunla amel et­menin umum olması ve bu günlerde haberlerin çabukça ula­şıp, yayılmasının kolaylığı sebebiyle bunun bütün insanlar için umum (genel) olduğuna hükmetmektir. Rü'yete itimat etme ise, kendilerine haberlerin ulaşmadığı, astronomi, gü­neş ve ayın menzilleri hakkında kendisine güvenilen ilim sa­hibi bulamayan nadir bir azınlık için geçerli kalmaktadır.

Bu görüşümün, görüşlerin en doğrusu, selim fıkha ve bu babda gelen hadîsleri doğru bir şekilde anlamaya en ya­kını olduğu kanaatindeyim.99

Bunlar Allâme A. Şakir'in yarım asırdan daha fazla bir zamandır yazmış olduğu görüşleridir. (H. 1357 Zi'l-Hic-ce=M. 1939 Ocak)

™" Kadi ve Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Tirmizi üzerine yaptığı şerhi (c. 3, s. 207-208) ve (Zeynuddin el-Iraki ve oğlunun) Tarlıu'i-Tesrib'i (c. 4, s. 11-113) ve (İbn Hacer'in) Fethu'l-Bâri (c. 4, s. 104). "" "Evailu'ş-Şuhuri'l-Arabîyye" risalesi, s. 7-17. Mektebefu İbn Tey-miyye neşri.

319

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

O zamanlar astronomi ilmi, insanın uzayda savaşması, aya çıkması gibi bugün kadir olduğu İlerlemelere ulaşabil­miş değildi. Şimdi ise, bu ilim en İnce detaylarına kadar en son dereceye ulaştı. Öyle ki ondaki hata ihtimali saniyede yüzbinde bir oranındadır.

Şeyh Şakir, her şeyden Önce bir hadîsçi olduğu halde bunları yazmıştır, Allah ona rahmet eylesin, hayatı boyunca hadîse hizmet ve Nebevî sünnete yardım etmek için yaşadı Ve kendisi, halis bir Selefi olup, ittiba eden (nasslara uyan) birisidir, bid'at çıkaran bir adam değildir. Fakat o, Selefîliği, bizden önceki Selefin dediklerini dondurmak (ne dedilerse sadece onu almak) şeklinde anlamadı Bilakis onun anlayıp-arzuladığı gerçek Selefîlik onların metoduyla metodlanmamız, onlann ruhunu özümsememiz, onlar kendi zamanla­rında nasıl ictihad etmişlerse, bizim de kendi zamanımızda ictihad edip, bizim karşılaştığımız olayları, onlann akıllarıyla değil, kendi akıllarımızla çözümlememiz ve sadece şera­itin kat'î hükümlerine ve onun muhkem nasslarına ve küllî maksatlarına bağlı kalmamızdır.

Durum böyleyken bu sene (H. 1409) Ramazan ayında, değerli şeyhlerden birisinin100 uzunca bir makalesini oku­dum. Orada o, "Biz, ümmî bir ümmetiz, yazma ve hesap bil­meyiz" şeklindeki sahih Nebevî hadîsin, hesabı nefyettiğini, ümmetin yanında ona itibar edilmemesini içerdiğine işaret etti. Eğer bu söylediği doğru kabul edilse, hadîs; yazı yazma­nın da nefyedildiğine, ona da itibar edilmemesine delâlet ederdi. Çünkü hadîs, ümmetin ümmî oluşuna delâlet eden

1UO q suutj; Arabistan'daki Muhammed el-Lahidan'dır. Makalesini Suudi Arabistan'daki günlük gazetelerden el-Ukaz ve başkalarında 21 Ramazan 1409 tarihinde yayınlamıştır.

320

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

iki hususu içermektedir ki bunlar da yazı yazma ve hesapla­madır.

Halbuki ne eskiden, ne de yakınlarda hiçbir kimse, ya­zının kötü bir şey olduğunu, ümmetin ondan yüz çevirmesi gereken bir şey olduğunu söylemiştir. Aksine Kur’an, sün­net ve icma'ın delâlet ettiği üzere yazı, istenilen bir husustur. Nebî'nin (s.a.v.) hayatında -bilindiği üzere, mesela Bedir esirleri hakkındaki uygulamasında- görüldüğü gibi, yazıyı yaymaya ilk başlayan bizzat O'dur (s.a.v.). Bu noktada söy­lenilenlerden birisi de şudur: "Resûlullah (s.a.v.) hesapla ameli bizim için meşru kılmadı, bize, ona itibar etmemizi emretmedi. Ayların tesbitinde bize ancak rü'yete itibar et­memizi ve onunla amel etmemizi emretti." Bu sözlerde şu iki şeyden dolayı biraz hata ve safsata vardır.

1) Ümmetin, yazmayan, hesap bilmeyen ümmî olduğu bir dönemde Resûlullah'ın (s.a.v.) hesapla saymayı emret­mesi makul olmaz. Bu yüzden, O (s.a.v.), onlara zaman-me-kan bakımından uygun olan ve insanların çoğunun, bulun­dukları asırda güç yetirebilecekleri bir vesileyi meşru kıldı ki, o da rü'yettir. Ama, daha dakik, daha hassas, hata ve vehmden daha uzak bir vesile bulunursa, sünnette buna iti­bar etmeye bir engel yoktur.

2) Sünnet, havanın bulutlu-kapalı olması halinde bil-fi-il hesaba itibar edilmesine işaret etmiştir. Bu da Buhârfnin Camiu's-Sahih'imi Kitabu's-Savm yani oruç ile ilgili kısmında Malik'in Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun Resulullah'tan (s.a.v.) oluşan "altın silsile" ile rivayet ettiği şu hadîstir: "Re-sûlullah (s.a.v.) Ramazan'dan bahsetti de şöyle buyurdu: 'Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın, yine onu görünceye

321

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kadar oruca son vermeyin. Eğer hava kapalı olursa onu tak­dir edin.'" ım

İşte hadîste emredilen "onun takdir edilmesi" veya miktarı ifadesi içerisine, hesabı iyi bilen ve onu herkesin doğruluğundan mutmain olacağı bir dereceye ulaştırabîlen kimseler için, hesaba itibar edilmesi de girer. Artık bu asrı­mızda kafî kesin bilgiler mertebesine çıktı. Nitekim bu, as­rın ilimleri hakkında ve Rabbimin kendisine bilmediklerini öğrettiği insanın bu ilimlerde ne kadar ilerlediği hususunda en az bilgisi olan herkes tarafından dahi bilinip kabul gören bir konudur.

Her yıl orucun ve Ramazan bayramının başlangıcında ortaya çıkan ve çeşitli İslâm beldeleri arasında üç günlük fark açılmasına dek varan yaygın ihtilafı azaltmak üzere, se­nelerden beri -en azından- hilâlin görüldüğünü değilse de hiç olmazsa görülmediğini ispatta olsun kesin astronomi he­sabını alıp, onunla amel etmeye çağırdım. Hilâlin görüleme­yeceğini tespitte hesabı almanın mânâsı ise, asrımızdaki fikıhçıların çoğunun görüşüne uygun olarak, hilâlin rü'yet (gözle görme) ile ispatına devam etmemiz, ama, hesap, hilâ­lin görünme imkânını nefyeder de, "Bu mümkün değildir; çünkü hilâl, İslâm âleminin hiçbir yerinde asla doğmamış­tır" derse, o zaman hiçbir halde şahitlerin şahitliklerinin ka*-bul edilmemesi gerekir. Çünkü, kesin matematiksel bilginin ortaya koyduğu gerçek, onları yalanlamaktadır. Aslında bu durumda, insanlardan, hilâli gözetlemeleri de asla istenmez,

löl" Kadera-yakduru veya yakdiru, kaddera= takdir etti mânâsında-dır. Nitekim Yüce Allah'ın şu ayetinde: "Biz, ölçüp biçtik, ne güzel takdir edenleriz" (Mûrselat, 20) buyurmaktadır. (Hadîs için Bkz: Bu-hâri, Savm 11)

322

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şer'î mahkemeler, fetva veya diyanet işleri daireleri, hilâlin görüldüğünü iddia etmek suretiyle şahitlik yapmak isteyen­lere kapılarını dahi açmaz.

Bu benim, çeşitli fetvalar, dersler, konferanslar ve prog­ramlarda söyleyip durduğum, varmış olduğum kanaatim-dir. Daha sonra ise Allah'ın dilemesiyle bu görüşün büyük Şafiî fakihlerinden birisi tarafından detaylı bir şekilde açık­landığını tespit ettim. Bu fakih de, ictihad mertebesine ulaş­tığı söylenen İmam Takıyuddin es-SubkTdir. (Ö. 756)

Nitekim Subkî de Fetvalarında, hesabın gözle görme im­kânını nefyetmesi halinde, hakimin, şahitlerin şahitliğini reddetmesi gerektiğini zikretmiş ve şöyle demiştir: "Çünkü hesap kati; şahitlik ve haber ise zannîdirler. Zarının ise, katî oian bir delilin önüne geçmesi şöyle dursun, onunla çelişkili olduğu dahi söylenemez." (Çünkü birbirine denk değildir ki çelişsin.)

Yine o, hangi dava olursa olsun, hakimin, yanındaki şa­hidin şahitliğine bakması gerektiğini, ama şayet his veya dış görüntünün bu şahitliği yalanladığını anlarsa, onu redde­dip, ona itibar etmemesinin onun salâhiyeti dahilinde oldu­ğunu zikretmiş ve şöyle demiştir: "Delilin kabul edilme şar­tı ise, şahitlik yaptığı hususun hiss, akıl ve şeriat açısından mümkün olmasıdır. Katî olan hesabın delâleti, görmenin imkânsızlığını kesin bir şekilde ortaya koyunca, şahitlik ya­pılan şeyin imkânsız oluşundan dolayı şer'ân görüldüğünü söylemek de imkânsız olur. Şeriat ise imkânsız olan hüküm­ler getirmez."102

Şahitlerin şahitliği ise onların vehimli, hatalı ve yalan söylemiş olabileceğine hamledilerek kabul edilmez.

102~ Sübki, d-Feleua, c. 1, s. 219-220, Mektebu'l-Kudüs neşri. Kahire.

323

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTÎM

Ya, Subkî asrımıza kadar yaşayıp, astronomi veya koz-mografya diye isimlendirdikleri ilimlerin bu kadar ilerleme­sini görseydi, işaret ettiğimiz bu hususlar karşısında tavrı nasıl olurdu?!

Aynı şekilde Şeyh Şakir de araştırmasında, zamanında meşhur bir Ezher Şeyhi olan büyük Üstad Şeyh Muhammed Mustafa el-Merağî'nin -yüksek şer'î mahkeme başkanı iken-hesabın hilâlin görünme imkânını nefyetmesi halinde şahit­lerin şahitliğinin reddedilmesi şeklindeki Subkfnin görüşü­ne yakm bir görüşü benimsediğinden bahsetmektedir. Şeyh Şakir şöyle der: "Ben ve bazı kardeşlerim büyük üstadın bu görüşüne muhalefet eden kimselerden idik. Ama şimdi ben onun görüşünün doğru olduğunu açıkça söylüyor ve buna hesabı bilmesi zor olanlar hariç, hilâllerin her halükârda he­sap ile tespit edilmesinin vacip olduğunu ilâve ediyorum.103

 Ahmed Şakir, "Evaliu'ş-Şuhıtri'l-ANibh/ye" risalesi, s. 15. Burada şunu da söyleyelim: Asrımızda bu görüşü benimseyenlerden birisi de büyüK fakih, üstad. Şeyh Mustafa Zerka'dır. Her ne kadar diğer üye­lerden istenilen çoğunluğu oluşturacak kadar kendisine yardım eden bulamamışsa da, benimsediği bu görüşü İslâmi Fıkıh Kurumunda ilan etmiş ve savunmuştur.

324

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

6- HADÎSİ ANLAMADA HAKİKAT İLE MECAZIN AYIRT EDİLMESİ

Arapça, içerisinde bol miktarda mecaz, bulunan bir dildir. Mecaz ise, belagat ilimlerinde de kabul edildiği gibi hakikat­ten daha beliğ (beyanı daha güzeldir. Yüce Resul de "dat" harfini konuşan (Arap)ların lisanı en fasih (güzel ve açık) olanıdır. O'nun (s.a.v.) sözü Allah'tan inen vahiyden esin­lenmektedir. Dolayısıyla onun birçok hadîslerinde maksadı en güzel bir şekilde ifade eden mecazların bulunmasında şa­şılacak bir şey yoktur.

Burada mecazdan kastedilen şey: Lügavî ve aklî meca­zı, istiareyi, kinayeyi, temsilî istiareyi ve lafız veya cümle ile onu aslına uygun olan delâletinden dışarı çıkaran her şeyi içermektedir.

Bir sözdeki mecaz; ya sözlü, ya da halde mevcut olan ve onun mecaz olduğuna delâlet eden karineler vasıtasıyla bilinir.

 

325

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İşte, hayvanlara, kuşlara, cansızlara ve çeşitli kavramla­ra nispet edilen söz ve konuşmalar bu cümledendir.

Şu sözlerde olduğu gibi: "Yağa; 'nereye gidiyorsun' de­nildi. O: 'eğrilikleri doğrultmaya. Yani zayıflıktan ortaya çı­kan bedendeki ayıpları kapatmaya' dedi."

Kereste, çiviye: "Beni niçin yarıyorsun?" dedi. O da: "Beni çakana sor" dedi.

Bunların hepsi, tasvir ve temsil babından olup, bu, haberlerdeki yalandan sayılmaz. İmam Râğıb Isfahanı, ez-Zeria ila Mekarimi'ş-Şeria adlı değerli kitabında şöyle der:

"Şunu bil ki; bir söz haber vermek kastıyla değil de ib­ret alınması için mesel olarak söylenirse, bu, hakikat karşı­sında yalan değildir. Bunun içindir ki yalandan sakınanlar, bunları konuşmaktan kaçınmazlar. Buna arslan, kurt ve til­kinin ortaklaşa yapmış oldukları meşhur av kıssası misal olarak verilebilir. Onlar bir avda bir eşek, bir ceylan ve bir tavşan avlarlar. Arslan kurda: 'Paylaştır!' der. O da 'Zaten paylaşılmıştır: Eşek senin, ceylan benim, tavşan da tilkinin­dir1 diye cevap verir. Bunun üzerine arslan ona bir çarpar ve onu kanlar içerisinde bırakır. Sonra tilkiye: 'Sen paylaştır1 der. O da; 'O, pay edilmiştir: Eşek kahvaltınız için, ceylan öğleliğiniz için, tavşan da akşam yemeğiniz içindir' der. Bu­nun üzerine arslan; 'Bu taksimi sana kim öğretti?' diye sorar. Tilki: "Kurdun kana bulanmış postu' cevabını verir."

Isfahanı der ki: "Yüce Allah'ın şu sözü de, böyle bir du­ruma hamledilir: 'İşte bu kardeşim, onun doksan dokuz ko­yunu, benimse bir koyunum var'". (Sa'd, 23)

Yüce Allah'ın şu sözü hakkında tefsircilerin çoğunun söylediği şey de bunun gibidir: "Doğrusu Biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklen-

326

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

mekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâ­lim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir." (Ahzab, 72)

Bazı zamanlar sözün mecaza hamledilmesi kaçınılmaz olur. Aksi takdirde ayak kayar ve insan büyük hataya düşer.

Mesela Resûlullah (s.a.v.), mü'minlerin anneleri olan ha­nımlarına: "Bana en çabuk kavuşacak olanınız, sizden kolu en uzun olanınızdır" buyurduğunda onlar bunu gerçek ola­rak anlaşılan kol uzunluğuna hamlettiler. Nitekim Hz. Aişe: "Allah onlardan razı olsun, bunu duyar duymaz hangisinin kolu uzun olduğunu ölçmeye koyuldular" demektedir.

Hatta bazı hadîslerde onların, hangisinin kolunun uzun olduğunu ölçmek için bir kamış parçası alıp ölçtüklerini zik-redebilmektedir! Resûlullah (s.a.v.) ise bunu kastetmemiştir. O, bundan ancak hayırda ve iyilik yapmadaki kol uzunluğu­nu kastetmiştir.

Vakıanın doğrulamış olduğu da budur. Ona vefatın­dan sonra hanımlarından ilk önce kavuşan Zeynep binti Cahş'dı. Çünkü o, çok hünerli bir kadındı, eliyle çeşitli işler yapıyor ve kazancını sadaka olarak dağıtıyordu.1M

Bu durum, sünnette vuku bulduğu gibi, Kur'an'da da vuku bulur. Nitekim oruç hakkındaki Yüce Allah'ın şu aye­tini anlamada Adiyy b. Hatim bu tür bir hataya düşmüştür: "Artık (Ramazan gecelerinde hanımlara) yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin için takdir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın." (Bakara, 187)

 Hadîsler için bkz: Müslim, Fedailu's-Sahâbe 17, nu: 101; Buhâri, Zekat II. Buhârfde kolu en uzun ve en Önce kavuşacak olanın Şevde (r.a.) olduğu bir vehm vuku bulmuslur. Bu ise ba/ı râvilerden kay­naklanan ve İbmı']-Cevzi'nin şiddetle eleştirdiği bir hatadır, Bkz: Ze-hebi, Siyeru A'tamin-NUMa, c. 2, s. 213, Risale baskısı, Beyrut.

327

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Buhârî, Adiyy b. Hatim'den onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: "'...Beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırt edilin­ceye kadar yiyin, için...' şeklindeki bu ayet inince, biri siyah, diğeri beyaz iki parça ip alıp, yastığımın altına koydum. İki­sine bakmaya başladım. Beyazı siyahtan ayırt edince yiyip-içmeyi bırakıp oruca başladım. Sabahleyin Resûlullah'a (s.a.v.) vanp yaptığımı haber verince, O: 'Öyleyse yastığın bir hayli geniş! Bu, ancak gecenin siyahlığından, gündüzün beyazlığının ayrılmasıdır" buyurdu."a "Öyleyse yastığın bir hayli geniş" ifadesinin anlamı; ayetten kastedilen siyah ve beyaz iplikleri onun yastığının altına koyması, bunun batı ile doğu genişliğinde olmasını gerektirir. Çünkü bunlardan gündüzün beyazlığı ile, gecenin siyahlığı kastedilmiştir!105

Herkesçe bilinen şu kutsi hadîsdeki Yüce Allah'ın sözü de bunun gibidir: "Eğer kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir dirsek boyu yaklaşırım. Eğer o bana bir dirsek boyu yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer kulum bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim." ll*

Mu'tczile, böyle bir metni rivayet etmeleri ve bunu Al­lah'a nispet etmeleri sebebiyle Ehl-i Hadîse sataşmıştır. Çün­kü bu, Allah'ın, maddî yakınlık, yürüme ve koşma gibi hu­suslarda, yaratıklara benzediği yanılgısına sebep olmaktadır ki, bu onun uluhiyyetinin kemaline yakışmaz.

Daha sonra İmam İbn Kutaybe Te'vilu Muhtelifi'l-Hadîs adlı kitabında onlara şöyle cevap vermiştir: "Bu, sadece tem­sil ve teşbihtir. Bundan ancak şunu kastetmiştir: Kim bana sür'atle, İtaat ederek gelirse, ben ona sevap vermekte ondan

 Buhârî, Savın 16)

105-

Bkz. ibn Kesir Tefsiri, o 1, s. 221.

Muttefekun aleyhtir. Bkz: d-Lü'lüü ve'l-Mercaıi, nu: 1721, 1746.

daha hızlı davranırım. İşte, yürüme ve koşmayı da bundan kinaye etmiştir.

Nitekim Allah Teâlâ'nın şu ayeti de böyledir: 'Ayetleri­miz hakkında {onları tesirsiz bırakmak için) birbirlerini aciz bırakırcasına yarışanlara (Sa'y edenlere) gelince, işte bunlar, cehennem dostlarıdır." (Hacc, 51) Buradaki sa'y=hızb yürü­mek demektir. Bundan onların devamlı yürüyüp durdukla­rı kastedilmemektedir. Allah daha iyisini bilir ya, buradan ancak, onların niyetleri ve amelleriyle hızlı oldukları kaste­diliyor."107

Yine bazı hadîslerde, özellikle çağdaş bir kültürde yeti­şenler açısından bir takım problemlere rastlamaktayız. Bu da, lafızların asıl delâletlerimle ifade ettikleri anlamların, ha­kikat anlamına hamledildiğinde ortaya çıkmaktadır. Ama, mecazi anlama hamledildiğinde ise problem gitmekte ve kastedilen mânânın gerçek yüzü açığa çıkmaktadır.

Bunun için, Ebu Hureyre'nin Nebfden rivayet ettiği Buhârî ve Müslim'deki şu hadîsi misal olarak ele alalım: Bu­yurdular:

"Cehennem Rabbine şikayet etti ve dedi ki: 'Bir tarafım, bir tarafımı yedi gitti!' Bunun üzerine Allah ona bir nefes kı­şın, bir nefes de yazın olmak üzere iki nefes ile müsaade et­ti. İşte bu da karşılaştığınız en şiddetli sıcak ile, karşılaştığı­nız en şiddetli soğuktur."108

Halbuki asrımızdaki okul öğrencileri, coğrafyada mev­simlerin değişme sebeplerini, yaz ile kışın, sıcak ile soğuğun ortaya çıkış sebeplerini Öğreniyorlar ki bu, tabiat kanunları

328

 

I07' İbn Kuteybe, Te'viiuMuhteüfu'l-tiatSrs, s. 224, Daru'l-Ceyl, Beyrut. 108" Bkz: et-Lü'lüü ve'l-Mercatı, nu: 359.

329

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

na ve yine bu sahada öğrenim görenlerin bildiği sebeplere dayanmaktadır.

Nitekim herkesçe bilinmekte ve görülmektedir kî yer­kürenin bir kısmı kışın şiddetli soğuk olurken, diğer kısmı çok fazla sıcak olmaktadır. Mesela ben 1988 yazında Avust­ralya'yı ziyaret ettim ve orada çok şiddetli bir soğukla karşı­laştım. 1989 kışında ise Güney Amerika'ya gittim, orada da sıcak bir yaz ile karşılaştım.

Dolayısıyla hadîsin mecaza; şiddetli sıcağı cehennem nefeslerinden bir nefes, şiddetli soğuğu da nefeslerinden başka bir nefes olarak tasvir eden bir edebî tasvire hamledil-mesi gerekir. Şu halde cehennem çok şiddetli soğuk ve çok şiddetli sıcak gibi çeşitli azap türlerini içermektedir.

Ebu Hureyre'nin Resûlullah'tan (s.a.v.) rivayet ettiği, Sahihayn'daki şu hadîs de yine böyledir: "Buyurdular ki: Al­lah, yaratıkları yaratıp da yaratma işini tamamlayınca 'rahm (akrabalık)' dedi: 'Burası (akrabalık ilişkilerini) kesmekten sana sığınanın makamıdır!' (Yüce Allah): 'Evet, seninle bağı­nı devam ettirenle, bağ kurmama; ilişkilerini koparanla da bağımı koparmama razı olmaz mısın?' buyurdu. O, 'Olurum ey Rabbim!' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Bu sana verilmiştir' buyurdu. Sonra Resûlullah (s.a.v.); 'İsterseniz şu ayeti oku­yun!' buyurdu: 'Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle mi...'" (Muhammed, 22)109

Acaba burada rahmin, yani akrabalığın sözü hakikî mi­dir? Yoksa mecazî midir? Sarihler ihtilaf etmişlerdir.

Ama Kâdî İyaz, hadîsi mecaza hamletmiş, onun darb-ı mesel babından olduğunu söylemiştir,

l09-A.g.e, nu:1655.

330

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine İbn Ebi Cemre, Buhârî Muhtasarı Şerhinde "akraba­lık bağlarını devam ettirene Allah Teâlâ'nın da bağ kurması-nı"nı açıklarken şöyle demektedir: "Buradaki Allah'ın vas-h=bağı devam ettirmesi O'nun ihsanının büyüklüğünden bir kinayedir. Burada, O, sadece insanların anlayacağı şekilde konuşmuştur. Sevgilinin, sevenine verebileceği en büyük şey; bağı devam ettirmek ve ona yakın olmak, istediğini ye­rine getirmek, onun hoşlanacağı şeylerde ona yardımcı ol­mak olunca ve bunların hakikî anlamı yüce Allah hakkında imkânsız olunca; bunun O'nun kuluna olan büyük ihsanın­dan bir kinaye olduğu anlaşılır. 'Bağların koparılması' hak­kında da söylenilebilecek şey böyledir. Bu da, ihsanını kes­mesinden bir kinayedir."

Kurtubi de şöyle der: "Akrabalığa nisbet edilen bu sö­zün mecaz veya hakikat üzere, isterse takdir ve temsil cihe-tiyle denildiğini söyleyelim, neticede sanki mânâ: 'Şayet ak­rabalık akledebilen, konuşabilen bir varlık olsaydı, mutlaka şöyle derdi' şeklindedir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın 'Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, O (dağ)nun mut­laka boyun eğdiğini görürdün...' şeklindeki ayetidir ki so­nunda: 'Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.' (Haşr, 21) buyurulmaktadır."

Şu halde bu sözden kastolunan şey; sıla-i rahim emrinin çok Önemli olduğu, Allah Teâiâ'nın onu kendisiyle komşu olmak isteyeni kendisine komşu edip-himayesine aldığı kimsenin mertebesinde gördüğünü, böyle olunca da Al­lah'ın komşusunun yardımsız ve terk edilmiş olamayacağı­nı haber vermektedir. Nitekim Nebî (s.a.v.) bir başka hadîs­lerinde şöyle buyurmaktadır: "Her kim sabah namazını kı­larsa o, Allah'ın zimmetinde, emamndadır. Allah kimi ahdi-

331

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ni yerine getirmediğinden dolayı muaheze etmek üzere zim­metinden mahrum etmek isterse, onu yapar. Sonra da onu cehennem ateşinde yüzünün üzerine çarpar."a

Hadîsin mecaza hamliyle yapüan bu çeşit te'vilin, hiçbir şekiide dini sıkıntıya sokmayacağına inanıyorum. Tabi ki bu, te'vilin kabul edilebilecek şekilde olması, körü körüne ve zorlama bir te'vil olmaması, orada te'vili ve hakikatten me­caza çıkmayı gerektirecek bir durumun olması halindedir. Yine bir anlamda, açıkça akıl ve şeriatın sahih bir emri veya ilmin kat'î verileri yahut tekit ettiği şeyler açısından bir en­gelin bulunması, hakikî mânâyı istemeye engel olur.

Burada gerçek bir engelin olup olmayacağı hususunda ihtilaf çıkabilir.

Çünkü bir insan veya bir gruba göre aklen imkânsız ka­bul edilen bir şeyi diğerleri mümkün görebilir. İşte bu, iyice incelenmesi gereken bir husustur.

Aklî, şer'î, ilmî veya pratik hayattan herhangi bir enge­lin bulunmasıyla bir sözün hakikatte hamlinin terk edildiği gibi, caiz olmayan veya zorlama şeklindeki bir te'vil de ka­bul edilemez.

Burada, mecaza sığınmanın terki; İslâm'da nakledilen sahih nasslar ile ma'kul görülen açık gerçekler arasında çe­lişki yoktur diye öğreten akılcı insanlar için bir fitne kapısı olabilir.

Şimdi de Buharı ve Müslim'in ibn Ömer'den (r.a.) riva­yet ettikleri şu hadîsi okuyalım: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu­lar ki: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme varınca, ölüm getirilip cennet ile cehennem arasına konulur ve sonra' kesilir! Sonra bir çağırıcı: 'Ey cennetlikler artık a" Müslim, Mcsacid 262

332

 

SÜKNETt ANLAMADA VÖHTEM                        .    

ölüm yok, ey cehennemlikler artık ölüm yok' diye seslenir. Bunun üzerine cennetliklerin sevinci daha da artar. Cehen­nemliklerin ise hüznü daha da çoğalır."110

Yine Buhârî ve Müslim'in ve başkalarının rivayet ettiği Ebi Said hadîsinde de: "Ölüm, çok güzel bir koç şeklinde ge­tirilir..."111 denilmektedir.

Acaba bu hadîsten ne anlaşılır? Ölüm nasıl kesilir? Ve­ya ölüm nasıl ölür?

Nitekim Kâdî Ebu Bekir İbnu'l-Arabi bu hadîs üzerin­de durmuş ve şöyle demiştir: "Bu hadîs, aklın açık gerçekle­rine ters düştüğü için karışıklığa yol açmıştır. Çünkü ölüm bir arazdır ve araz, cisme dönüşmez. Şu halde nasıl kurban edilsin?"

Bundan dolayı bir taife, hadîsin sahih olduğunu inkar edip onu reddetti. Bir taife de te'vil ederek, bunun bir temsil olduğunu ve ortada gerçek bir kesme işi olmadığını söyledi. Başka bir taife ise şöyle demiştir: "Bilakis kesme işi, hakikat üzeredir. Kesilen de ölüm işini üstlenen ölüm meleğidir ve Onların her birinin ruhunu alma işini üstlendiği için, onların hepsi onu tanır."

Fethu'l-Bâr?de Hafız İbn Hacer: "Müteahhirinden bazı âlimler bunu benimsediler" der ve Mazirî'den onun şu sözü­nü nakleder: "Bize göre ölüm arazlardan bir arazdır. Mute-zile'ye göre ise o, bir mânâ değildir. Şu halde iki mezhebe göre de ölümün koç veya herhangi bir cisme dönüşmesi doğru olmaz. Öyleyse bundan murad, temsil ve teşbihtir."' Sonra şöyle der: "Ama Allah bu cismi önce yaratıp, sonra ke­sebilir ve bunu cennetlikler için artık ölümün gelmeyeceğine dair bir misal kılabilir."

110-111-

el-Lü'lM ve't-Mercatı, nu: 1812. A.g.e,nu:1811

333

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Kurtubi de et-Tezkire adlı kitabında buna benzer şeyler söylemiştir.

İşte bütün bu te'viller; İbnu'l-Arabi'nin de dediği gibi, bir sözü aklın açık gerçeklerine ters düşen lügatteki hakikat mânâsına hamletmekten bir kaçıştır.

Bu şekilde mecaza hamletmek ise, hadîsi inkar etip de­fetmekten daha iyidir. Nitekim bu hadîs birçok sahabeden, çeşitli sahih isnâdlarla sabit olmuştur. Şu halde bu şekilde te'vil imkânı varken, onu reddetmek pervasızlıktır.

Şu kadar var ki Hafız Ibn Hacer kim olduğunu belirt­mediği bir âlimin şöyle dediğini de nakletmiştir: "Allah'ın cisimlerinden arazlar yaratıp, sonra da onlara madde verme­sinde bir engel de yoktur. Müslim'in Sahıh'indeki şu ve ben­zeri hadîslerde oludğu gibi: "Bakara ve Al-i İmran (sureleri ahirette) sanki iki bulut gibi gelirler."112

Allâme Şeyh Ahmed Muhammed Şakir de Ahmed İbn Hanbel'in kitabı Müsned'e yapmış olduğu tahricinde buna yönelmiştir. Fethu'l-Bârî" den Ibn Arabi'nin bu hadîs hakkın­daki karışık görüşünü ve onu te'vil etmeye çabaladığını nak­lettikten sonra şöyle demektedir:

"Bunların hepsi bizden istenmeyen bir meşakkati üstlen­mek ve Allah'ın, bilgisini sadece kendisine has kıldığı gaybın üzerine gitmektir. Bize düşen ise, ancak, ona geldiği gibi ina­nıp, ne inkar ve ne de te'vil etmemizdir. Hadîs sahihtir. Aynı şekilde mânâsı BuhârTdeki Ebu Said hadîsinde, İbn Mâce ve İbn Hıbban'daki Ebu Hureyre hadîsinde de sabit olmuştur.3 Madde arkasındaki gayb âlemini, bu yeryüzündeki cisimlere

112~ Bu görüşler için bfcz: Hafız İtm Hacer, Fethu'l-Bâri, c. 11, s. 421;

Hadîs için Bkz: Müslim, Müsafirun 42, nu: 252-3.

a- Buharı, Tefsir, Sure 19,1, Rikak, 51; İbn Mâce, Zühd3S; İbn Hıbban,?

334

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bağlı olan akıllar idrak edemez. Hatta akıllar, idrak kapasite­si içerisinde olan birçok maddî gerçekleri dahi idrakten aciz kalmışken, güç ve kuvvet çerçevesinden çıkan gaybî konular vb. hakkında hüküm vermeye nasıl kalkışabilir?! İşte bizler, asrımızda maddenin kuvvete dönüşümünü idrak ettik.

Yine sanayi ve çalışma ile, ne onun ne de bunun hakika­tini bilmeksizin kuvvetin de maddeye dönüştüğünü idrak edebiliriz. Daha sonra neler olacağını da bilmiyoruz. Bildiği­miz şu ki; insan aklı, aciz ve noksandır. Madde, kuvvet, araz ve cevher; ancak gerçeklere yaklaştırmak için konulmuş bi­rer ıstılahtırlar. İnsan için en hayırlı olanı öylece iman edip, dürüstçe amel etmesi, sonra da gayb hakkındaki şeyleri gayb âlemine bırakmasıdır. Belki bu şekilde kıyamet günün­de kurtuluruz. "De ki: Rabbimin sözleri için, derya, mürek­kep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin söz­leri bitmeden önce deniz tükenir." (Kehf, 109)113

Allah kendisine rahmet etsin Şeyhin bu sözü; gaybî iş­ler hakkında muhkem nassların te'vilini terk etmenin illetini ortaya koymada sağlam, ikna edici bir mantık üzerine otur­muştur.

Fakat bu; özellikle böyle bir konumda kabullenilmemez. Burada te'vilden kaçmanın kabul edilir iyi-doğru bir yönü yoktur. Aklın ve naklin ittifak ettiği çok iyi bilinen bir husus­tur ki r insanın hayattan ayrılması demek olan- Ölüm, bir koç veya öküz ya da diğer hayvanlardan bir hayvan değildir.

Aksine o, mânâlardan bir mânâ, yahut öncekilerin ifa­desiyle arazlardan bir arazdır. Mânâlar ise, mânâları ve so­yut şeyleri somutlaştıran temsil ve teşbih dışında cisimlere

113~ İbn Hanbel, Müstıed, c. 8, s. 240-1. Hadîs tahric nu: 5993, Maarif baskısı.

335

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

veya hayvanlara dönüşmez. İşte bu, asrımızın aklına hitab etmede daha uygundur. En iyisini Allah bilir.

Mecaz yukarıdaki gibi çeşitli haberler ile ilgili hadîsler­de olduğu gibi, ahkâm (hüküm bildiren) hadîslerde de ola­bilir. Bu konuda fâkihlerin kendilerin dikkat etmeleri kadar, başkalarını da uyarmaları gerekir. Bundan dolayıdır ki âlim­ler, müctehid hakkında, onun nübüvvet ve sahabe asrında tıpkı halis bir Arap'ın anladığı gibi, Arapçayı çeşitli delâlet­lerini anlama imkânını verecek kadar bilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Her ne kadar, Arap, bunu yaratılıştan (beri konuşarak) biliyorsa da, öteki de bunu öğretimle bilmekte­dir. Nitekim bir a'râbî şöyle demiştir:

"Dilini geveleyip duran bir rtahivri değilim Ama ana dilim Arapça, söyler ve i'râb ederim!"

İşte mecaz ile hakikatin arasını ayırt etmekten gafil dav­ranmak çok defa hataya düşürür. Nitekim bunu, asrımızda fetvaya koşup, onu haram, şunu vacip kılan, falanı bid'atçilikle, diğerini fasıklıkla itham edenlerde bütün açıklığıyla görmekteyiz. Bazen de sabitliği ve sıhhati kabul edilse bile, açıkça delâleti kabul edilemeyecek bazı nasslarda tekfir et­meye bile kalkışırlar.

Günümüzde bazı kimselerin, erkeğin kadınla musafaha etmesinin haram olduğuna dair delil olarak gösterdikleri Ta-beranî'nin rivayet etmiş olduğu şu hadîsi misal olarak ele alalım: "Birinizin, demirden bir iğne ile dürtüklenmesi, ken­disine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayır-hdır.""*_________

l'4' El-Heysemi, Mecrnauz-Zevaid, c.4, s. 326'da rivayet etmiş ve şöy­le demiştir. Bunu Taberani, Ma'kal İbn Yesar'dan rivayet etmiştir. Ri-caü sahihtir.

336

 

SÜNNETİ AN I. AMADA YÖNTEM

Elbânî, gerek bizim el-Helâl ve'l-Haram kitabımıza yaptı­ğı tahricinde ve gerekse Sahihu't-Camii's-Sağır'de, bu hadîsin "hasen" olduğunu söylemiştir. -Hadîsin, Sahabe ve onların talebeleri asrında meşhur olmamasına rağmen- Elbâninin onu hasen görmesini kabul etsek bile, hadîsin erkeğin kadın­la musafahasının haramlığı hakkında bir nass (delil) olmadı­ğı anlaşılmaktadır. Çünkü Kur'an ve sünnet dilinde mess=dokunma, mücerred olarak derinin deriye dokunması anlamına değildir. Burada dokunmanın anlamı Kur'an'ın tercümanı Ibn Abbas'ın şu sözünün delâlet ettiği anlamda­dır: "Kur'an'daki el-mess, el-lems ve el-mülamese (dokun­ma) ifadeleri cinsi birleşmeden birer kinayedir. Çünkü Al­lah, haya sahibi ve kerimdir, düediğini dilediği şeyle kinaye etmektedir."

İşte, Yüce Allah'ın şu ayetinden bundan başka bir şey anlaşılmaz: "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan boşanırsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez..." (Ahzab, 49)

-Zahirîler de dahil olmak üzere- tefsirciler ve fâkihlerin hepsi buradaki el-mess(dokunma) fiilini cinsi birleşme ola­rak tefsir etmişlerdir. Bazen buna, sahih halveti (helâl olma­yan kadınla-erkeğin baş başa kalmatan halini) de dahil ede­biliyorlar. Çünkü bu, cinsî birleşmenin mümkün olduğu sanılan bir haldir. Bakara süresindeki "dokunmadan önce" ya­ni "cinsî birleşmeden önce boşama" hakkındaki ayetler de bunun gibidir. (Bakara, 236-7) Yine yüce Kur'an'ın, Mer­yem'in <a.s) diliyle söylediği şu sözde de bu mânâyı destek­lemektedir: "Bana hiçbir insan dokunmamişken, benim nasıl çocuğum olabilir!?" (Al-i- imran, 47)

337

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu hususta Kur'an ve sünnette deliller çoktur." Şu hal­de, bu hadîste, şehvetle olmayan ve arkasından fitne çıkma­sından korkulmayan mücerret bir tokalaşmanın haramlığına delâlet eden bir şey yoktur. Özellikle de, yolculuktan dönüş, hastalığın iyileşmesi veya herhangi bir sıkıntı-belâdan kur­tulma vb. insanların başına gelen haller ile yakınların birbi­rini öperek tebrik etmeleri gibi ihtiyaç hissedilen haller söz konusu olursa...

Bunu destekleyen bir delil de İmam Ahmed'in, Müs- Enes'den (r.a.) rivayet ettiği şu haberdir: "Medine

a" Kanaatimizce gerek dokunma hadîsini kadınlarla tokalaşmanın ha-ramlığına delil olarak gösterenler, gerekse hadîsteki dokunmanın cin­sel ilişkiden kinaye olduğu görüşüne katılan yazarımız yanılmakta­dır. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla hadîsle söz konusu edilen, helâl ol­mayan bir kadına şehvetle dokunma ve okşamadır ki, bu tür hareket­ler sahibini zinaya sürükleyebilir. Nitekim bazı hadîslerde "Eller de zina eder, o da dokunmaktır" şeklinde ifade edilen dokunma da böy­ledir. (Bkz: Miisned, c. 1, s. 412; c. 2, s, 343,344,349,372,411,528,535, 536) Kadınlarla tokalaşma konusunda Peygamber efendimizin bey'at esnasında "Ben kadınlarla musa/aha etmem" buyurarak kendi ha­nımlarından başka hiçbir hanıma eliyle beyat etmediğini (Bkr Muval-ta, Bey'at 2; Nesaî, Bey'al 18; İbn Mâce, Cikad 43; Müsned v. 6, s. 357, 454,459, c. 2, s. 213; Buhârî, Talak, 20) cumhurun delil gösterdiğini ha­tırlattığımız yazar, bize gönderdiği cevabında şunları söylemektedir: "Kadınlarla tokalaşma konusunda cumhurun delilini zikretmeyişime gelince; ben orada bu meseleyi irdelemeye çalışmadım. O hadîsi, sa­dece yeri geldiği için misal olarak zikrettim. Ama bu tokalaşma me­selesi hakkında benim geniş bir araştırmam var ve Allah'ın izniyle t>elki o konu, Fetava Muasıra- Çağdaş Fetvalar adlı kitabınım ikinci Cildinde bahsedilecektir. Nebî'nin (s.a.v.) bey'at sırasında kadınlarla musa/aha etmeyişi de, onun haram oluşuna delâlet elmez. Ancak O^nun bunu, haram olduğundan dolayı terk ettiği sabit olursa o baş­ka. Oysa O (s.a.v.), haram olan şeyleri terk etmenin yanında bazı mekruhları, evlâ olan husulara aykın gelen bazı şeyleri ve hatta bazı mubahları bile terk ediyordu.

338

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

cariyelerinden bir cariye de olsa, Resûlullah'ın (s.a.v.) elin­den tutar, O da (s.a.v.) cariye onu istediği yere götürünce-ye kadar cariyenin elini bırakmazdı."3

Buhârî ise bunu şu lafızlarla rivayet etmiştir:11 "Medine cariyelerinden herhangi bir cariye de olsa, Resûlullah'ın (s.a.v.) elinden tutar ve O'mı (s.a.v.) istediği yere kadar gö­türürdü."

Hadîs, Nebî'nin (s.a.v.) bir cariye karşısında bile teva-zusu, edebi ve inceliğinin ne denli olduğuna delâlet etmek­tedir. Öyle ki cariye O'nun elinden tutup, bazı ihtiyaçlarını gidermek için O'nu Medine sokaklarına uğratmakta, O (s.a.v.) da hayasının fazlalığından, ahlâkının büyüklüğün­den dolayı, elini onun elinden çekmek suretiyle onu kovma­yı, duygularını yaralamayı istememekte, aksine onun ihtiya­cı görülünceye dek onunla bu halde yürümeye devam et­mektedir.

Buhârî'deki hadîsin şerhinde Hafız ibn Hacer şöyle de­mektedir: "Elden tutmaktan maksat, bunun gerektirdiği in­celik ve yumuşaklıktır. Hadîs, erkeği değil de kadını, hür ka­dını değil de cariyeyi,' 'cariyeler' şeklinde genelleme ile de herhangi bir cariyeyi, 'istediği yere' sözüyle de herhangi bir yeri ifade ettiğinden tevazu hakkında bir takım mübalâğa çeşitlerini kapsamaktadır. 'Elden tutma' ifadesi ise, tasarru­fu tamamen cariyeye verdiğine bir işarettir. Öyle ki onun ih­tiyacı şayet Medine dışında olsa ve O'ndan bu ihtiyacı için kendisine yardım etmesini istese, mutlaka buna da yardım ederdi. Bu da Nebî'nin (s.a.v.) fazlaca mütavazı olduğuna ve kibrin bütün çeşitlerinden uzak olduğuna bir delildir."115

a* Ahmed, Miisned, c. 3, s. 174

**" Buhârİ, Fleb 61

1 i5- İbn Hacer, Fethu'l-BSri, c, 13, s. (?), (c. 10, s. 506, Reyyan Baskısı.)

339

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Hafız İbn Hacer'in zikrettiği bu şeyler, bütünü içerisin­de kabule şayandır. Fakat onun 'elden tutma'yı muhteva­sından hareketle zahirî anlamından çıkarıp incelik ve yu­muşaklığa yorması kabul edilemez. Çünkü burada her ikisi birden kastedilmektedir. Bir sözde asıl olan, onun belirli bir delil veya karine bulunmadıkça, zahirine hamledilmesidir. Burada buna engel olacak bir şey göremiyorum. Bilakis İmanı Ahmed'in rivâyetindeki "Cariye onu dilediği yere götürünceye dek elini onun elinden çekip almaz" ifadesi açıkça bundan mutlaka zahirin murad edildiğine delâlet et­mektedir. Bundan dışarı çıkmak ise, zorlama ve saptırma kabilindendir.

Hadîslerin anlaşılmasında mecaz kapısının kapanması, nassm aslî ve harfi mânâsında durulması, çağdaş kültür ile yetişenlerin çoğuna sünneti anlamaktan, hatta İslâm'ı anlat­maktan yüz çevirtmektedir. Yine onlar mecazda kendilerini tatmin eden, kültürlerine uygun olan anlamı bulduklarında sözü ne dilin mantığına ve ne de dinin prensiplerine arz et­meksizin, tamamen zahirine göre aldıkları zaman, bu, çağ­daşları hadîsin sıhhati hakkında şüpheye düşürmektedir.

Hatta bazı İslâm düşmanları da çok defa (mecaza ham­ledilmeyen) bu esas mânâları, İslâmî kavramlar ve onların modern ilme ve çağdaş düşünceye ters düşmeleriyle alay et­mek için bir dayanak yapmaktadırlar.

Yıllardan beri, Hıristiyanlık propagandası yapanlar­dan biri yazdığı yazılarda, Buhârî ve başkalarının rivayet etmiş olduğu şu ve benzer hadîslere dayanarak, bilim ve aydınlık asrında İslâm düşüncesinin hâlâ hurafelere inan­dığını söyleyerek ona hücum ediyordu: "Humma (sıtma)

340

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hastalığı, cehennem ateşindendir, onu su ile soğutunuz."116 hadîsinden sonra diyor ki: "Humma hastalığı cehennem ateşinden değil, yeryüzünün ateşindendir. Ve onda mik­ropların üremesine yardım eden bazı pislikler vardır."

Ahmak veya ahmak gibi gözüken bu yazar, ya hadîsten murad edilen ve Arapça'nın zevkine varan herkesin anlaya­cağı mecazî anlamı bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Hatta biz bile çok sıcak gün hakkında "Sanki cehennemden çıkmış bir gün" deriz. Ve söyleyen de, bunu işiten de sözden kaste­dileni anlar.

Yine kendisini İslâm'dan sayanlardan birisi de "Haceru'l-Esved cennettendir."11? hadîsi ile "Acve (hurması) cen­nettendir"118 hadîsîyle alay eden bir üslûpla yazı yazmıştır.

Onlar bu ve benzeri ibarelerden, mesela "Biliniz ki cen­net kılıçların gölgesi altındadır."119 şeklindeki hem Buhâ-rfnin, hem de Müslim'in rivayet ettiği (müttefekun aleyh) hadîste kastedilen anlamdan gafildirler. Hiç kimse, Allah'ın takva sahipleri için hazırladığı ve enini sema ve yerin eni ka­dar geniş kıldığı cennetin gerçekten kılıçların gölgesi altında olduğu şeklinde anlamaz, böyle tasavvur etmez. Bundan an­cak, Allah yolunda cihadın -ki sembolü kılıçtır- özellikle de Allah bu cihadda ona şehid olmayı yazmışsa bunun cennete en yakın yol olduğunu anlar. Nebî'nin (s.a.v.), arkasından

''"" İbn Ömer, Aişe, Rafi ibn Hadic ve Esma binti Ebi Bekir'den gelen senedlerle muttefekun aleyhtir. Buhârî, İbn Abbas'tan da rivayet edil­miştir. Bkz: Camii's-Sağİr, 3191; el-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 1424,1426. '" Ahmed, Enes'ten, Nesaî de İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Ca­mii's-Sağir, 3174'de olduğu gibi.

118" Müsned, c. 2, s. 301, 305, e. 3, s. 48; Tirmizt, Tıbb 22; İbn Mâce, Tıbb 8; Nesaî, (?) Bkz: Camii's-Sağir, 4126.

*'*" Abdullah ibn Ebi Evfa hadisinden müttefekun aleyhtir. tt-Ui'lüü ve'i-Metcan, nu: U37.

341

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bakıma muhtaç olan annesini bırakıp, cihad etmek üzere O'na bey'at etmek isteyene söylemiş olduğu şu sözü de böy­ledir: "Sen ona bak! Çünkü cennet onun ayaklarının altında­dır."1^

Kardeşleri bundan onun, Yüce Allah'ın sevabını ve cen­netini arzu ederek, annesinin hizmeti ve bakımında olmasın­dan başka bir şey anlamadılar.

Bana Üstad Mustafa ez-Zerka anlatmıştı: Mısır'da, hat­ta Arap âleminde çağdaş hukukçulardan büyük bir üstad, ona birgün, Sahİh-i Buhâri kitabını satın aldığını, sonra açıp baktığında gözünün şu hadîse iliştiğini söylemiş: "Nil, Fırat, Seyhan ve Ceyhan cennet ırmaklarındandır."3 Üstad bunun gerçeğe ters düştüğünü görünce, Buhârî'nin kitabının hep­sinden yüz çevirmiş. Çünkü okuyan herkesçe bu ırmakların doğuş yerleri bilinmektedir ve bunlar cennetten değil yer­den çıkmaktadır. Kafasında oluşan bu yanılgının sonucunda ise bu şekilde mücerred olarak reddedişi hakkında da daha sonra hiç düşünmemiştir.

Eğer bu adam biraz alçakgönüllü olsaydı ve Buhâri şerh­lerinden birisine başvursaydı veya çağdaşlarından güçlü bir âlime sorsaydı, gözleri olana sabahın aydınlandığı gibi, bu gerçek mutlaka onun için de aydınlanacaktı. Fakat kibir, ger­çeklerin görünmesine engel olan unsurların en büyüğüdür.

* Ahmed, <?); Nesaî, (?); Cahime'den rivayet etmiştir. Bkz: Camü's-Sağir, nu: 1249.

a" Buhâri, Bed'ul-Halk 6, Menakıbu'l-Ensar 42, Eşrıbe XI. Teohid 37'de sadece Nil ve Fıratm cennet nehirlerinden olduğunu zikretmiştir. Müslim, Cenne 26 ve Müsned, c. 2, s. 261, 289'da ise Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil ırmaklarının hepsinin cennet ırmaklarından olduğu ifade edilmiştir. Müellifin vermiş olduğu Seyhan, Ceyhan nehirlerini ne Buhâri'de, ne de Mu'cemu'l-Müfehres de bulabildim.

342

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Burada kültürümüzün oluşumunda değerli katkısı olan imamlardan bir imamın bu hadîsin anlamı ve açıklaması hak­kında görüşünü aktarmam benim için yeterli olacaktır. O da, İbn Hazm'dır. İbn Hazm'ı seçmemin sebebi ise, bilindiği gibi o, nassların harfîliğine ve illet ve bağlamlara bakmaksızın on­ların zahirlerini alıp (ona göre amel etmeye) inanan Zahirî bir fâkihtir. Şu kadar var ki o, Arapça'nın içerisinde, hakikat ve mecaz olan bir dil olduğuna inanmaktadır.

Şimdi onun bu hadîs hakkında ne dediğine bakalım: İbn Hazm burada "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat'ın her biri cennet nehirlerindendir." şeklindeki sahih hadîs ile, "Evim ile minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçe-dir."a hadîsini zikreder ve şöyle der: "Bu iki hadîs, bazı ca­hillerin zannettikleri gibi Havza'nın cennetten bir parça ol­duğu ve bu nehirlerin de cennetten doğup-indikleri anlamı­na gelmez. Bu, batıl ve yalandır." Sonra ibn Hazm, burasının cennetten bir bahçe oluşunun anlamının, oranın faziletinden ve orada kılınan namazın cennete götürdüğünden dolayı ol­duğunu zikreder. Bu nehirler ise, onların bereketinden dola­yı cennete izafe edilmiştir. Nitekim iyi bir gün hakkında "Bu cennet günlerinden bir gün" dersin. Yine koyun hakkında "O, cennet hayvanlarındandır" denildiği gibi...Nebî'nİn (s.a.v.) "Cennet kılıçların gölgesi altındadır" buyurduğu gi­bi. Buna benzer bir hadîs de, "Haceru'l-Esved cennettendir" hadîsidir.

İbn Hazm bu haberler hakkında şöyle der: "Gerek Kur'an, gerekse hissin zaruri olarak ortaya koyduğu yargı, bunların zahirleri üzere olmadıklarıdır."121

a" Malik, Muvaita, Kıble 10-11; Buhârî, Rikak 53, İ'iisam 16; Tinniîi, Me-«ahb 67; Nesaî, Mesacid 7; Müsned c. 2, s. 236, s. 4 !21" İbn Hazm, Muhalla, c. 7, s. 230-1, Mesele 919.

343

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İşte, zahirîliği ve nasslara donukluk derecesinde harfi harfine bağlılığıyla bilinen İbn Hazm'ın konumu budur. Bu­na rağmen o dahi, bu nassların zahirlerine hamledilmesini caiz görmemiştir. Onun dediği gibi bunu ancak cahiller böy­le zanneder!!

Fazla Mecazi Te'villerden Sakınılması

Burada hadîslerin -ve genel olarak nassların- te'vilinin ve onları zahirlerinden dolayı dışarı çıkarmanın da bir tehli­ke kapısı olduğunu ve bundan sakınılması gerektiğini söyle­mek istiyorum. Akıl veya nakilden bunu gerektiren bir du­rum olmadıkça Müslüman âlimin bu kapıdan içeriye girme­mesi gerekir.

Çok defa hadîsler, kişilere, belirli zamanlara ve mekan­lara itibar edilerek te'vil edilirler. Ama sonra tetkik edebilen bir araştırmacı, onun zahiri üzerine bırakılıp o şekilde anla­şılmasının daha uygun olduğunu ortaya koyar. Buna misal olarak şu hadîsi zikredebilirim: "Kim bir (sidre) ağacı keser­se, Allah onun başını cehennemden aşağı sarkıtır."122 Bu ha­dîs birkaç şekilde rivayet edilmiştir. Baradaki 'sidre' kelime­si şart cümlesi içerisinde nekra olmasına rağmen bazı sarih­ler bundan muradın Haram bölgesinin ağacı olduğu şeklin­de onu te'vil etmişlerdir. Onlar ağaç kesenin şiddetli azap ile korkutulduğunu görünce bunu Haram bölgesi ağacına has­retmişlerdir. Benim meylettiğim şey ise, hadîsin, insanlara, gafil oldukları önemli bir hususu tembih etmesidir. O da, özellikle sahrada, insanların hem gölgesinden, hem de mey­vesinden yararlandığı ağacın -hususen Arap ülkelerinde

122' Ebu Davud, Edeb 171, nu: 5329, Beyhâki, Sünen, c- 6, s. 139'da, ES-bânî'de Camii'de zikretmiştir.

344

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sidre ağacının- ehemmiyetidir. Dolayısıyla bu ağacın kesil­mesi, insanların hepsini birçok hayırdan men edecektir- İşte bu, şimdilerde çağdaş dünyanın "yeşili ve çevreyi koruma" diye isimlendirdikleri faaliyete girmektedir. Öyle ki bu çev­recilik, sırf onun için birçok grupların ve partilerin oluştu­rulduğu, hakkında birçok toplantılar ve konferansların dü­zenlendiği önemli bir husus haline gelmiştir.

Daha sonra Ebu Davud'un Sünen'ine müracaat ettim ve onda şunu buldum: Ebu Davud'a bu hadîs soruldu da o şöy­le dedi: "Bu hadîs, muhtasardır ve şunu demek istiyor; 'Her kim bir yolcunun veya hayvanların gölgelendiği çöldeki bir ağacı boş yere, zalimliğinden dolayı haksız yere keserse Al­lah da onun başını cehenneme sarkıtır."3

Allah'a hamdolsun, sadece benim böyle anladığımı san­dığım bu husus ile İmam Ebu Davud'un yorumu birbirine uygundur.

Kabul Edilemeyecek Te'viller

Reddedilmesi gereken te'villerden bir kısmı da, ne iba­rede, ne de metnin akışı içerisinde herhangi bir delil olmak­sızın yapılan bâtınî te'villerdir. Mesela onlardan birisinin "Sahur yapınız! Çünkü sahurda bereket vardır."123 hadîsin-deki sahur ile muradın istiğfar olduğunu söylemesinde ol­duğu gibi. Şüphesiz sahurlarda istiğfar, Kur'an ve sünnetin teşvik ettiği en büyük amellerdendir. Lakin sahurdan mura­dın istiğfar olduğunu söyleyenin bu sözü, körü körüne bir te'vil olduğundan kabul edilemez.

 Ebu Davud, Edeb 173, nu: 5239, c. 5 s. 404 "~ Muttefekun aleyhtir. Bkz: el-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 665.

345

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Özellikle bundan ne kastedildiğini kesin olarak açıklığa kavuşturan başka hadîsler de gelmiştir: "Hurma ne güzel bir sahurluktur."124 Yine; "Sahurun hepsia berekettir. Onun için, -sizden biriniz bir yudum su içmekle de olsa- sahuru terk etmeyin,"125 hadîsinde olduğu gibi.

Aynı zamanda her namazda fitnesinin şerrinden Al­lah'a sığınmakla emrolunduğumuz Deccal hakkında vârid olan hadîslerin de bugünkü karanlık Batı medeniyetini sim­gelediği şeklindeki te'viller de böyledir. Çünkü o, Deccal'in kör olarak vasfedildiği gibi kör bir medeniyettir. Çünkü o, hayata ve insana tek bir göz ile bakıyor ki o da sadece mad­dedir ve bundan başkasını görmez. Öyle ki sanki ona göre ne insanın ruhu, ne kainatın bir ilahı ve ne de bu dünya ha­yatından sonra ahiret vardır.

Bu te'vil ise, pek çok hadîslerde sabit olduğu üzere Deccal'in gelen-giden, gİrip-çıkan, propaganda yapan, tahrik edip bozgunculuk çıkaran, tehdit eden..,bir fert, şahıs veya insan olduğu şeklindeki tarif ve tavsifine aykırıdır. Bu konu­da o kadar sahih hadîsler gelmiştir ki tevatür derecesine var­mıştır.b

Yine batıl te'villerin birisi de bazı çağdaş Müslüman ya­zarların, kıyamete yakın bir zamanda İsa Mesih'in inmesiy­le ilgili hadîslerin - ki birçok imam ve hafızın açıkladığı gibi

124~ teyhâki, Sünen, c. 4, s. 237. Yine İbn Hibban, Ebu Nuaym Hılye-tü'l-Evliya'da; Elbânî, Camii'de zikretmiştir. (?)

a' Metinde ve Müsııed'den nakledilen et-Terğib'de "kulluhu=hepsi" şeklindedir. Ama Müsned'de "ekluhu=(sahurun) yenilmesi berekelli-dir" şeklindedir ve asıi olan budur.

125" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 12, 44; Münziri, Terğib, c. 2, s. 139'da is­nadının kavi olduğunu söylemiştir. b" Deccal hadîsleri. Bkz: el-Lu'lüü, nu: 1851,1860

346

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTKM

bunlar da tevatür derecesine ulaşmıştır126 -barış ve güvenli­ğin egemen olacağı bir asrı simgelediği şeklindeki te'viller-dir. Nitekim insanlar arasında Isa Mesih'in, beşer içerisinde barış ve hoşgörü davetçisi olduğu görüşü yaygındır.

Yazar, bu te'vilin, İsa Mesih'in inişi ve onun bunun ak­sine olarak vasfedildiği sahih hadîslerin delâlet ettiği husus­larda, tamamen çeliştiğini unutmaktadır: "Meryem oğlu mutlaka adil bir hüküm indirecek, haçı kıracak, domuzu Öldürecek ve cizye koyacaktır"127 ve ancak İslâm'ı kabul ede­cektir. Bunlar ise zikredilen te'vil ile tamamen çelişkilidir. Kaldı ki bu te'vil, İslâm'ın kılıç dini, Hıristiyanlığın ise yegâ­ne barış dini (!) olduğunu iddia eden zâlim misyonerlik ve şarkiyatçılık progagandasına güç vermektedir.

İbn Teymiyye ve Mecazın İnkarı

Ben Şeyhü'l-İslâm ibn Teymiyye' nin umumiyetle Kur'an, hadîs ve dildeki mecazı inkar ettiğini biliyorum. O, bu görüşünü çeşitli deliller ve itibar ettiği hususlarla destek­lemiştir. Ve yine onu bu görüşe iten etkenleri de biliyorum. O, bununla Yüce Allah'ın sıfatlarını te'vilde aşırılığa düşen insanların önündeki bu te'vil kapısını kapatmak istiyor. On­lar da "Muattile"a başta olmak üzere Mu'tezile, hatta İslâm

126- gu hususta Bkz: Aflame Enver el-Keşmiri'nin, et-Tasrih bima Te-vatere fi Nüzuli'İ-Mesih adh kitabı. Tahkik: A. Ebu Gudde. Aslında da­ha fazla olmasına rağmen kitapta sahih ve hasen hadîslerden 40 ha­dîs toplanmıştır.

1?'~ Birbirine yakın lafızlarla Ebu Hureyre'nin hadîsinden muttefe-kun aleyhtir. el-Lü'lüii ve'l-Meram, nu. 95, Camii's-Sağit, 7077. a" Muattile: "Kıdem mefhumunu sadece Zat-ı Bari'ye tahsis etmek ve Allah'ın birliğini (tevhid) tam manâsıyla ispat etmek gerekçesiyle CenaB-[ Hakk'ın sıfatlarından tenzih (ta'til) edenler. Ma'bed el-Cu-heni (ö. 80/699) ile Cehm İbn Safvan (ö. 128/754

347

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

filozofları Muattile'den sayılır.) diye isimlendirilen kimse­lerdir. Onların nazarında Allah Teâlâ'nın sıfatları neredeyse yok mesabesinde olup, onlar söz konusu sıfatları kabul et­memişlerdir.

O, ümmetin selefinin görüşünü canlandırmak, Allah Teâlâ'nın kendisi için Kitabında ve Resûlü'nün dilinde ispat ettiklerini ispat, Kur'an ve sünnetin nefyettiklerini de nefyet­mek istemiştir.

Fakat o, bu konuda, dilin bütününde mecaz diye bir şe­yin olmadığını savunacak kadar ileri gitmiştir.

imam Ibn Teymiyye, ümmetin âlimleri içerisinde sev­diklerimden - belki de en sevimlisi- ve benim aklıma en ya­kınıdır. Fakat onun kendisinden önceki imamlara muhalefet ettiği gibi, ben de burada ona muhalefet ediyorum. Nitekim, düşünmemizi, taklit etmemizi, şahıslara değil, delile uyma­mızı, hakkı insanlarla değil, insanları hak ile tanımamızı bi­ze o öğretmiştir. Bu yüzden ben İbn Teymiyye'yi seviyorum ama Teymiyyeci değilim! Nitekim Hafız Zehebî şöyle de­miştir: "Şeyhü'l-İslâm (İbn Teymiyye)'ı severiz ama hakkı ondan daha çok severiz."

Evet, ben, Yüce Allah'ın sıfatlarıyla ilgili, gayb âlemi ve ahiret hayatıyla ilgili bütün konularda Şeyhü'l-İslâm ile be­raberim. Evlâ olanı, delil olmaksızın bunların te'viline dalmayıp, onu bilenine bırakmamız, bilmediğimiz bir ilmi üst-lenmeyip, ilimde derinlik sahiplerinin dediği gibi: "Ona inandık ve hepsi Rabbimiz katındandır" (Al-i İmran, 7) de-memizdir.

İşte bu, gelecek bölümde aydınlatmayı arzuladığım, şeydir.

348

 

7- GAYBÎ OLAN ÎLE OLMAYAN HUSUSLARI BİRBİRİNDEN AYIRT ETMEK

Sünnet, gayb âlemi ile ilgili konulara da değinmiştir. Bunlar­dan bazısı Yüce Allah'ın kendilerine çeşitli görevler verdiği ve "Rabbinin askerlerini ancak kendisi bilir" (Müddessir, 31) buyurduğu meleklerdir. Bazısı, bizler gibi mükellef olan, bi­zim onları görmediğimiz halde, onların bizi gördüğü, yeryü­zü sakinlerinden olan cinlerdir. Bazısı da Allah Teâlâ'nın hu­zurunda bizleri azdırmak, batıl ve şerri bize süslü göstermek için yemin eden "Senin izzet ve şerefine andolsun ki onlar­dan ihlâslı kulların hariç, onların hepsini azdıracağım." (Sa'd, 82,83) diyen İblis'in askerleri olan şeytanlardır.

Yine Arş, Kürsü, Levh-i Mahfuz ve Kalem de böyledir.

Bu gaybî konulardan bazısı, kıyametin kopmasından ön­ce, ölümden sonraki kabir suali, onun saadeti veya azabıyla iç

349

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

içe bir hayat olan berzah hayatıyla ilgilidir. Diğer bazısı ise, diriliş, haşr (toplanma) ve bekleme, Kıyamet gününün kor­kunç yönleri, büyük şefaat, mizan (terazi), hesap, sırat, cennet ve oradaki maddî ve ruhî açıdan çeşitli nimetler, oradaki in­sanların dereceleri, cehennem ve oradaki hissî ve manevî açı­dan azap çeşitleriyle onların düştükleri alt tabakaların varol­duğu ahiret hayatıyla ilgilidir.

Bu hususların hepsi veya çoğu Kur'an-ı Kerim'in de üzerinde durduğu konulardandır. Lakin, sünnet, Kur'an'ın icmali olarak kısaca bahsettiği hususları genişletip tafsil et­miştir.

Burada hemen işaret etmemiz gerekir ki bu husus vârid olan hadîslerden bazısı sahihlik mertebesine ulaşmadığı için onlara iltifat etmeye gerek yoktur. Burada sadece Peygam­berimizin (s.a.v.) hadîslerinden sabit ve sahih olanları hak­kında söz edeceğiz.

Bu noktada, Müslüman bir âlime düşen, ilim ehlinin ve kendilerine uyulan ümmetin selefinin kaidelerine göre on­lardan sahih bir şekilde sabit olanlarını kabul etmesidir. Bunların sırf yaşadığımız hayata ters düşmesinden veya normalde imkânsız görsek faile, aklen vukuu imkân dahilin­de olduğu müddetçe, vukuunun uzak sayılmasından dolayı reddedilmesi caiz değildir. Nitekim bugün insan, kendisine verilen ilim vasıtasıyla, normalde imkânsız hükmünde olan öyle şeyler yapmıştır ki bunlar önceki insanlardan birisine anlatılsa, o, anlatanı delilikle itham ederdi. Şu halde akla uzak gibi gözüken bu gaybî hususlar, ne yerde ve ne gökte hiçbir şeyden aciz olmayan Allah Teâlâ'nın kudretiyle neden olmasın? Bunun içindir ki âlimlerimiz dinin, aklın hayrete düşeceği bazı şeyler getirebileceğini, ama aklın imkânsız gö-

350

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

receği şeyleri getirmesinin mümkün olmadığını ifade etmiş­lerdir. Bu yüzden, nakledilen sahih nasslar ile akledilen açık veriler hiçbir şekilde çelişkiye düşmez.

İkisi arasında çelişkinin olduğu sanılan hususlarda, bir hatanın vuku bulmuş olması gerekir ki bu, ya nakledilen nassın sahih olmaması ya da aklın sarih olmamasından kay­naklanmıştır. Yani bu noktada ya insanın din zannettiği şey dinden değildir, ya da ilim ve akıl (verileri) zannettiği şey gerçekte ilim ve akıldan kaynaklanmamaktadır.

Gerçekten Mutezile gibi bazı İslâmi fırka ve ekoller, akıllarının uzak gördüğü bazı sahih hadîsleri reddetme hu­susunda haddi aşmışlardır. Nitekim bazılarının kabirde iki meleğin sorusundan ve ondan sonraki saadet ve azaptan bahseden hadîsleri reddetme durumlarını görmekteyiz.

Onların, sırat ve mizan hadîsleri, mü'minlerin cennette Allah'ı görmeleri, cinler ve cinlerin insanoğluyla alâkasından bahseden hadîsler karşısında konumları da yine böyledir.

Nitekim İmam Şâtıbî, kıymetli kitabı el-İ'tisam'da şunu zikretmektedir: "Bid'atçi ve sapıkların özelliklerinden bir ta­nesi de kendi gaye ve mezheplerine uymayan hadîsleri red­detmeleridir. Onlar bunların akla muhalif olduğunu ve delil olmaya elverişli olmadıkları için onların reddedilmesi gerek­tiğini iddia ederler. Kabir azabını, sıratı, mizanı, ahirette Al­lah'ın görülmesini, aynı şekilde sinek hadîsini ve sineğin bir kanadında zehir ve diğerinde ise panzehir olduğunu ve ön­ce zehirli kanadını soktuğunu, (dolayısıyla panzehiri için) diğerinin batırılmasını ve kardeşinin karnı ağrıyana Ne­binin (s.a.v.) bal içirmesini emrettiğini anlatan hadîs ve adil râviler tarafından nakledilen sahih hadîsleri inkar edenlerin inkarında olduğu gibi.

351

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hatta onlar zaman zaman, hadîs imamlarının adalet ve imamlıklarında ittifak ettikleri şahısları -ve Allah saklasın sa­habe ve tabiundan olan râvileri- dahi kötüleyerek cerhetmiş-lerdir, Bütün bunlar ise, mezheplerin muhalif olan hususlara cevap verebilmeleri içindir. Bazen de onlar selefin fetvalarını reddedip, ümmetin sünnet ve ehline uymaktan nefret etme­leri için kamuoyuna karşı bu fetvaları körüklenıişlerdir.

Sırat, mizan ve havuzun varlığını söylemeyi, aklın al­mayacağı bir şeyi söylemek olarak gördüler. Hatta onlardan kimisine: 'Ahirette yaratıcıları olan Allah'ın görüleceğini söyleyen kafir olur mu?' diye sorulduğunda o; 'Hayır, kafir olmaz, çünkü o aklın almayacağı bir şeyi söylemiştir. Akıl al­mayan şeyleri söyleyen kişi ise kafir değildir!' demiştir.

Bir taife ise ahad haberlerin hepsini nefyedip, Kuran anlayışı doğrultusunda akıllarının güzel gördükleriyle ye­tinmişlerdir. Öyle ki onlar yüce Allah'ın 'İnanıp iyi işler ya­panlara yediklerinden dolayı bir günah yoktur" (Maide, 93) ayetiyle içkiyi mubah görmüşlerdir.

İşte onlar ve benzerleri için Resûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur: 'Sizden birinizi koltuğa yaslanmış olarak, kendi­sine benim emrettiğim veya yasakladığım herhangi bir em­rim geldiğinde şöyle derken bulmayayım: 'Bilemem, biz Al­lah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız."123 Bu nehyin İçerdiği şiddetli bir vaid olup, sünneti reddeden kimseyi hükmü içerisine alır."129

Yine çağdaş reformistlerden bazılarının şu sahih hadîsi akla uzak bulmaları da böyledir: "Şüphesiz cennette öyle bir

128- Ebu Davud, Sünne 6, nu: 4605; Tirmizi, İlim 10, nu: 2664; Ahmed, Müsned, c. 6, s. 8.

129" Şatıbi, el-İ'tisam, c. 1, s. 231-2, Metabiu Şirketi'1-İ'lan a t eş-Şarkjy-ye baskısı.

352

 

SÜNNETİ AÇILAMADA YÖNTEM

ağaç vardır ki, süvari onun gölgesinde yüz sene gider de (gölgesini) katedemez."130 Bu hadîs mütrefekun aleyh olup, Buhârî ve Müslim onu, Sehl ibn Enes'ten rivayet etmiştir, Bunun için İbn Kesir, Allah Teâlâ'nın: "Ve uzamış gölge..." (Vakıa, 30) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Bu Resûlullah'dan {s.a.v.) sabit olmuş, hatta hadîs imamlarına göre sıh­hati kat'î olan mütevatır bir hadîstir."

Zahir olan buradaki yüz senenin dünya senelerinden oluşudur. Nitekim Ebu Said'in rivayetinde "Çok iyi, rahvan, hızlı bir bİnekli" denilmektedir. Dünyamızdaki zaman ile Allah katındaki zaman arasındaki oranı ancak Allah bilir. Kur'an'da: "Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınız­dan bin yıl gibidir." {Hacc, 47) buyurulmaktadır. Hadîs sa­hih olunca biz, ahiretin, bu dünyanın kanunlarına uymayan özel kanunları olduğunun bilinciyle, can-ü gönülden "İnan­dık, tasdik ettik" demekten başka bir şey yapamayız. Hatta ibn Abbas: "Cennette, dünyadan ancak isimler vardır!" de­mektedir.

Yine cehennemde küfür ehlinin azabı hakkındaki, kafi­rin dişinin (Uhud Dağı kadar) büyüklüğü, iki omzu arasının uzaklığı, derisinin kalınlığı hakkında gelen hadîs de böyle­dir.3 Buna teslim olmak en sağlıklı yoldur. Tafsilatını araştır­mak ise gereksizdir. Kaldı ki başarılı bir davetçi, bilinmesi halinde bile dinî düzelmeyi ve dünyevî mutluluğu sağlama­yacak, hatta çağdaş kafalarda çeşitli problemlere yol açacak bu tür hadîslerle, okuyucusunun veya dinleyicisinin zihinle­rini meşgul etmez, onları ancak gerektiğinde münasebeti çerçevesinde zikreder.

33O- Bkz: el-Lİİ'lüü m'i-Mercan, nu: 1799-1801, hadîsler.

a" Bkz: Müslim, Ceme 13, nu: 44; Timim, Cehennem 3; İbn Mâce, Zühd

38; Müsned, c. 2, s. 26, 328,334, c. 3, s. 29

353

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Müslümanın bizzat meşgul olması en uygun olan şey; Allah'tan cenneti ve kendisini ona yaklaştıran söz ve ameli istemesi, cehennemden ve ona yaklaştıran söz ve fiilden Al­lah'a sığınması, cennet ehlinin girdiği yola girmesi, kendisi­ni cehennem ashabının yoluna girmekten uzaklaştırmasıdır. İman mantığının kabullendiği, akıl mantığının da reddetme­diği en sağlıklı konum; taabbudî olan her hususta gelen ha­berlere "işittik ve itaat ettik" dediğimiz gibi, dinin gayb ile il­gili hususlardan ispat ettiği her şeye de inandık, tasdik ettik dememizdir.

Evet, nassın getirdiği şeylere inanırız. Onun hakikatin­den, nasıl olduğundan sormayız, detayını araştırmayız. Çün­kü çok defa bizim akıllarımız bu tür gaybî durumları almak­tan aciz kalır. Zira insanı yaratan Allah, onu böylesi durum­ları idrak etmeye elverişli kılmamıştır. Çünkü o, yeryüzün­deki hilafet görevini yerine getirirken buna ihtiyaç duymaz.

Şayet Mu'tezilenin temsil ettiği akılcı kelamı ekol, bu gerçeği idrak edip, kabul etseydi, mü'minlerin ahirette Allah Teâlâ'yı göreceğini ortaya koyan sahih hadîsleri inkar ihtiya­cı hissetmezdi. Bu habere göre mü'minler Rablerini ayın on-dördü gecesindeki (dolunay) gibi göreceklerdir.a Buradaki teşbih (benzetme) görmenin (dolunayı görmede olduğu gi­bi) açık-seçik olacağını ifade için yapılmıştır, yoksa görüle­cek olan Allah'ın aya benzemesi vb. için yapılmamıştır. On­lar, te'vilinde saptırdıkları şu Kur'an ayetinin zahirine de bağlanarak bu hadîsi kabul edip, inkar etmeyebilirlerdi; "Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (Kıyame, 22-23)

a" Bfcz. Buhâri, Mevaht Î6, Ezan 129; Ebu Davud, Sünen 20; Tirmizi, Cenne 16

354

 

sünnet! anlamada yöntem

Onların düşmüş oldukları asıl hata; gaib olanı şahid olana, ahireti de dünyaya kıyas etmeleridir. Halbuki bu kı­yas maa'l- farıktır (birbirlerine kıyas edilemeyecek iki ayrı şey). Çünkü her dünyanın kendine özgü kanunları vardır. Bu nedenledir ki, bizim normal görmemiz gibi olamayacağı noktasında onlarla aynı fikirde olmalarına rağmen Ehl-i Sünnet rü'yetin (Mü'minlerin ahirette Allah'ı görmesinin) varlığını kabul etti. Dahası o, -İmam Muhammed Abduh'un da dediği gibi- keyfiyeti ve tarifi olmayan bir görmedir. Böy­le bir görme, ancak Allah'ın ahiret yurdundakilere has kıldı­ğı bir bakışla veya dünya hayatındaki bilenen görme duygu­sunun değişmesiyle meydana gelebilir. Bu ise haberin sahih olarak geldiğinde, vuku bulacağını tasdik etsek de, mahiye­tini bilemeyeceğimiz bir husustur.131

Seyyid Reşid Rıza da ahirette Allah'ın görülmesi konu­sunda hocasının sözleri üzerine şu ilavelerde bulunmuştur: "Orada, hakikatte idrak edebilme, ruha aittir. Duygular sa­dece onun için birer araçtır. Nitekim bu asırda, doğu ve batı âlimlerinin yanında kat'î tecrübelerle sabit olmuştur ki; göz­leri kapalı olduğu halde gören ve okuyan insanlar -ki buna düşüncelerin okunması diyorlar- uykuda, rüyada bazı şey­ler hariç, bir takım şeyleri görenler vardır.

Yine insanlardan kimisi, aradaki bir çok engellere ve fevkalâde uzaklığa rağmen bir şeyi görebilmektedir. Mesela Mısır (Kahire)'daki birisinin, İskenderiyye'de evinden dura­ğa çıkan akrabasını görmesi gibi."

Bu durum, şu âlemde görme hususunda bütün insanlar için alışılmışın aksine sabit olunca, akıllı bir insana, bu âlem-

131" Muhanutîed Abdulı, Risûtetu'İ-Tevhid, s. 187-8

355

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

den daha garip, alışılmıştan daha da uzak olan cennetteki görme hadisesini bir problem yapması yakışır mı? O cennet, âdetleri ve kanunları şehadet âleminden farklı olan gayb âle-mindendir. Şu halde, rü'yeti inkar edenlerin, bunu karışık bir problem olarak görmelerinin sebebi, görme ve görülen hususunda gayb âlemini, dünya âlemine kıyas etmelerinden başka ne olabilir? Halbuki bu, batıl bir kıyastır. Batıl oluşu, görülen Allah hakkında daha açıktır.

132-

A.g.e.

356

 

8- HADİS LAFIZLARININ DELALET ETTIGI ŞEYLERİN İYİ TESBİT EDİLMESİ

Sünnetin doğru olarak anlaşılması için cidden önemli olan şeylerden birisi de sünnetin getirmiş olduğu lafızların neye delâlet ettiğini iyice tesbit etmektir. Çünkü lafızların delâlet ettiği şeyler asırdan aşıra, çevreden çevreye değişebilir. Bu dillerin ve lafızların gelişmesi ve bu noktada zaman ve me­kan faktörlerinin etkisi okuyanlarca bilinen bir husustur.

İnsanlar bazen belli mânâlara delâlet'etmek üzere bazı lafızlar üzerinde anlaşabilirler ki bu ıstılah üzerinde artık tartışılmaz. Fakat burada korkulan şey, sünnetle gelen lafız­ların sonradan çıkan bir ıstılaha hamledilmesidir ki bu du­rum Kur'an lafızları için de söz konusudur. İşte karışıklıklar ve ayakların kayması buradan çıkmaktadır.

Nitekim İmam Gazzali, bazı ilim isimlerinin ve birta­kım mânâların, selef dönemlerindeki delâletlerinin daha

357

 

sünneti anlamada yontîvi

sonralan değişmesi hususunda tembihatta bulunmuş, bu kavramların tarif ve sınırlarında derinleşmeyenlerin anlayış­larını, sapma ve kargaşa tehlikesinden sakındırmıştır. Bu hususta İhya adlı eserinin "Kitabu'l-İlm" kısmında kıymetli bir bölüm ayırmış ve orada şöyle demiştir:

"Bil ki zemmedilmiş ilimlerin, sert ilimlerle karışması­nın menşei, övülen isimlerin, tahrif edilip değiştirilmesi ve bozuk maksatlarla selef-i salih ve ilk asrın murad ettiği mânâlardan başkasına nakledilmesidir. Bunlar ise şu beş lafız­dır: Fıkıh, ilim, tevhid, tezkir ve hikmet.' Aslında bunlar Övülmüş (ilim) isimleridir. Bu isimlerle vasfedilenler dinde çeşitli makamların sahipleriydiler. Ama şimdi bunlar zem­medilmiş mânâlara nakledildiler. Ve bu zemmedilmiş mâ­nâlara ıtlak edilmesinin daha da yaygınlaşmasından dolayı, kalpler bu mânâlarla vasfedilenlerin kötülüğünden nefret eder hale geldi."133 Allah kendisine rahmet etsin, Gazzali bu hususu sayfalarca açıklamıştır.

İlim sahasında Gazzali'nin değiştiğini mülâhaza ettiği bu beş lafız böyle olunca, sayılamayacak kadar farklı saha­larda, bu şekilde değişen birçok lafzın bulunduğu açıktır. Sonra bu değişiklik, zaman ve mekanın değişmesi, insanın ilerlemesi sebebiyle, lafzın aslî şer'î delaletiyle sonradan or­taya çıkan örfî ve ıstılahı delâleti arasındaki açıklık gittikçe büyüyüp-genişlemektedir. İşte buradan da kasıtlı tahrif ve inhirafın doğduğu gibi, kasıtsız büyük hatalar ve yanlış an­lamalar da doğmaktadır. İşte bu; ümmetin gerçek ilim ehli ve otorite olan âlimlerinin sakındırdığı, asırların geçmesi üzerine, şer'î lafızların, sonradan çıkan ıstılahlara indirgen­mesi hadisesidir.

133-

Gazzali, İhya, c. 1, s. 31-32, Danı'i-Marife Beyrut baskısı.

358

 

sünneti anlamada yötem

Asrımızda gördüğümüz gibi bu kaideye riayet etme­yenler bir çok hatalara düşecektir.

Mesela, müttefekun aleyh olan sahih hadîslerde geçen "tasvir" kelimesini ele alalım: En şiddetli azap ile korkutu­lan bu hadîslerdeki tasvirden murad acaba nedir?3

Hadîs ve fıkıhla uğraşanların çoğu asrımızda "kamera" adı verilen ve "fotoğraf" denilen "şekli" veren bu alet ile ça­lışan "fotoğrafçı" diye isimlendirdiğimiz kimseleri da bu azap vaidinin hükmü altına sokuyorlar. Halbuki kamera sa­hibinin fotoğrafçı, yaptığı işin de tasvir (fotoğrafçılık) diye isimlendirilmesi îügavî bir isimlendirme değil midir? Hiç kimse, Arap'ın bu kelimeyi v az'ettiğinde, akıllarında canla-nan hususun bu olabileceğini iddia edemez. Öyleyse bu, lügavî bir isimlendirmedir. Yine hiç kimse bu isimlendirme­nin, şer'î bir isimlendirme olduğunu da iddia, edemez. Çün­kü bu sanat çeşidi teşriî (yasama) asrında bilinmemekteydi. Dolayısıyla olmayan bir fotoğrafçı lafzının buna dahil edil­mesi düşünülemez.

Şu halde onu "fotoğrafçı", işini de "tasvir" diye isimlen­diren kimdir? Şüphesiz bu, sonradan ortaya çıkan örftür, bi­ziz, ya da zamanlarında bu sanatın ortaya çıktığında ona "tasvir" =fotoğrafçıhk diye isim veren dedelerimizdir. Hal­buki onların bir araya gelip başka bir ad ile isimlendirmele­ri mümkündü. Mesela Katar ve Haliç halkının dediği gibi fo­toğrafa "akis=yansıma"/ bu işi yapana da "ak kas=yansı tan" diye isim vermeleri mümkündü. Mesela oralardan birisi yansıtana (=fotoğrafçıya) gidiyor ve ona; "Beni yansıtmanı istiyorum" diyor, "Senden akisleri (fotoğrafları) ne zaman

°" Bkz: el-Lü'lüü, nu: J366-137U aası hadisler.

359

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

alabilirim?" diye soruyor. Onların bu sözleri bu işin gerçeği­ne daha yakındır. Çünkü bu, tıpkı şeklin aynada yansıdığı gibi, belirli araçlarla şeklin yansımasından başka bir şey de­ğildir. Nitekim zamanın Mısır Ülke Müftüsü Aliâmle Şeyh Muhammed Buhayt el-Mutiî'nİn de söylediği budur. Bu da onun el-Cevabu'l~Kafi fi İbahatıt-Tasviri'l-Fotoğrafi adlı risale-sindedir.

Asrımız, fotoğraf yansımasını tasvir diye isimlendirdiği gibi, cisimli tasvire de naht (yontmacılık-oymacılık yani hey­keltıraşlık) adını vermiştir. Bu da selef âlimlerinin "gölgesi olan" şeklinde tabir ettiği ve -çocukların oyuncakları hariç-haram olduğunda icma ettikleri şeydir.

Peki bu çeşit tasvirin naht (heykeltıraşlık) diye isimlen­dirilmesi, onu tasvir ve tasvirciler hakkındaki azap vaidini ifade eden nasslar dairesinden çıkarır mı? Cevap kesinlikle olumsuz olacaktır. Çünkü bu tür tasvir (heykeltıraşlık) hem lügat olarak, hem de şer"an tasvir lafzına en uygun olanıdır.

360

 

BEŞİNCİ BÖLÜM -EK-

Sünnetin Teşriî Yönü

GİRİŞ

Sünnet, Batı düşüncesinin yıkıcı etkisine kapılan kişilerin birçoğunun insafsız ve izansız eleştirilerine maruz kalmıştır. Söz konusu taife, sahip oldukları bütün imkânları kullanır­ken dürüstlüğe aldırmadan, türlü hilelerle onu yok etme ya da en azından onu etkisiz kılmaya çalışmışlardır.

Kimileri insanları sünnetin sübutu hakkında şüpheye düşürme gayretine yönelmiştir. Bu çabalar ise, ya sünnetin hepsinde özellikle sözlü sünnetlerde şüpheye düşürme (sünnetin büyük kısmı sözlü sünnetten oluşmaktadır) ya âtıad haberler ya Buhâri'nin Sahih'i gibi mutemet kitaplar, ya da Ebu Hureyre gibi meşhur râviler hakkında şüpheye düşürmek ve kaynaklara -olan güveni sarsmaya yönelik ol­muştur.

365

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bazıları da, İslâmî yasama ve yönetmede sünnetin delil ve kaynak oluşuna karşı ta'n sancağını yüklenip Kur’an var­ken, sünnete ihtiyaçları olmadığını iddia etmişlerdir. Onlar­dan bir kısmı ise, sünneti bizzat sünnet ile yıkmaya çalışmış­tır. Bu ise, bazı hadîsleri alıp, mânâlarını sündürerek, bağla­mından koparıp, delâlet etmediği bir hususta onun delil ge­tirilmesi şeklinde olmaktadır.

Mânâsı Saptırılan Bir Hadîs

Yukarıda işaret ettiğimiz şekilde yanlış kullanılan hadîsler­den birisi, Müslim'in Sahih'inde hurma aşılama meselesi ile ilgili olarak rivayet ettiği meşhur hadîstir. Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hususta "Siz dünyanızın işi­ni daha iyi bilirsiniz"1 buyurmuştur. Bazıları sadece bu ha­dîse dayanarak islâm'dan siyasî nizamı bütünüyle dışlamak istemişlerdir. Çünkü -onlara göre- siyaset işleri, usûl ve rurû ile bizim dünyamızın işi olup, biz bunu ondan daha iyi bili­yoruz. Dolayısıyla vahyin yasama ve yönetme konusuna girmesi gerekmez. Zira onlar nezdinde İslâm, devletsiz bir din ve şeriatsız bir akideden ibarettir. Diğer bazıları ise, yal­nız bu hadîsi delil göstererek İslâm'dan bütün iktisat niza­mını çıkartmak istemişlerdir.

Nitekim, neredeyse çeyrek asırdan beri arkadaşlık yap­tığım eski bir dostum, yasama, yürütme ve düzenleme ba­kımlarından İslâm'ın iktisadî ilkelerinin olmayacağını iddia ederek bu hususlarda benimle uzun uzadıya tartıştı. Onun ileri sürdüğü delillerin en sağlam olanı da bu hadîs idi. Ben bu tartışmayı kaydettim ve başka bir yerde bu arkadaşın de­lillerini - doğrusu şüphelerini- hatırlatıp, bunlara cevap verdim.

'' Müslim, Fedai!.

366

 

SÜNNETİ A MAMADA YÖNTEM

Daha da önemlisi, bazı insanlar, yalnızca bu hadîse da­yanarak, alış-veriş, muamelat, içtimaî, iktisadî ve siyasî ko­nularla ilgili pek çok hadîs ihtiva eden sünnet kaynaklarını yıkmak istemektedirler. Sanki Resûlullah (s.a.v.) bu hadîsiy-le, sünneti teşkil eden diğer bütün söz, amel ve takrirlerini neshetmiştir.

İşte insanlardan bazılarının bu denli aşırılığa düşmesi sebebiyledir ki, büyük hadîs bilgini Şeyh Ahmet Muham-med Şakir, İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki2 bu hadîs üzerine şu değerlendirmeyi yapar:

"Bu hadîs, misyonerlerin Öğrencileri ve müsteşriklerin bendelerinden, Avrupa'da yetişmiş Mısır mülhitlerinin tan­tana ettikleri hadîslerdendir. Onlar bu hadîsi, sünnet ehline ve taraftarlarına, şeriatın hizmetçileri ve hamilerine karşı de­lil getirdikleri bir asıl olarak kabul etmişlerdir. Onlar, sünnet­te bir şeyi nefyetmek, muamelat ve içtimaî işlerde İslâm şeri­atından bir hususu inkar etmek istediklerinde, bunun dünya işlerinden olduğunu iddia ederek, Hz. Enes'in "Siz dünyanı­zın işlerini daha iyi bilirsiniz" rivayetine sarılmışlardır. Hal­buki Allah biliyor ki onlar, ne dinin aslına, ne ulühiyete, ne risalete inanıyorlar; ne de can-u gönülden Kur'an'ı tasdik ediyorlar. Onlardan iman eden, ancak lisanı ile zahiren iman etmekte, kalbi ise, güvenerek ve mutmain olarak değil, aksi­ne taklit ederek ve korkarak karıştırdığı şeye inanmaktadır. İş onun nezdinde daha da büyüyerek ciddiyet kazanıp da, şeriatın kaynakları olan Kitap ve Sünnet, onun Mısır'da veya Avrupa'da aldığı eğitimle çelişince, o bu eğitimi üstün gör­mede tereddüt etmez, hatta onu tercihten geri kalmaz, efen­dilerinden almış olduğu bilgileri üstün görür ve kalplerine

 Ahmed b. Hanbel, Müsned, nu: 1395,

367

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kadar sinmiş olan bu malûmatı tercih ederler. Bütün bunlar­dan sonra da, kendilerini iyi Müslüman kabul edip, insanla­rın da bu şekilde algılamalarını utanmadan isterler!

Oysa hadîs gayet açıktır ve herhangi bir nass ile çeliş­mediği gibi, yasama ve yönetme gibi alanlarda sünnet ile de­lil getirilemeyeceğine de delâlet etmemektedir. Hurma aşıla­ma kıssasında Hz. Peygamber yalnızca "Bunun bir fayda ve­receğini zannetmiyorum" buyurmuş, ne onlara emretmiş, ne de onları nehyetmiştir. Peygamber, onlara Allah'tan bir şey haber vermediği gibi, bu konuda herhangi bir sünnet de koymamıştır ki, konu yasamanın bir aslı olan sünnetin yıkıl­masına kadar ileri gitsin.

"Siz Dünyanızın İşlerini Daha İyi Bilirsiniz" Hadîsinin Anlamı:

Şu halde, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsinin anlamı nedir?

Aslında bunun anlamı gayet açıktır ve herhangi bir ka­rışıklık yoktur. Bu mânâ, dinin, dünyevî maksat ve ihtiyaç­lara götüren beşer işlerine müdahale etmemesidir. Ancak, if­rat, tefrit veya sapma gibi durumlar olursa o başka. Nitekim din, Rabbani yüce hedefler ve ideal ahlâkî değerler sebebiy­le insanın -maksatlı veya maksatsız normal davranışlar da dahil- bütün hareketlerine müdahale eder ve sonra bu işleri yerine getirmede, kendisini dilsiz hayvanlardan ayırt edecek üstün insanî edepleri ortaya koyar. Burada dünyaya ait bazı - işlerle, İslâm'ın bu husustaki durumunu belirtecek bazı mi­saller verelim-

1- Savaş:

İslâm, savaşın hedeflerine birtakım sınırlar getirmiş,, ona hazırlanmayı, düşmana karşı tedbirli olmayı gücü nis-

368

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

betinde kuvvet hazırlamayı emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey inananlar, (uyanık bulunup) korunma tedbirlerinizi alın, bölük bölük ya da hep birlikte savaşa gidin." (Nisa, 71)

"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilme­diğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursu­nuz." (EnFal, 60)

"İnkar edenler istediler ki, siz silahlarınızdan ve eşya­nızdan gaflet etseniz de, birden size bir baskın yapsalar." (Nisa, 102)

Resûlullah (s.a.v.) ise şöyle buyurmaktadır:

"Haberiniz olsun ki, kuvvet atıştır."3

"Kim atışı öğrenir de, sonra onu unutursa, o bu nimete karşı nankörlük etmiş olur."4

"Kim Allah'ın mesajı en yüce olsun diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır." (Bakara, 190)

Yine, savaş için uyulması gereken edepler dahi konul­muştur. Kur'an-ı Kerim'de;

"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, fakat hak­sız yere saldırmayın; çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez."5 buyrulmaktadır.

Hadîs-i Şerifte ise:

3" Müslim, İman, mı: 1917.

*" Ebu Davud, Nesaî, Hakim rivayet etmiş ve onu sahih görmüş, Ze-

hebi de ona muvafakat etmiştir. Bkz: Müstedrek II, nu: 95; el-Müntekg,

mme't-Tergib ve'l-Terhıb, 1,361-2

-  Sunarı" ve Müslim'in ittifak ettiği hadîslerdendir. Bkz: M. Fuat Ab-

dulbaki, d-Liı'lUii w'I-Mercan f'ima İllefeka Aleyhi'ş-Şeyhtın, nu: 1243-4

369

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

"(Ganimetleri elde etmek için) hainlik yapmayın, (ara­nızdaki) anlaşmayı bozmayın, (düşmanın size yaptığı gibi cesetleri kesip parçalayarak) misilleme yapmayın, çocukları öldürmeyin..."6 buyrulmaktadır.

Fakat savaşta kullanılacak silah çeşitleri, onları yapım tarzı, onlarla eğitim vb. hususlar ise dinin belirlediği husus­lardan değildir. Bu ancak. Savunma Bakanlığı ile Silahlı Kuvvetler Komutanlığı'nın belirleyeceği bir iştir.

Silah; bir asırda kılıç, mızrak, ok, mancınık, başka bir asırda tüfek, top, bomba veya füze olabilir. Savaşanlar, bir dönem atları, filleri, başka bir dönemde ise, tankları veya uçakları ya da uzay gemilerini kullanabilirler. Atların kulla­nıldığı bir asırda dinin, inananları savaşa göre atlara yönlen­dirmesi ne ise, uzay gemilerinin bulunduğu asırda da onları yönlendirmesi aynıdır. Hedef, aynı hedef olup, "Allah'ın mesajının en yüce olması"dır. Edep, aynı edep olup "(Ara­nızdaki) anlaşmayı bozmayın, misilleme yapmayın", "Hak­sız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez" şeklindeki kurallardır- Güç yettiğince kuvvet hazır­lama, gerekli tedbirleri alma, ümmetin eğitilmesi, eskiden de bugün de aynen geçerlidir. Her ne kadar aletler,* araçlar ve etkinlikleri değişiyorsa da, prensipler ve amaçlar sabit ve ka­lıcıdırlar.

2- Ziraat:

İslâm, ziraata teşvik eder ve ziraatçılara Allah katında en üstün mükafatları vaad eder. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

k' Müslim, Cihad, nu: 1331.

370

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

"Ziraat yapan veya ağaç diken bir Müslüman yoktur ki, herhangi bir kuş veya insan ya da hayvan, ekip-diktiğinden yesin de, bu onun için bir sadaka olmasın."7

Fakat din, insanlara nasıl ziraat yapacaklarını, neler ekeceklerini, ne zaman ekeceklerini ve ne ile ekeceklerini, kova, tulumba, saka ile ya da mekanik aletlerle mi veya ge­leneksel sulama tarzlarıyla ya da yukarıdan serpme yahut yağmurlama vb. sistemlerle mi sulayacaklarını öğretmek üzere müdahale etmez- Dinin bu hususta herhangi bir dahli yoktur, zira bu onun ihtisas alanına değil, Tarım Bakanlığı vb. müesseselerin ihtisas alanına girmektedir.

Öküzlerin çektiği kara sabanlardan, mekanik pullukla­ra kadar, tarım aletlerinin gelişmesi, sulama usûllerinin ve kovalarla sakaların yerini modern mekanik aletlerin alması, suyu bolca salıverme yerine yukarıdan serpme yahut yağ­murlama sistemlerinin kullanılması bu hususlardaki dinin tavrını ve baştan beri ortaya koyduğu engin yönlendirmele­rini değiştirmez.

3- Tedavi:

Konuya daha fazla açıklık getirebilmek açısından üçüncü bir misal olarak da tedaviyi ele alalım. Eskiden bazı in­sanlar hastalığın, Allah'ın insana takdir ettiği bir şey olduğu­nu ve Allah'ın takdir ettiği şeyin ise hiç şüphesiz gerçekleşe­ceğini anlamışlar ve neticede tedavinin ne yararı olabilir ki demişlerdir. Bu durumu gören Hz. Peygamber, insanlara hastalığın da Allah'dan, devanın da Allah'dan olduğunu bil­dirmiş ve şöyle buyurmuştur

7" Buhârî, Muzaraa; Müslim, Müsakal; bkz: M.Fuat Abdulbakî, e-Lü'lüü ve'l-Mercan, II, nu: 1001.

371

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖHJTEM

"Ey Allah'ın kulları tedavi olun. Allah hiçbir dert ver­memiştir ki, devasını da vermiş olmasın. Yalnız bir dert ha­riç, o da ihtiyarlıktır." 8

"Allah her ne dert indirmişse, mutlaka onun devasını da indirmiştir-"9

"Allah, haram kıldığı şeylerde sizin için şifa yaratma­dı."' o

Bir defasanda Maçların, Allah'ın kaderinden herhangi bir şeyi geri çevirip çevirmediği sorulduğunda Hz. Peygam­ber, "O da Allah'ın kaderindendir"n buyurdular.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, O (s.a.v.), vücudu za­rarlı her şeye karşı korumayı, muhafaza etmeyi tavsiye et­mektedir. Çünkü bu, mü'minin hem cihada katılması, hem de, Rabbine, nefsine, ailesine ve bütün insanlara karşı görev­lerini yerine getirebilmesi için (zorunlu) bir hazırlıktır. Fakat ilaçların mahiyetine, nasıl yapıldıklarına, hangi maddeler­den ve ne oranda üretildiklerine vb. gelince bunlar da dinin ilgilendiği işlerden değildir. Bunlar da ancak, Sağlık Bakan­lığı vb. kurumların bileceği işlerdendir.

Ama, helâl olan tedavi yöntemleriyle tedaviye teşvik et­mesi, haram ile tedavinin olmaması ve bedenin hakkına ri-

°~ Ahmed, Sünen sahipieri İbn Hıbban Hakim rivayet etmişlerdir, iikz: Elbânî, Sahihu'l-Camii's-Sağir.

"" Buhâri, İbn Mâce, Elbâfıî, Sahihu'l-Camii's-Sağir, nu: 5558 1"~ Buhâri, Tıbb'da İbn Mes'ud'dan mevkuf ve muallak olarak rivayet etmiştir. İbn Ebİ Şeybe ise bunu mevsol olarak rivayet etmiştir ve se­nedi sahihtir.

U~ Tirmizi, Tıbb, nu: 2666, Kader, nu: 2149, Tirmizi hadîs için "Hasen-Sahih" demektedir. İbn Mâce. Tıbb 3437; Ahmed, IH. 421; Hakim, Müstedrek, IV, 199-402, Hakim hadîsi sahih görmektedir. Elbânî ise, bizim Müşkiletu't-Fakr adlı eserimiz üzerine yaptığı tahriç çalışmasın­da onu hasen olarak nitelendirmektedir, Nu. 11.

372

 

SÜNNETİ AIHLAMADA YÖNTEM

ayet edilmesi gibi dinin ilk yönlendirmeleri, yürürlükten kaldıRIlMaksızın ve değiştirilmeksizin geçerliliğini koru­maktadır.

İşte "Siz, dünyaNIzIN işlerini kendiniz daha iyi bilirsi­niz" hadîsinden anlaşılması gereken budur, yoksa onun an­lamı, dinin, hayattan çekilmesi demek değildir.

Sünnetin Teşriî Yönünün Olmadığı İtirazı

Dr. Abdulmun'im en-Nemr, es-Sunnetu ve't-Teşri' diye isim­lendirdiği bir çalışmasını yayınlamış ve orada, "Sünnet ki­taplarında her ne varsa, bunların hepsi teşri' içindir" deyip aşırılığa düşenlere karşı çıkarken, KaraRI, Dehlevî ve Şel-tut'un bu konuda yazmış oldukları hususlara dayanmıştı. Bu araştırmasında onun faydalı görüşleri ve tahlilleri mev­cuttur. Ancak o, bu iddiasında o kadar ileri gitmiştir ki, mu­amelat ve medenî hukuk ile ilgili hükümlerin hepsini nere­deyse teşriî sünnet dairesinden çıkartmaktadır.12 Hatta bu yaklaşım onu, Nebevi sünnetin helâl kıldığı, -bütün mez­hepler ve fıkhı ekolleriyle- Müslümanların da helaL oldu­ğunda icma ettikleri bir hususu kendi görüşüyle haram kıl­maya kadar götürmüştür. Bu da, Hz. Peygamber'in, insanla­rın ihtiyacını görünce, aldatma ve tartışmaları bertaraf ede­cek gerekli kuralları koyduktan sonra yapılmasına ruhsat verdiği bey'u's-selem veya bazılarının isimLendirmesiyle de

™" Nemr, Resül'un muamelat ile ilgili emir ve yasaklarından çoğu­nun temelinin vahiy değil, Onun içtihadı olduğunu tekid etmiştir. Halbuki bu onun iddiasına herhangi bir yarar sağlamaz. Zira, Hz. Peygamber'e ait bir iÇtihad, Allah tarafından onaylanmışsa artık o, vahiy mesabesindedir. Çünkü usulde belirtildiği üzere, Hz. Peygam­ber hata ÜZere bırakılmaz.

373

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

es-selem denilen (para peşin, mal veresiye şeklindeki) alış-ve-riş tarzıdır. Bu hususta hadîs vârid olmuş, ondört asırdan beri ümmet bununla amel edegelnıiştir. Nitekim birçok kay­nak, İbn Abbas'tan şu hadîsi rivayet etmişlerdir:

"Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde, Medineliler meyvelerde bir ve iki yıllığına selem tarzı satış yapıyorlardı. Bunun üzerine O (s.a.v.) şöyle buyurdu: 'Her kim selem akdi yapacaksa, belirli Ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir zamana kadar yapsın.'"13

Dahası İbn Abbas, "Ben şahitlik ederim ki, belli bir süre ile sınırlandırılmış olan selem akdini yüce Allah Kitabında da helâl kılmış ve ona izin vermiştir." dedikten sonra şu ayeti okumuştur:

"Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın." (Bakara, 282)

Rivayetteki İbn Abbas'ın "ben şahitlik ederim ki" sözü, yemin mesabesindedir. İşte bu, "Kur'an'ın Tercümanı" ola­rak bilinen İbn Abbas'ın görüşüdür.14

Fakat Şeyh en-Nemr selem satışı hakkında şöyle demiş­tir: "O, olmayan bir şeyin vasfedilerek satılması, zimmete geçirilmesidir. Köylerdeki halkın çoğu bu şekilde hareket ederler ve ziraatçılar bazı ihtiyaçlarını kötü de olsa bu şekil­de giderirler. İşte bundan dolayı biz onun haram olduğu gö­rüşüne meylederiz."15

Oysa burada Şeyh en-Nemr'e yakışan, zulüm ve sömü­rünün haram olduğunu söylemekle yetinmesi ve sünnet ve

13" Şevkânî, Neytü'I-Evtttr, V. 342-3. (Buhârt, Selem 1, 2, 7; Müslim, Mıısnkai 128; Ebu Davud, Büyü' 55; Tirmizi, Buyu' 68; İbn Mâce, Tica­ret 59; Ahmed, 1,217) u" Şevkânî, a.y. ™~ Nemr Abdulmun'ım, es-Sünnetü ve't-Tefri, s. 42-3

374

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

icma ile sabit bir muamelenin aslını haram kılmaya çalışma­ması idi. İşte bu, "Siz dünyanızın işlerini daha İyi bilirsiniz" şeklindeki sahih hadîsin söyleniş sebebine ve ondan kastedi­lene aykırı olarak istismarında bir aşırılık veya tahriftir. Fa­kat bizce bu, ona karşı çıkma adına, hadîsin içeriğinin ilgâsı demek olan uygulamanın reddini aşırılık olarak görmek, sünnette teşriî olmayan bazı hususların da sâdır olduğunu da inkar etmemizi gerektirmez. İşte bu tavır. Dr. Muhammed Selim el-Avva'nın "es-Sünnetü't-Teşriıyye ve Gayru't-Teşrüyye" adlı makalesine karşı Dr. Fethi Abdülkerim'in yazdığı "es-Sünuetü Teşriun Lâzimun Dâimun" adlı reddiye­sinde ve Dr. Abdulmun'ım en-Nemr'e karşı. Dr. Musa Lasın ve Dr. Ali el-Karadaî'nin Katar Üniversitesi Yayınları arasın­da çıkan Sünnet ve Siret Araştırmaları Merkezi Dergisi'nin ikin­ci sayısındaki reddiyelerinde olduğu gibi, bazı hamasetli ya­zarların yenik düştükleri bir durumdur.

Oysa bu problemin çözümünde gerekli olan şey, Kur'an ve sünnetteki muhkem nasslann ışığında, şeriatın maksatla­rı ve kaideleri ışığında ve İslâm ümmetinin en fâkihleri ol­maları hasebiyle selefin rehberliği ve anlayışı doğrultusunda İtidal, denge ve meseleye derinlemesine, insafla ve ifrat-tef-ritten soyutlanarak bakmaktır.

İşte bu hususlar, yıllardır beni meşgul etmekte ve ben bugün takdim ettiğim bu görüşlerin yolumuzu aydınlatma­sını diliyorum.

İfrat ve Tefrite Düşenler Arasında Teşriî Sünnet (Sünnetin Bağlayıcılığı)

Burada en Önemli konu, insanların bağlanmak ve gereğince amel etmekle mükellef oldukları teşrîî sünnet ile, teşriî ve

375

 

sCnnetİ anlamada, vöntem

teklif babından olmayan sünnetin nasıl değerlendirileceği­nin beyanıdır. Yine, kıyamet gününe dek, bütün insanlar için genel ve devamlı olan bir teşriî ile, ortaya çıkan şartlar veya belirli hallere has kılınan sünnetin de ayrıca değerlen­dirilmesi gerekecektir.

Asrımızdaki vakıa ise, İslâm'a mensup kimselerin iki grup halinde birbirine zıt iki tarafa ayrılmış olmalarıdır. On­lardan bir grup, sünnetten vârid olan her şeyi, her-zaman, her yerde, her durumda bütün insanlar için bağlayıcı bir teş­riî kılmak istemektedir. Halbuki özellikle Hz. Peygamber'in (s.a.v.) fiillerine bakıldığı zaman, onlar içerisinde, cibilli (ya­ratılıştan) olarak sâdır olanlar var, âdet olarak sâdır olanlar var, çevrenin bilgi ve tecrübesinden sâdır olanlar var, kasıtlı olarak değil de, tevafuken sâdır olanlar var. Bundan dolayı­dır ki, usûl âlimlerinden bazı muhakkıklar, Allah'a yaklaş­ma kastı ortaya çıkmadığı müddetçe bu fiillerin, en fazla o hususların mubah ve meşru olduklarını göstereceği kana-atindedirler-

Fakat asrımızda biz, minberin üç basamaklı olmasını sünnet, fazla basamaklı olmasını ise sünnete aykırı bulan ve bunu zemmedilmeyi gerektirecek bir durum gibi algılayan kimseleri görmekteyiz! Halbuki Hz. Peygamber'in (s.a.v.), daha önce üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğünü bıra­kıp edinmiş olduğu bu minberi, gayet açık bir gelişme oldu­ğu halde, üç basamaklı minberin sünnet olduğunu söyleyen şahıs, buna fazlalığı veya eksikliği men eden herhangi bir delil de getirememektedir.

Aynı şekilde, ihtiyacı olmadığı gibi kavminin âdetinden de olmadığı halde, elinde baston taşımayı sünnet addeden kimseleri görmekteyiz. Üstelik onu taşıması, yapmacık ve

376

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

zorlama olup, o ne ona dayanmaktadır, ne onunla davarına dal kırmaktadır ve ne de onda onun için başka ihtiyaçlar vardır!

Yine minberlere ellerinde âsâ olmaksızın çıkan ve ce­maatlere hitap eden çağımızdaki hatiplere itiraz eden bazı sofuları görmekteyiz. Zira onlar bunda sünneti hafife alma gibi bir durum görmektedirler! Nitekim onlardan biri bun­dan dolayı beni ayıpladığında ben ona:

-"Ben hayatımda asla baston kullanmamışken, sadece hutbe için onu nasıl taşırım!" dedim. Bu bana, yakın zaman­lara kadar Müslüman bölgelerin önemli bir kısmında Cuma hutbelerinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan tahta kılıcı hatırlattı. Sonra insanlar bundan kurtuldu- Çünkü, bütün in­sanların kılıçları demirden iken, yalnızca Müslüman hatibin kılıcının tahtadan olması başlı başına bir aiay konusuydu!

Diğer bir grup ise, sünneti, hayatın bütün pratiklerin­den; âdetlerinden, muamelâtından, iktisadî, idarî, harp vb. işlerinden ayırt etmek istiyordu. Sünnet emredici veya nehyedici olarak, başlayıcı veya yol gösterici olarak da olsa bu sahalara girmemeliydi ve bu saha insanlara terk edilmeme­liydi. Onların bu konudaki delilleri ise kendinden böyle bir şey kastolunmadığı halde, onların te'vil ettikleri ve daha ön­ce beyan edilen "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsidir. Hadîs, Müslim'in Sahih'inde, hurma aşılama kıssa­sında zikredilmiştir. Ondan neyin kast edildiğini açıkça an­layabilmek için, burada bunun farklı rivayetlerini vermemiz faydalı olacaktır.

Talha hadîsine göre o şöyle demiştir: "Resûlullah '(s-a-v.) ile birlikte hurma ağaçlarının arasında dolaşan bir topluluğa uğradık. Hz. Peygamber;

377

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

- 'Onlar ne yapıyorlar?' diye sorunca,

- 'Erkeğini, dişisi ile bir araya getirerek aşılama yapıyor­lar.' diye cevap verdiler. Bunun üzerine O,

- 'Bunun bir yarar sağlayacağını sanmıyorum' buyurdu. Bu söz kendilerine ulaşınca, onlar bu işi yapmaktan vazgeç­tiler. Sonra bu Hz. Peygamber'e haber verilince,

-  'Onlara faydalı geliyorsa bunu yapsınlar. Ben sadece bir zanda bulundum ve beni zannımdan dolayı kınamayın! Fakat Allah'tan bir şey haber verdiğim zaman onu yapınız. Zira ben Allah adına yalan söylemem!' buyurdu."

Rafi' b. Hadic ise hadîsinde şöyle demektedir: "Hz. Pey­gamber Medine'ye gelmişti. Medine halkı ise hurmaları aşı­lamaktaydılar. O onlara:

- 'Ne yapıyorsunuz?' diye sorunca, onlar;

- 'Biz bu işi yapıyorduk' dediler. Hz. Peygamber:

- 'Siz bunu yapmasanız belki de daha hayırlı olur1 buyurunca, onlar derhal aşılamayı bıraktılar. Fakat hurmalar döküldü ve eksik oldu. Bu durumu ona zikrettiklerinde Hz. Peygamber:

- 'Ben ancak bir beşerim. Size dininizden bir şey emret­tiğim zaman hemen onu alın, fakat size re'yimden bir şey emrettiğim zaman ise, ben ancak bir beşerim.' buyurdu."

Hz. Aişe ve Enes hadîslerinde şöyle anlatmaktadır: "Hz. Peygamber hurma aşılamakta olan bir topluluğa uğra­mıştı. Onlara:

- 'Şayet bunu yapmasanız, daha iyi olur' buyurdu. Fakat hurmalar o yıl zayıf çıktı. Bir ara onlara tekrar uğradığında,

- 'Hurmalarınıza ne oldu?' diye sordu. Onlar da:

- 'Sen şöyle şöyle buyurdun, (netice böyle oldu)' deyin­ce Hz. Peygamber:

378

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

- 'Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz' buyurdular."

Hadîs bütün rivâyetleriyle, Hz. Peygamber'in tecrübesi olmayan dünya işlerinden biri hakkında zannına dayanarak bir görüş izhar ettiğini göstermektedir. Kendisi ekip dik­meyle iştigal etmemiş Mekke halkından idi. Çünkü onlar, zi­raatı olmayan bir vadide oturmaktaydılar. (Medineli) ashabı ise, onun bu görüşünü uyulması gereken bir din, itaat edil­mesi gereken bir şeriat sandılar. Neticede meyveler istenilen şekilde olmadı. Hz. Peygamber'in onlara söylediği bu sözler, dinî olmayan bir hususta serdettiği bir zandan başka bir şey değildi. Zira bu tamamen teknik bir konuydu ve onlar bu hususta ondan daha tecrübelilerdi ve bu işi daha iyi bilmek­teydiler. Bunun içindir ki o, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

İşte, ziraat, sanatkârlık ve tıp vb. dünya işlerinden nor­mal tecrübe gerektiren teknik konular da bu kabildendir ve bu hususlarda uyulması gereken teşriî bir sünnet yoktur.

Bu nedenledir ki İmam Nevevî bu hadîsi "Resûlullah'ın (s.a.v.) re'yi yoluyla dünya işleri hakkında açıkladıklarını değil de, şer'an buyurduklarını yapmanın vücubiyyeti" şek­linde bir babın altında zikretmiştir.

Risaletin ruhaniliği iddiasıyla, bu hadîsin sünnetin dış­lanmasına, hatta bütün dinin hayattan çıkarılmasına ve top­lumun işlerinden uzaklaştırılmasına dayanak yapılmasına gelince, bunu hem sünnet, hem Kur'an ve hem de İslâm red­detmektedir.

Halbuki İslâm- Kur'an ve sünnetiyle- ruh ile maddeyi karıştırarak, dünya ile ahireti birleştirerek ve hayatın bütün akışını Allah'ın şeriatına bağlayarak kamil bir hayat tarzı ge­tirmiştir. Bunun içindir ki, O'nun getirdiği yasama ve tavsiye­ler, yeme-içme, giyim-kuşam, alış-veriş, evlenme-boşanma,

379

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

vasiyet-miras, suçlar ve cezalar, savaş-barış, halifelik-yöneticilik vb. hayatın her alanına şâmildir. Hadîs, tefsir, ahkâm ve ahlâk kitapları, bu hususlardaki pek çok hadîsle doludur. Bu­rada borcun yazılması gibi tamamen dünya ile ilgili bir işi tanzim eden Allah'ın kitabındaki en uzun ayeti hatırlamamız bize yeter."

İşte kargaşaya, yanlış anlamaya düşülmesi ve sünnet­lerden teşriî olan ile -ki genellikle böyledir- kendisinden teş­riî kastolunmayanların; kendisinden umum kastolunanlar ile, husus kastolunanların aralarında belli bir ayrıma gidil­memesi şeklindeki bu problem, düşünülen en önemli prob­lemlerden addedilmektedir. Bu noktada biz, -devamlı âdeti­miz olduğu üzere- birçoklarının ifrat veya tefrite düşüp dur­duklarını görmekteyiz.

Nitekim ben yemek yeme sünnetleri ve edepleri çerçe­vesinde bunlardan iki grup arasında gerçekleşen hararetli bir tartışmaya tanık oldum. Onlardan bir grup, masada ye­mek yemeyi, çatal ve kaşık kullanmayı reddetmekte ve Hz. Peygamberin yaptığına uyarak yere oturmada, el ile yeme­de ve yedikten sonra parmakları yalamada ısrar etmekte ve bunu yapmayanları da sünnete muhalefet etmekle suçla­maktaydı.

Diğer bir grup ise, yeme ve içmenin hayatın değişmeye ve gelişmeye açık işlerinden olduğunu, çevre ve zamanın değişmesiyle değişebileceğini; dinin insanlara ne şekilde yi­yip içeceklerini öğretmek üzere gelmediğini ve insanların el­leriyle mi, yoksa kaşık vb. bir aletle mi yediklerini Önemse­mediğini, ya da sağ eliyle mi, sol eliyle mi yedikleri ile ilgi­lenmediğini iddia etmekteydi.

380

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu iki grubun tavrına baktığımız zaman, birinci grubun tabiiliği, tevazuyu, kanaati, yaldızlı dünya hayatında zühdü ve aristokratlara ve zorbalara benzemekten uzaklaşmayı temsil eden Sevgili Peygamberimizin her hal ve davranışına uyma hırsıyla hareket ettiklerini görürüz. Şüphesiz bu insan­lar, sahâbe-i kiramdan İbn Ömer ve başkalarının yaptığı gibi, Hz. Peygambere tam anlamıyla uyma niyet ve hırslarından dolayı takdir edilecekler ve ecir alacaklardır. Fakat onlar, şartlara ve durumlara riayet etmeksizin bu şekilde hareket etmeyi, dinden ve sünnetten bir parça addetme ve bunu terk edene karşı çıkma ve hak etmedikleri halde başkalarına mey­dan okuma aşırılığına düştüklerinde hata etmişlerdir. Oysa onların sünnet saydıkları şeylerin çoğu, çevre ve zamanına uygun olan Arap âdetlerinden başka bir şey değildir.

Diğer gruba gelince, onlar da dinin önem verdiği şey­lerle, önemsemediği şeyleri birbirine karıştırmışlardır. Zira her ne kadar din, yerde veya masada/sofrada yenilmesini, el ile ya da, çatal-kaşık ile yenilmesini önemsemiyorsa da, sol ile değil de, sağ el ile yemeye, sağ elle içmeye önem vermek­tedir. Bu sadece Hz. Peygamberin (s.a.v.) her şeyde sağdan başlamayı sevmesinden ibaret değildir. Bilakis, O'nun bu husustaki bütün yönlendirmelerinde apaçık emir ve yasak­ları mevcuttur. Nitekim O şöyle buyurur:

" Allah'ın adıyla (yemeğe başla), sağ elinle ye ve Önün­den ye!"16

" Sol elinizle yemeyin, çünkü, şeytan sol eliyle yer."17 "Sizden biri yemek yediğinde sağ eliyle yesin, bir şeyler

*6- Cabir'den rivayet edilmiştir. Muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat

Abdulbaki, el-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 1313.

î7' Müslim, Eşrıbe, nu: 2019. (Eşnbe 104, II, 1598)

381

 

S ÜN KETİ ANLAMADA YÖNTEM

içtiğinde sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, sol eliy­le içer."18 Diğer bir rivayette ise:

" Sizden biri sol eliyle yemesin, onunla içmesin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, onunla içer."19 buyurmaktadır.

Seleme b. Ekva' rivayet etmektedir: "Bir adam, Resûlullah'ın <s.a.v.> yanında sol eliyle yedi. Bunu görünce O:

- 'Sağ elinle ye!' buyurdu. Adam:

- "Yapamıyorum' deyince, O (s.a.v.):

- yapamayası! Ona ancak kibir engel oluyor!' buyurdu. Ve o bir daha elini ağzına kaldıramadı."20

İşte bu emreden, yasaklayan ve men eden hadîsler, sağ el ile yemenin kastolunduğu, Müslüman birey, Müslüman toplum ve hayatın sıradan işlerinde dahi kendine has ayrı­calığı ve bağımsızlığı olmasını isteyen asil ümmetler için ayırt edici edeplerden bir edep olduğunu göstermektedir. Nitekim, Üstad Muhammed Esed'in "el-İslâmu ala Müftera-kı't-Turuk=Yollarm Ayrılış Noktasında İslâm" adlı kitabında sünnetin hayattaki işler ve insanların âdetleri ile alâkalı ola­rak getirdiği edep ve gelenekler ile, bunların Müslüman şahsiyetin ayrıcalığındaki etkisinden bahseden, okunması, ders alınması ve istifade edilmesi gereken kıymetli bir tahlil vardır. 21

Zikrettiğimiz birbiriyle çelişen bu iki gruptan doğru olanı; mutedil ve orta yol konumundaki uyulması gereken

18" Müslim, Eşrıbe, nu: 2020. (Eşrıbe 105, II, 1598)

19-

A.g.e.

20" Müslim, Eşrıbe, nu. 2021. (Eşrtbe, 107, II, 1599) *•" Esed, Muhammed, cl-tslâmu ala Müfierakt'I-Turuk, son iki bölüm. (Ter. Karaman, Hayreddin, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, Nesil Yay., İstanbul-1986, s. 93-122)

382

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

teşriî sünnet ile, teşriî olmayanı; genel ve devamlı olan ile bu özellikte olmayan arasında ayrım gözetmiş olanıdır. Bu ise, Allah'ın kitabını ve Resûlü'nün sünnetini iyice incelemeye ve kavramaya (fıkhetmeye) ihtiyaç duymaktadır.

Tahkik Edilmesi Gereken Büyük Bir Problem

Şüphesiz hakkında en çok konuşulan ve hâlâ asrımızda da konuşulmaya devam edilen, tahkik ve tahlil edilmesi ge­reken problemlerden birisi, sünnetin teşriî olan ve teşriî ol­mayan diye taksim edilmesi ile, taksimin esası, alanı ve uy­gulamadaki rolü problemidir. Bu konu, Hadîs Usûlünü ilgi­lendirmekten çok, Fıkıh Usûlünü ilgilendirmektedir. Ancak, her iki ilim de, diğerinden müstağni kalamaz.

Bu konuyu, bu başlıkla veya daha açık bir ifade ile, sün­netin teşriî olan ile teşriî olmayan taksimi, sünnetten genel ve devamlı olanı ile, "Ftkhu'l-Kur'an ve's-Sünne: el-Kısas" ad­lı eserinde ele alan eski Ezher Şeyhi merhum Mahmud Şel-tut'dur. Bu kitabın aslı, onun 1930'lu yıllarda Kahire Hukuk Fakültesindeki Yüksek İslâm öğrencilerine vermiş olduğu konferanslar idi. Ama sonra o, onu "et-İslâm: Akide ve Şeria" diye bilinen kitabına dahil etmiştir.

Daha sonra, sünnet ve onun teşrii olan ve olmayan şek­lindeki taksimi hakkında yazan çağdaş yazarlardan birçoğu, (bu kavramı) Şeyh Şeltut’dan almıştır. Ben bununla onların yalnızca bu başlık ve kavramı aldıklarını demek istiyorum. Muhtevaya gelince, daha önce yenilerden, Allâıme Reşid Rı­za, Menar adlı tefsirinde; ondan çok önce, H. XII. asırda Şah Veliyullah ed-Dehlevî (ö. 1176) diye bilinen İslâm hakimi Ahmed b. Abdurrahim bu hususta söz etmişlerdir.

383

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Yine İmam Ebu'l-Abbas Şihabuddin el-Karafi (ö. 684), özellikle sünnetin teşriî yönü üzerinde durmuş ve bu husus­ta tafsilatlı bilgiler vermiştir ki bunların hepsini biraz sonra zikredeceğiz. Yine eski-yeni fâkihlerden ve usûlcülerden başkaları da farklı münasebetlerle ve çeşitli başlıklar altında bu konuya değinmişler, hatta ileride değinileceği gibi, saha­be döneminde dahi bu husus deşelenmiştir.

İmam İbn Kuteybe'nin Sünnetler Hakkındaki İfadeleri

Kitap yazan önceki âlimlerimiz içerisinde, sünnetin getirmiş olduğu hususların, çeşitli kategorilerde olduğuna ilk dikkat çeken kimse olarak -bildiğim kadarıyla - Mutezile'nin Cahız'ı gibi, Ehl-i sünnetin savunucusu olan, ansiklopedik bü­yük âlim, İmam Ebu Muhammed b. Kuteybe'yi (ö. 276) gör­mekteyiz. O, bu konuyu "Te'vüu Muhtelifil-Hadfs" adlı kita­bında ele almıştır. Fakat, özellikle onun ansiklopedicilik yö­nü, ihtisas yönüne daha çok galebe çaldığı için, meseleyi kâ­fi derecede tahkik edememiştir. Hatta bu sebeple bazıları onu, "edebiyatçıların fâkihi ve fukâhanın edebiyatçısı" diye nitelendirmişlerdir!

Ebu Muhammed, yani îbn Kuteybe bu hususta şöyle demiştir: "Bizim nezdimizde sünnetler üç çeşittir:

1- Cebrail'in Yüce Allah'tan getirdiği sünnetler: Hz. Peygamber'in:

'Bir kadın, halası ve teyzesi üzerine nikâh lanamaz.'22,

'Neseb bakımından haram olan, süt kardeşlikten dolayı da haramdır.'33.

 

*" Ebu Hureyre rivayet etmiştir, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Abdulbaki, el-Lü'lüü ve'l-Meraın, mı: 890.

3" İbn Abbas rivayet etmiş, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Ab­dulbaki, a.g.e., nu: 919.

384

 

sünneti anlamada yöntem

'Bir veya iki defa emme, haram kılmaz.'24,

'Diyet, akile'ye (baba tarafından akrabalara) düşer.'25 ve buna benzer esas teşkil eden hadîsleri böyledir.

2- Allah'ın Peygamberine sünnet koymasını mubah kıl­dığı ve o hususlarda kendi re'yini kullanmasını emrettiği, Hz. Peygamber'in de illet ve mazerete göre dilediği kimseye ruhsat verdiği sünnetler: Hz. Peygamber'in ipek giymeyi er­keklere haram kıldığı halde, Abdurrahman b. Avf'a, bir has­talıktan dolayı izin vermesinde olduğu gibi.

Hz. Peygamber'in Mekke hakkında; 'Oranın yaş dalı koparılmaz, ağacı kesilmez.' buyurduğunda, Abbas b. Ab-dülmuttalib:

- 'Ey Allah'ın Resulü, izhir otu26 hariç olsun, çünkü o bi­zim evlerimiz için gereklidir.' deyince, Hz. Peygamber:

- 'Peki, izhir otu hariç' buyurmuştur.2' Eğer Yüce Allah Mekke'nin bütün ağaçlarını haram kılmış olsaydı, Hz. Ab­bas genel hükümden izhir otunu İstisna etmesi gibi böyle bir talepte bulunamazdı. Ama Allah Hz. Peygambere uygun gördüğünü serbest bırakma yetkisi vermiş, O da onların menfaatini düşünerek izhir otunu serbest bırakmıştır.

Hz. Peygamber umre hakkında 'Eğer şimdi yaptığım işi, yeniden yapacak olsaydım, umre için de ihrama girer­dim'28 buyurmştur.

24~ Ahmed, Müslim, Sünen sahipleri, Hz. Aişe'detı, Nesaî ve İbn Hıb-ban ise Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Bkz: Elbânî, Sahiku'l-Camii's-

"- Buhârî, Müslim, Sünen sahipleri Ebu Hureyre'den rivayet etmiş­lerdir: "Hz. Peygamber, diyetin akıleye ait olduğuna hükmetmiştir." Bkz: Elbânî, lrvav'1-AHİ, nu: 2205.

26" Güzel kokusuyla bilinen bir bilki, Mekke'nin "Alfa" otu. "' İbn Abbas ve başka la rında-1" rivâye< edilmiştir. Muttefekun aleyh­tir. Bkz; M. Fuat Aiıdulbaki, a.g.e., nu: 859 28" Cabir rivayet elmiş, muttefekun aleyhtir, Bkz: M. Fuat Abdulbaki,

385

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine yatsı namazı hakkında O: 'Ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, bu namazın vaktini bu (gece en geç) vakit olarak tayin ederdim' buyurmuştur.29

Keza O, kurban etlerini üç günden fazla biriktirmekten, kabirleri ziyaret etmekten ve kaplar içindeki nebîzden neh-yetmiş ve şöyle buyurmuştur: 'Size kurban etlerini üç gün­den fazlası için biriktirmeyi yasaklamıştım, sonra anladım ki, insanlar onu misafirlerine ikram ediyorlar, hazır bulun­mayanlara ayırıyorlar. Artık yiyin, dilediğinizi de biriktirin. Size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım, artık onları ziya­ret edin, fakat yanlış şeyler söylemeyin. Çünkü bana Öyle ge­liyor ki, kabir ziyareti kalpleri yumuşatır. Yine sizi kaplar içindeki nebîzden nehyetmiştim, artık için, ama sarhoş edici olan bir şey içmeyin! '"30

Ebu Muhammed (İbn Kuteybe) dedi ki: "Bu şeyler sana göstermektedir ki, Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bazı husus­ları sakındırma ve sakındırdıktan sonra da bazı şeyleri dile­diği kimselere müsaade etme serbestisi vermiştir. Şayet bu işlerde O'nun böyle davranması caiz olmasaydı, tıpkı, koca­sı hakkında mücadele eden ve zıhardan soran kadın geldi­ğinde ona hiçbir cevap veremeyip, 'Bu hususta hükmü Yüce Allah verecektir'3' buyurarak durakladığı gibi, o noktada duraklardı.

d-Lü'iüü ve'l-Mercan, nu: 763.

"~ Buhârî, İbn Abbas'tan, Müslim, İbn Ömer ve Hz. Aişe'den rivayet etmiştir, likz: Elbânî, Sahihtı'i-Cnmii's-Sağİr, nu: 5314. * Müslim, Cemiz, nu: 877'de Bürde'den; Hakim ve Ahmed ise Enes'ten rivayet etmiştir. Bkz: Elbânî, a.g.e., 4584. '''Mücadele eden buhanım ite ilgili hadîsi, Ahmed ve Buhârî mual­lak olarak, Nesaî, ibn Mâce, İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir gibi musan­niflerden bazısı muhtasar olarak, bazısı da uzun bir şeklide rivayet et­mişlerdir, bkz. İbn Kesir, Tefsir, (Mücadele suresi)

386

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTÎM

Yine, ihrama girdiği halde üzerinde güzel koku eseri bulunan yün cübbe giymiş bir bedevi gelip durumunu sor­duğunda, Hz. Peygamber ona cevap vermemiş, sonra elbise­sine bürünmüş, hatta boğa hırıltısı gibi sesler çıkarmış, daha sonra açılarak ona cevap vermiştir.33

3- Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bize edep olarak belirlediği ve şayet yaparsak, faziletli olan, yapmamamız halinde ise, inşallah üzerimize bir günah tereddüp etmeyecek sünnetler: Sarığın ucunu çene altına dolamayı emretmesi33, pislik yiyen hayvan etlerini34 ve hacamat yapan (kan alan) kimsenin üc­ret almasını nehy etmesi35 gibi."36

İmam el-Karafi'nin Tahkiki

Hicrî VII. asırda ise, Hz. Peygamber'in yöneticilik, hakimlik, müftülük ve mübelliğlik vasıfları arasında değişen çeşitli söz ve tasarruflarını, bunun hükmün umum-husus olmasm-daki ve mutlak veya mukayyed olmasındaki rolünü incele­yen ve bu konuyu ilk defa bu kadar tafsilatlıca anlatan Mı-32~ Müslim, Hacc, nu: 1080

**~ Telahlıi, sarığın çene allına dol? ....jsi demektir. **~ Ebu D.i"ud, Tirmizi, İbn Mâce, Hakim, İbn Ömer'den "Hz. Pey-e^^bür, pislik yiyen hayvanın et ve sütünü nehyetti." Şeklinde rivayet etmişlerdir. Bkz: tlbânî, a.g.e, nu: 6855. Celale: "Pislik yiyen deve ve sığır elemektir ki, bu onların et ve sütünü etkilemektedir."İbn Kutey-be'nin buradaki nehyi, tenzihen mekruha hamtedişi anlaşılmaktadır. 3-*~ İbn M3ce, Ebu Mes'ud'dan rivayet etmiştir. Sünen, nu; 2165, Mu­hakkik, Zevaid'de Busiri'deıı onun isnadının sahih, Buhüri'nin şartına göre ricalinin sika olduğunu nakletmektedir. Buradaki nehyin de ten-zihen mekruh olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.v.) hacamat yapan kimseye kendisi ücret vermiştir ve bunu Buhâri, Bü-Va'da, Müslim İ5e Musahıt'ta ve ayıtça başkaları da rivayet etmiştir. *" İbn Kuteybe, Te'i'ilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 196-8.

387

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sırlı Mâlikî Allâme İmam Şihabuddin el-Karafiyi görmekte­yiz. O, bu konuyu el-İhkam fi Temyizi'l-Fetava mine'l-Ahkâmı adl iki eşsiz-asil kitabında ele almıştır. Biz burada, onun "el-Furûkî" adlı kitabınmın, 39. farkı oluşturan "Hz. Pey­gamber'in hakimlik ve fetvr. tasarrufu ile -ki bu ikisi tebliğ­dir- yöneticilik tasarrufu kaideleri arasındaki farkı" zikret­mekle yetineceğiz:

"Bil ki, Resûlullah (s.a.v.) en büyük yönetici, en dirayet­li hakim ve en bilgili müftüdür. O (s.a.v.), bütün yöneticile­rin lideri, hakimlerin hakimi ve âlimlerin âlimidir. Yüce Al­lah bütün dinî makamları O'nun risaletine vermiştir. Ve O, kıyamete kadar bu makamlara geçen herkesten daha büyük­tür. Dinî her ne makam varsa, O bu makamın en yüksek mertebesinde addedilir. Şu kadar var ki, Onun tebliğ tasar­rufu ağır basmaktadır, çünkü, risalet vasfı O'nda daha ağır­lıklı bir vasıftır. Daha sonra O'nun diğer tasarrufları gelir. Onlardan bir kısmında tebliğ ve fetva bir arada olur. Bir kıs­mında da insanlar, O'nun hakimlik veya yöneticilik tasarru­fu üzerinde icma etmişlerdir. Diğer bir kısmında ise âlimler, ilgili tasarrufun bu tasarruflar arasından hangisine ait oldu­ğu tereddüdü sebebiyle ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazısı üzerine bu vasfı, bazısı üzerine ise diğer bir vasfı ağır basa­bilmektedir.

Sonra, Hz. Peygamber'in bu farklı tasarruflarının şeriat­taki etkisi de farklı olmuştur. Hz. Peygamber'in tebliğ cihe-tiyle söylediği veya yaptığı her şey, kıyamete kadar ins ve cin için genel bir hüküm teşkil eder. Şayet bu, emrolunan bir hüküm ise, herkes bunu yapmaya yönelir, durum, mubahta da böyledir. Eğer bu, nehyolunan bir hüküm ise, bundan da herkes kaçınır,

388

 

SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

Fakat Resûlullah'ın (s.a.v.) yöneticilik vasfıyla yaptığı tasarruflarına gelince, - O'na (s.a.v.) uyarak da olsa- hiç kim­senin yöneticinin izni olmaksızın bu tasarrufa teşebbüs et­mesi caiz değildir. Çünkü, Hz- Peygamber'in o tasarrufunun sebebi, O'nun bunu gerekli kılacak tebliğ sıfatı değil, yöneticilik sıfatıdır.

Yine, Hz. Peygamber'in hakim sıfatıyla yapmış olduğu bir tasarrufa - O'na (s.a.v.) uyarak da olsa- hakimin izni ol­maksızın hiç kimsenin yönelmesi de caiz değildir. Çünkü, Hz. Peygamber'in o tasarrufunun sebebi olan hakimlik vas­fı bunu gerekli kılar. İşte bu üç kaide arasındaki farklar bun­lardır ve bu, aşağıdaki dört mesele ile tahkik edilecektir;

Kafirlere ve savaşılması uygun görülen isyancılara kar­şı orduların gönderilmesi, Beytü'l-Mâl'ın mallarının bu yol­larda harcanması ve çeşitli yerlerden bu malların toplanma­sı, hakim ve valilerin atanması, ganimetlerin taksim edilme­si, kafirlere zimmet veya sulh akitlerinin yapılması gibi işler, halifenin, en üst yöneticinin işidir. Her ne zaman Hz. Pey­gamber, bu işlerden bir hususta bir şey yapsa, biz biliriz ki O bunu yöneticilik sıfatıyla yapmıştır, başka bir sıfatla değil. •. Her ne zaman Resûluîlah (s.a.v.) mal ile ilgili davalarda ve­ya bedenleriyle ilgili vb. hükümlerde deliller, yeminler veya cezalar vb. ile iki kişinin arasını bulsa, yine biz buradan an­larız ki, O (s.a.v.) bu hususta da, ancak hakimlik vasfıyla ta­sarruf etmiştir, genel yöneticilik vb. sıfatıyla değil. Zira bu, hakimliğin ve hakimlerin işidir.

Ama, Hz. Peygamber'in sözüyle veya fiiliyle yapmış ol­duğu ibadetlerle ilgili tasarruflar veya dinî bir soruya vermiş olduğu cevaplara gelince, bunlar fetva ve tebliğ sıfatı ile orta­ya koyduğu tasarruflardır. Bütün bunlar gizli-kapalı olmayan

389

 

5ÜMNETİ ANLAMADA YÖNTEM

açık meselelerdir. Asıl gizlilik ve tereddüdün olduğu yerler şu gelen meselelerde ortaya çıkmaktadır.

Mesela Hz. Peygamber "Kim ölü bir toprağı işleyerek ihya ederse, o toprak onundur." buyurmuştur.37 Alimler, bu söz hakkında ihtilaf etmişlerdir: Bu, fetva sıfatıyla vârid olan bir tasarruf mudur? Eğer böyle ise, yönetici toprağın ihya edilmesine izin verse de, vermese de, herhangi bir kimsenin o toprağı işlemesi caiz olur. Bu, İmam Malik ve Şafii’nin gö­rüşüdür. Yahut bu, Hz. Peygamber'den yönetici sıfatıyla sâ­dır olmuş bir tasarruftur. Dolayısıyla yöneticinin izni olmak­sızın kimsenin ölü toprağı ihya etmesi caiz değildir. Bu da, İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür.

İmam Malik'in, yerleşim merkezine yakın olan ve ancak yöneticinin izniyle ihya edilebilecek yerler ile, onun izni ol­maksızın ihya edilebilecek uzak olan yerler arasında ayrım gözetmesine gelince, bu tartıştığımız kaide cümlesinden de­ğil, başka bir kaideden dolayıdır. O da, yerleşim merkezine yakın olan yerleri ihya etme, insanlar arasında husumete, fit­neye ve zarara sebep olabilir. Dolayısıyla daha önce zikretti­ğimiz gibi bu durumlara düşmemek için buna yöneticilerin bakması gerekir. Fakat yerleşim merkezinden uzak olan yer­ler hakkında böylesi durumlar söz konusu olmadığı için, bu­raların ihyası caiz olur.

"" Ebu Davüd, Sünen, nu: 3073; Tirmİzi, nu: 1378, "haseıı-garip" der; Ftyzu'I-Kadir1de el-Münavİ'niıı belirttiğine göre Ahmed ve Ziya eJ-Muhtara'da, Suyuti el-Catniu's-Sağir'de, Nesaî, hepsi, Said b. Zeyd'den rivayet etmişlerdir, aynca Tirmizi, nu: 1379'da Cabir'den rivayet et­miş, "hasen-sahıh" demiştir ki bu Ahmed III, 363,381'de de mevcut­tur. Buhârî onu Sahih'inde bu lafızla muzaraa babında mevkuf olarak Hz. Ömer'den, Kitabu'l-Umra ve'r-Rukba'da da "İ'men a'mera ardan leyset li ahadin fehuve ehakku= Herhangi bir kimseye ait olmayan bir yeri imar eden bir kişi, orada herkesten daha fazla hak sahibidir." Lafzıyla da Hz. Aişe'den rivayet etmiştir.

390

 

Şu halde, toprağı işletme konusunda İmam Malik ve Şa­fiî mezhebi tercihe daha şayandır.38 Zira Hz. Peygamber'in tasarruflarında fetva ve tebliğ sıfatı galiptir. Kaideye göre de, galip ile nadir arasında dönen bir şeyin galip olana ni; -pet edilmesi daha evlâdır.

Hint bt. Utbe, Hz. Peygamber/e:

-"Ebu Süfyan cimri birisidir, ne bana, ne de çocuğuma yetecek bir şeyler veriyor" deyince, O (s.a.v.),

- "Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!"39 buyurmuştur.

Âlimler bu meselede ve Hz. Peygamber'in bu tasarru­funda da ihtilaf etmişlerdir.

Acaba bu, fetva yoluyla mı söylenmiştir? Dolayısıyla her hakkı vb. kazanan birinin, bunu hasmının bilgisi olma­dan alması caiz midir?

İmam Malik'in meşhur olan görüşü bunun aksidir. Hat­ta bu, İmam Şafiî'nin görüşüdür.

Yoksa bu, hüküm verme ile mi ilgilidir? Dolayısıyla bir kimse borçludan alacağını almakta zorlandığında, hakkının bedelini ancak hakimin hükmü ile mi alabilir?

Hattabî, bu hadîs hakkında âlimlerden iki görüş anlat­mıştır: "Hüküm yoluyla verilmiştir" diyenlerin delili, "Bu muayyen bir şahsın malıdır, dolayısıyla o hüküm kapsamına girer, zira fetva genele yöneliktir" şeklindedir. "Fetva yoluy-

38" Aksine benini görebildiğim kadarıyla Ebu Hanife'nin görüşü ter­cihe daha şayandır. "Zira kamu yararı, devletin boş arazilerin mülki­yetini ve onların tanzimini zaptetmesini gerektirmektedir. Çünkü, orada askeri mıntıkalar veya buna müsait bölgeler vardır, tarihi eser­lerin bulunduğu bölgeler vardır ki, devlet bunların işletilmesine mü­saade etmez. Nitekim işletilmesi için belli şartlar veya belli şuurlar konulmuştur.

39- Ha. Aişe rivayet etmiş, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Abdul-baki, el-Lü'lüti ve'l-Mercan, nu: 1115.x

391

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

la verilmiştir" diyenlerin delili ise, rivayete göre, Ebu Süfyan Medine'de idi. Duyurmadan, ilan etmeden sadece hazır bu­lunanlara hükmetmek caiz değildir. Dolayısıyla bunun fetva olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da hadîsin zahirî kısmıdır.

Hz. Peygamber: "Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur"'10 buyurmuştur. Alimler bu hadîs hakkında da ihtilaf etmişlerdir.

- Hz. Peygamber bu hususta yöneticilik vasfıyla mı ta­sarrufta bulunmuştur? Dolayısıyla yöneticinin sözü dışın­da, kimse öldürülen düşman askerinin üzerindekileri ala­maz mı?

Bu, İmam Mâlik'in görüşüdür. Ama Mâlik, ölü toprakları işletmede zikrettiği "Hz. Peygamber'in (s.a.v.) tasarruf­larının çoğunun fetva cihetiyle olması hasebiyle çoğunluğa bakarak fetvaya hamledilmesi gerekir" şeklindeki dayanağı­na burada muhalefet etmiştir. Onun bu dayanağına muhale­fet etmesinin çeşitli sebepleri vardır:   .

Bunlardan birisi. Yüce Allah'ın şu buyruğuna göre ga­nimetlerin aslı ganimeti elde edenlerindir: "Biliniz ki, gani­met olarak her ne elde ettiyseniz onun beşte biri Allah'ın­dır." (Enfal-41)

Dolayısıyla askerin üzerindekileri almayı bundan çıkar­mak, bu ayetin zahirine muhalefettir.

İkinci bir husus ise, belki bu, mücahitlerin ihlâsmı bozar ve artık İslâm davasına yardım için değil de, bu eşyalar için savaşmaya kalkışabilirler.

*"' Buhârî onu Sahih'inin birkaç yerinde, Müslim ise Sahih'inin Cihad, nu: 1571; Ebu Davud, mı: 2717; Tirmizi, nu: 1562; Malik, Muvatta, s, 454; Ahmed V, 295, 306'da her biri, Ebu Katade'den rivayet etmişler­dir ve tamamı şöyledir: "Kim bir düşman askerini öldürür ve buna dair delili olursa, üzerindeki eşyaları onun olur." Bkz: M. Fuat Abdul-baki, ei-Uİ'lüü< ve'l-Mercan, nu: 3114.

392

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Diğer bir husus da, bu durum, üzerinde belli eşyalar ol­mayanı bırakıp, sadece eşyaları olan düşmanları öldürmeye sevkedebilir. Bu da, ordu içerisinde askerin birbiriyle yar­dımlaşmasına yol açabilir. Neticede belki de, bu az miktar­daki eşyalar, Müslümanların ağır bir yenilgiye uğramasına sebebiyet verebilir. İşte İmam Mâlik bu sebeplerden dolayı, bu aslı terk etmiştir.

İşte bu kanun ve farklar muvacehesinde, bu babta gelen hususlar, Hz. Peygamber'in tasarruflarından çıkartılır ki, bu da, şeriatın usulünd endir.*1

İmam İbnu'l-Kayyim'in Görüşü

Zadu'l-Mead adlı eserinde Huneyn Gazvesini anlatırken İmam Ibnu'l-Kayyim de bu konuya değinmiş ve şöyle de­miştir: "Bu gazvede Hz. Peygamber: 'Kim bir düşman as­kerini öldürür ve buna dair delili olursa, üzerindeki eşya­lar onun olur'42 buyurmuştur. Hz. Peygamber bunu, on­dan önceki bir gazvede de söylemişti. Fâkihler, bu eşyala­rın alınmasının şer'an mı, yoksa belli şartlara bağlı olarak mı hak edildiği şeklinde iki farklı görüş üzere ihtilaf etmiş­lerdir. Ahmet b. Hanbei'den bu iki görüş de rivayet edil­miştir:

1- Yönetici böyle bir şart ileri sürse de, bu şer'an elde edilmiş bir haktır ki o, aynı zamanda İmam Şafiî'nin de gö­rüşüdür.

2-  Ancak yöneticinin ileri sürdüğü şarta binâen bunu hak edebilir ki, bu da İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür.

41* Karafi, Furuk, 1, 205-209; el-Ihkam fi Temyizi'l-Feteva mine'l-Ahkam ve Tasarrufutil-Kodi, 25. Sual, s. 86-109. 42" Bkz: 45. dipnot.

393

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

imam Mâlik'e göre ise, savaştan sonra ancak yönetici­nin ileri sürdüğü şarta binâen bunu hak edebilir, bu talimatı savaştan önce verse, bu caiz olmaz. İmam Mâlik diyor ki: 'Bana Hz. Peygamberin bunu ancak Huneyn günü söyledi­ği ve O'nun (s.a.v.) bu şekilde ganimet teminine, ancak sava­şın hızı kesildikten sonra müsaade ettiği ulaştı.'43

Bu hususta tartışmaların çıkış sebebi ise, Hz. Peygam­ber (s.a.v.), hem yönetici, hem hakim (yani kadi) ve müftü ve hem de Resul idi. O bazen bir hükmü, risalet makamından verebiliyor ve bu, kıyamet gününe dek genel şer'î bir hüküm olabiliyordu. O'nun: 'Bizim bu (din) işimizde, her kim olma­yan bir şeyi ihdas ederse, o reddedilir.'44

'Her kim izinleri olmaksızın bir kavmin arazisine tahıl ekerse, harcadığı dışında, o ziraatten onun alacağı bir şey yoktur*45 buyruklarında; şahit ve yemin ile hükmetmesin­de46; taksim edilmemiş yerlerde şuf'a hakkını vermesinde *7 olduğu gibi.

Hz. Peygamber, bazen de fetva makamıyla buyurabili-yordu. Ebu Süfyan'ın karısı Hint bt. Utbe, kocasının cimrili-

"" Yani Hz. Peygamber bunu, çarpışmanın kesilmesinden sonra, sa­vaşanları gayrete getirmek, teşvik etmek üzere söylemiştir ki, sanki O (s.a.v.) bu hal içerisindeyken bir müşrik öldüren için onu bir ödül ola­rak belirlemiştir.

"^ Buhârî (İbn Hacer, Felhu't-Bârî, V, 221); Müslim, nu: 1718. Hz. Ai-şe'den rivayet etmişlerdir.

45" Ahmed, ili, 415, IV, 141; Ebu Davud, nu: 3403; İbn Mâce, nu: 2466'da (Ruhun 12, II, 824) Rafii bin Hadic'den rivayet etmişlerdir. Se­nedinde ise, şerik vardır ve o, hıfzı kötü olan birisidir. *" Müslim, Aksiye, nu: 1712, Yemin ve şahit ile hüküm verme babın­da, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

47~ Buhârî, (ibn Hacer, Fethıı'l-Bâri, IV, 339); Ebu Davud, nu: 3514, Ca-bir bin Abdullah'tan rivayet edilmiştir.

394

 

sCnnetİ anlamada yöntem

ğinden, onun kendisine yetecek nafakayı vermediğinden şi­kayet ettiğinde ona:

-  'Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!'48 buyurmasında olduğu gibi. Bu ise, hüküm de­ğil, bir fetvadır. Çünkü, Hz. Peygamber, Ebu Süfyan'ı çağır­madığı, ona bu iddiadan sormadığı gibi, Hind'den de delil istememiştir.

Hz. Peygamber bazen de yöneticilik makamıyla buyur­muştur ve bu o zaman, o mekan ve o hal için ümmetin mas­lahatına uygundur. Tabi ki, O'ndan sonraki yöneticiler de Hz. Peygamber'in zaman, mekan ve hal olarak gözettiği bu maslahata riayet edip sarılmışlardır. İşte bu noktada Hz, Peygamber'in talimatı bulunan birçok konuda imamlar ihti­laf etmişlerdir.

- Hz. Peygamber, 'Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur1 buyruğunu, acaba yöneticilik makamıyla mı söylemiştir? Eğer öyle ise, bu hususta hüküm verme, yöneticilerle ilgilidir. Yoksa O (s.a.v,) bunu genel bir yasama olacak şekilde risalet makamıyla mı buyurmuştur?

- Aynı şekilde O'nun (s.a.v.) 'Kim ölü bir toprağı işleye­rek ihya ederse, o toprak onundur/49 buyruğu; yöneticinin izin verip vermemesine bakılmaksızın, herkes için genel bir yasama mıdır, yoksa, yöneticilere baş vurulacak bir husus olup, Ölü toprakları işletme yetkisi, yöneticinin iznine mi bağlıdır? Bu konuda iki görüş vardır:

Birinci görüş, Şafiî ve Ahmed'in mezheplerinden anla­şılan görüştür.

İkinci görüş de, Ebu Hanife'nin görüşüdür.

48~ Buhârî, Nafokaf; Müslim, Akziye, nu: t714. *   Tahrici daha önce verildi.

395

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İmam Malik ise, geniş çöller ve insanların haris olmadıkları yerler ile haris oldukları yerler arasında ayırım gözet­miş, birincisini değil, ikincisini yöneticinin iznine tâbi kıl­mıştır...50

Görüldüğü gibi Ibnu'l-Kayyim burada, Karafî'nin tak­sim yöntemine yönelmektedir. Fakat her ikisi de, vârid olan Nebevi sünnetler içerisinde, asıl olarak teşriî babından olanlarından söz etmemektedirler. Söz ettikleri bu şeyler ise, ci-biliiyet, âdet ve çevreden elde edilen tecrübe ile ilgili olup, vahiy ya da bağlayıcı bir yasama ile alâkası olmayan husus­lardır. Gerçi, Allâme Ibnu'l-Kayyim, başka münasebetlerle, bazı kitaplarında bu konuya temas etmiştir ve onun Miftahu Dari's-Soade adlı kitabında yazdığı şeylerden bir kısmını ile­ride nakledeceğiz.

Şah Veliyullah ed-Dehlevî'nin Vârid Olan Sünnetler Hakkındaki Taksimi

Bu konuyu bütün kapsam ve açıklığıyla ilk defa dile getiren, onu kendisinden sonra gelenlerin istifade edeceği şekilde gü­zelce taksim eden kimse. Şah Veliyullah ed-Dehlevî ismiyle bilinen Hindistan bölgesinde yaşayıp, H,1176'da vefat eden İslâm mütefekkiri Ahmed b. Abdurrahim'dir. O, sünnetten yasal olan ile yasal olmayanlar üzerinde durmuş, kendi ifade­siyle "risaleti tebliğ yoluyla olanlar ile risaleti tebliğ babından olmayanlar" ayırımına gitmiştir. Bu da onun eşsiz kitabı Huccetullahi'l-Baliğa''da ele alınmaktadır O şöyle demektedir:

"Bil ki, Hz. Peygamber'den rivayet edilen ve hadîs ki­taplarında tedvin edilen hadîsler iki kısımdır:

5°- İbnu'l-Kayyim, Zadul-Mead, IH, 489

396

 

1- Risaleti Tebliğ Yoluyla Vârid Olanlar:

Bunlardan birincisi, risaleti tebliğ yoluyla vârid olanlar­dır ki, Yüce Allah bu konuda 'Resul size neyi verirse onu alın, sizi neden de nehyederse ondan sakının!' buyurmuştur. _ (Haşr-7) Ahiret ile ilgili, melekût ile ilgili acayip bilgiler bu cümleden olup, hepsi vahye dayalıdır.51 Şer'î hükümler, iba­detlerin yapılış tarzı ve bu hususta daha önce zikredilen farklı şekillerin dayanakları da bu cümledendir. Ancak bun­ların bir kısmı vahye, diğer bir kısmı da içtihada dayalıdır. Hz. Peygamber'in içtihadı ise vahiy mertebesindedir. Çünkü Yüce Allah onu görüşünde hatalı kalmaktan korumuştur. Zannedildiği gibi, O'nun içtihadının nasslardan istinbat edilmiş olması gerekli değildir. Bilakis, bunların çoğu, Yüce Allah'ın kendisine şeriatın maksatlarını, yasama kanununu, kolaylaştırma prensibini ve hükümler vaz etmeyi öğretmiş olmasına dayanmaktadır ki, O, vahiy vasıtasıyla elde ettiği maksatları, bu kanunlar ile beyan etmiştir.

Hz. Peygamber'in zaman ve sınırların belirlemediği mutlak ve mürsel maslahatlarının hükmü de bu cümleden­dir.52 Salih ahlâk ile uygunsuz davranışların beyanında ol­duğu gibi. Bunların dayanağı da, genellikle53 ictihaddır. Ya­ni, Yüce Allah O'na dayanakların kanunu öğretmiş, O da, onlardan bu tür hükümleri çıkararak bir takım külli kaideler ortaya koymuştur. Amellerin faziletleri ile, bu amelleri ya-

"' Yani, bunlar gayb âlemi ile ilgili durumlardan olduğu için, bu hu­suslara ictihad giremez. Bunun içindir ki, akaid âlimleri bu hususları dayanağı işitme ve vahiyden  başka  bir şey değildir mânâsında "sem'ıyyat" diye isimlendirmektedirler. "- Yani, Risaleti tebliğ yoluyla vârid olanlardandır. ^~ Aynı şekilde bazısı vahye dayandığı için devamlı değil, genellik­le böyledir.

397

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

panlarla ilgili menkıbeler de bu cümledendir. (Ben bunların da, bazısının vahye, bazısının da içtihada dayandığı kana­atindeyim. Nitekim bu kanunların açıklanması daha önce (Dehlevi'nin kitabında) geçmişti.) İşte bu, şerhedilmesi, mâ­nâlarının açıklanması kasdolunan kısımdır.

2- Risaleti Tebliğ Babından Olmayanlar:

İkincisi ise, risaleti tebliğ babından olmayanlardır. Hz. Peygamber'in: 'Ben ancak bir beşerim. Size dininizden bir şey emrettiğim zaman onu derhal alın, ama size kendi re'yimden bir şey emrettiğimde ise, ben ancak bir beşerim.' sözü ile; hurma aşılama kıssasında Hz. Peygamber'in 'Ben sadece zannımı dile getirdim, bu zannımdan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama size Allah'tan bir şey haber verir­sem, derhal onu alın, çünkü ben Allah'a yalan izafe etmem.' 54 buyurması böyledir. Tıp ile ilgili hadîsler de böyledir. Yi­ne Hz. Peygamber'in 'Size siyah ve alnında azıcık beyazı olan atları tavsiye ederim'55 sözünde olduğu gibi, dayanağı tecrübe olan hususlar da böyledir.

**" Daha önce geçtiği gibi her iki hadîsi de Müslim rivayet etmiştir. -"" Ahmed, Müsned, V. 3O0'de Ebu Katade'den rivayet etmiştir. Tirrai-zi, Cilıadaa: 1696,1697'de rivayet etmiş ve "hasetı-garip-sahih" demiş­tir. İbn Mâce, nu: 2789'da rivayet etmiştir ki, hepsinin lafzı: "Atların en hayırlısı, siyah ve alnında azıcık beyazı olan, burun ve dudakları d.i be­yaz olanlarıdır..." şeklindedir. Hadîste geçen edhem: çok siyah olan at "akrah": sakar kadar olmaksızın, atın alnındaki hafif beyazlık, ersem: bumu ve dudağı beyaz olan at demektir. Ahmed, (V. 345; Ebu Da ud, ho: 25434 {Cihad 44, III. 47]; Nesaî, Hnyl; Danmi, OWda "Size kırmı-zı-alnı sakar- ayaklan beyaz veya koyu kırmızı -alnı sakar- ayaklan be­yaz ya da siyah -alnı sakar- ayaklan beyaz olan atları tavsiye ederim" şeklindedir. Bu hadîsteki kümeyi: el-Feresu fi Lebbetihi Humratun= Gerdanlığında kırmızılık olan at (Levnuhu=Rengi kırmızı olan at, Bkz: Ebu Davud, III, 47,3. dipnot.), Eşarr: alnında beyazlık olan at, muhac-cel: ayaklannın hepsinde veya üçünde veya üçünde beyazlık olan al demektir. Bu Ebu Vehb el-Cuşemmi'den rivayet edilmiştir.

398

 

 SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

'^ Hz. Peygamber'in ibadet cihetiyle değil de, âdet üzere yaptıkları, kasten değil de, rastgele yaptıkları da böyledir?6

Kavminin zikrettiği gibi, Hz. Peygamber'in de zikretti­ği İmmü Zer' hadîsi ve Hurafe hadîsi gibi hadîslerdir ki, o da bir grup Zeyd b. Sabit'in yanına gelip;

-'Bize Resûlullah'ın (s.a.v.) hadîslerinden haber ver!' dediklerinde onun söylediği şu sözlerdir:

-'Ben O'nun komşusuydum. Vahiy geldiği zaman bana haber gönderir ve ben de gider onu yazardım. Sair zaman­larda biz dünyadan söz ettiğimizde, bizimle beraber O da söz ederdi. Biz ahireti andığımız zaman, bizimle beraber O da anardı. Biz yemekten bahsedersek, bizimle beraber O da bahsederdi. Bütün bunların hepsini size haber mi vere­yim?'^

Aynı şekilde o gün için cüz'î bir maslahatın kastedildiği ve bütün ümmet için gerekli olmayan hususlar da böyledir. Mesela halifenin seferberlik ilan etmesi, parolayı belirlemesi 58 gibi. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), "Bizim (hacdaki) remel ile ne ilgimiz kaldı ki?! O zamanlar Allah'ın helak ettiği o (müşrik) kavme gösteriş yapıyorduk!" 59 dedikten sonra bunun bir

**" Mesela, Tirmizi'nin nu: 2049'da İbn Abbas'tan rivayet ettiği ve "hasen-garip" dediği "Kullandığınız sürmelerin en hayırlısı, ismid= antimuvandır. Çünkü o, görmeyi güçlendirir" ve mı; 6757'deki "is-mid ile sürmelenin, zira o görmeyi güçlendirir" hadîsleri gibi, "" Yani bütün bunlardan söz etmeye gücüm yetmez. Buradaki ifade, "efe küllü haza=bütıin bunları da mı..." şeklinde istifham-ı inkardır. Hadîsi Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, IX, 17'de zikretmiş, şöyle demiştir. -*"" Birlikte savaşanlarla, muhalif olanlann birbirini tanımaları için, belirlenmiş bir alamet.

**" Yani, "Biz müşrikleri görüyorduk ve onlann iddia ettikleri gibi, bizi Medine sıtmasının zayıf düşürmediğini, onlara güçlü olduğumu­zu gösterebilmek için böyle yapıyorduk." Remel: Küçük küçük adım­larla hızlı hızlı yürümek demektir.

399

 

SÜNNETİ ANLAMADA-YÖMTEM

başka sebebi olmasından korkmuş...(ve remeli terk etmemiş­tir.) Şu halde hükümlerden birçoğu işte buna (cüz'î maslaha­ta) hamledilmiştir. Hz. Peygamberin "Kim bir düşman aske­rini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur"60 buyruğunda olduğu gibi.

Özel hüküm ve yargılar da böyledir. Zira o konuda ba­zı delillere ve yeminlere tâbi olunur. Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye söylediği, "Şahid olan, orada bulunmayanın göreme­yeceği şeyi görür"61 hadîsinde olduğu gibi."62

Muhammed Resi d Rıza'nın İttiba Meselesini İncelemesi 

Hz. Peygamber'e ittiba konusunu ve bu husustaki yanlış an­layışları incelerken Müceddid-AIIâme Muhammed Reşid Rı­za da, bu meseleyi ele almıştır. O buna Yüce Allah'ın "Ve O'na uyun ki, hidayete erişebilesiniz" (A'raf- 158) ayetinin tefsirinde değinmiş ve şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bura­daki 'O'na uyun' sözü, bir önceki ayette bulunan 'Onunla birlikte inen Nur'a uyun' sözünden daha genel bir ifadedir. Zira bu, özellikle Kur'an'a ittiba iken; diğeri, Hz. Peygam­ber'e kendi içtihadıyla teşri kıldığı hükümlerde de ittibayı içermektedir. Çünkü malûm görüşe göre, Yüce Allah O'na, bu yetki ve izni verdiği gibi; gerek içtihadıyla, gerekse

 

™*  Daha Önce geçtiği gibi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir. (Bkz: 55. dipnot)

"" Ahmed, Hz. Ali Müsned'inde rivayet etmiştir, nu: 628. İsnâdında-ki inkıtadan dolayı Şeyh Şakır onun zayıf olduğunu söylemiştir. Onu Ebu Nuaym, Hılye'de, Buhâri Tarih'de, Ibn Mende Marifetli's-Sahâbe"de muttasıl, iyi bir isnâd ile rivayet etmişlerdir. Yine onun Kudai'nin Şİ-hab'da rivayet ettiği Enes'ten bir şahidi vardır. Bunun içindir ki, Elbâ-nî onu Sahihu'l-Camii's-Sağır'de 1904 numarayla zikretmiştir. &2" DehJevi, Hüccetullahi'l-Baliğa, 1.128,129.

400

 

Kur'an'dan hüküm çıkararak, hükümler vaz ettiğinde ken­disine ittiba edilmesi hususiyetini vermiştir. Kur'an'da belir­tilen iki kızkardeşi bir arada nikâh altına alma ile (Nisa- 23); bir hanımın, halası veya teyzesi ile bir arada nikâh altına alınmasının Hz. Peygamber tarafından haram kılınmasında olduğu gibi.

Hz. Peygamberin âdet kabilinden olan söz ve davranış­ları ise, söz konusu ittiba alanına girmez- "Zeytin yağı yiyin, onunla yağlanın, çünkü o hoş ve mübarektir" hadîsi gibi ki bunu Ahmed ve Ibn Mâce Ebu Hureyre'den rivayet etmiş, ayrıca rivayet eden Hakim de onu sahih görmüştür. Onu bu ikisinden başkaları da, başka lafızlarla rivayet etmişlerse de, isnâdları zayıftır.63 Yine "Taze hurmayı kuru hurma ile yi­yin..." şeklindeki Nesaî, İbn Mâce ve Hakim'in Hz. Aişe'den rivayet edip sahih gördükleri64 hadîs de bu kabildendir. İşte

™" İbn Mâce, nu: 3320 Zivaid'de şöyle d emin1 ektedir: İsnadında Ab­dullah b. Said el-Muğiri vardır ki metruktür. Hakim onun sahih oldu­ğunu söylemişse de, Zehebi Abdullah'm zayıf bir râviolduğunu söyle­yerek bunu reddetmiştir. Aynı şekilde Iraki de, onun f-eydu'l-Kadir (V.43)'de zayıf olduğunu belirtmiştir. Tirmizi hem Hz, Ömer'den, hem de Ahmed ve Hakim ile birlikte Ebu Said'den şu hadîsi rivayet etmiştir. "Zeytin yağı yiyin, onunla yaşlanın, çünkü o mübarek bir ağaçtandır." Hatim buna sahih demiş, Zehebi de onu onaylamıştır. Ibn Abdilberr ise "İki tarikten gelen senedinde de ısdırap vardır" de­miştir. (Bkz: Fethu'l-Kadir, V. 43) Elbâni ise onu Sahihti'l-Camii's-Sağir, nu: 4374'de zikretmiştir. Onu Nesaî, İbn Mâce ve Hakim Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Ama bildiğim kadarıyla onlardan hiçbiri onu sa­hih görmemiştir. Münavİ, Feydu'l-Kadifde onun bütün tariltleriyle Ebu Zekeriyya'ya dayandığını, İbn Hıbban'ın "onunla ihticac edil­mez" dediğini, onnu bu hadîsi riv&yet ettiğini, ama bunun aslı olma­dığını söylemiştir. Ukayli de, "Onu destekleyecek mütabı haber yok­tur, bu ancak onnu vasıtasıyla bilinmektedir" demiştir. Mizan'da ise (Zehebi) "Bu münker bir hadîstir. Onu Hakim rivayet etmiş, tashihte gevşekliğine rağmen, bunu sahih görmemiştir. Bundan dolayıdır ki,

401

 

SÜNNETİ AKLAMADA YÖNTEM

bunlar, Allah'a yaklaştırma ve teşriyi gerektirecek hukukun olmadığı, normal adetlerle ilgili işlerdendir.

Ama, Ahmet ve Hakim'in Ebu Said ve Katade b. Nu'man'dan rivayet ettikleri, senedi sahih olan "Kurban etle­rini yiyin ve biriktirin"65 hadîsinde ise durum bunun tersine­dir. Hz. Peygamber'in kurban kesenlere yönelik bu emri, nedb içindir. Onları biriktirmek de caizdir. Şayet bu emir ol­masaydı, bayram ile alâkasından ve bayram günlerinde Yü­ce Allah'ın Mü'minler için bir ziyafeti oluşundan dolayı onun haram veya mekruh olduğu zannedilebilirdi.

Teşri'; ya, vacip veya mendup olarak kendisiyle Yüce Allah'a yaklaşmakla emroîunduğumuz bir ibadettir; ya da, insanlara hiçbir yardımı dokunmayacağı halde, Allah'tan başkasına tapınmak, Allah'tan başkası adına kesilen etler­den yemek, hayvanları keserken veya yemin ederken nasıl Allah'ın adı anılarak yüceltiliyorsa, Allah'tan başkasını da öylece yüceltmek gibi dine, akla, bedene, mala, ırza veya ka­mu yararına zararından sakınmak üzere nehyolunmuş bir mefsedeftir.

Yahut teşri'; miraslar, nafakalar, eşlerin maruf bir şekil­de geçimleri gibi ehline tevdi etmekle emrolunduğumuz ve­ya akitleri yerine getirme gibi muamelelerin muhafazası için

 

İbnu'l-Cevzi onu Mevzutıt'ma almıştır. (Bkz: Feydi'l-Kadir, V. 44) Elbâ-ni de onu mevzu olarak Daifıt'l-Camii's-Sağir, nu: 4204'de zikretmiştir. Reşid Rıza bu hataya, Suyutî'nin el-Camii's-Sağir'dçki rumuzlara faz­laca güvenmesinden dolayı düşmüştür. Oysa orada neler var, neler...! "* Müellif rakam eklediği halde dipnot belirtmemiştir. " Reşid Rıza, hadîslerin tahricinde Suyııtî'ye itimad etmiştir, oysa onda belli kusurlar vardır. Halbuki onu, Müslim, Ebu Said, Cabîr ve Aişe'den; Buhârî ise Seleme b, el-Ekva'dart rivayet etmiştir. (Elbânî, Sahihu 'I-Cam îfs-Sağîr)

402

 

sCknetİ anlamada yöntem

bağlanmakla emrolunduğumuz maddî veya manevî haklar­dır. Oysa, müstehap ve tenzihen mekruh olan hükümleri, teşri' kapsamına sokmakla, az sonra anlaşılacağı üzere âdet­lerle ilgili işler de O'nun hükümlerini genişletecektir.

Âdetler, zanaatlar, ziraat, tecrübe ve araştırmaya daya­lı bilimler ile teknik dallar gibi, Yüce Allah'ın veya insanla­rın hukuku ile ilgisi olmayan, herhangi bir maslahatı celbet-meyen, herhangi bir mefsedeti defetmeyen şeyler ise, yapıl­ması gereken emir, sakınılması gereken nehiyler şeklindeki teşri' cümlesinden değildir. Bu hususlarda gelen emir ve ne-hiyleri âlimler teşriî olarak değil, irşad diye isimlendirmiş­lerdir. Ancak, ipek giymede olduğu gibi, hakkında nehy ve vaid terettüp etmiş olan şeyler müstesnadır.

Nitekim sahabeden bazıları Resûlullah'ın (s.a.v.) hurma aşılama gibi, tecrübeye dayalı bazı dünyevî işlere karşı çık­masını teşriî zannettiler ve bundan el çektiler. Ancak meyve­ler zayıf ve kuru çıkınca, derhal O'na baş vurdular- O da on­lara, bunu teşriî kabilinden değil, zan ve re'y kabilinden söy­lediğini haber vererek, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilir­siniz" buyurdu. Bilindiği gibi bu. hadîs, Müslim'in Sahih'in-de rivayet edilmektedir. Bunun hikmeti ise; bu gibi dünyevî işlerle, ziraat ve zanaat gibi maişet işlerinin, hususî teşriî ile alâkalarının bulunmadığını, bilakis onların insanların bilgi ve tecrübelerine bırakıldığını insanlara tembih etmektedir.

Yine sahabe, Hz. Peygamber'in kişisel görüşü ve dün­yevî bir içtihadı mı; yoksa Yüce Allah'tan gelen bir emir mi - ki şayet böyle değilse, teşri' olmayacak- kendilerine karışık gelen konularda O'na müracaat ediyorlardı. Hubab b. el-Münzir'in Bedir günü Hz. Peygamber'in seçmiş olduğu ko­naklama yeri hakkında: "Burası seni Allah'ın konaklattığı,

403

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

dolayısıyla bizim ileri veya geri gidemeyeceğimiz bir yer mi, yoksa bu bir re'y, harp ve taktik mi?" diye sormasında oldu­ğu gibi. Nitekim Hz. Peygamber, bunun vahiy değil de re'y olduğu, bunun sebebinin maslahat ve harp stratejisi olduğu şeklinde cevap vermesi üzerine, Hubab başka bir yer göster­miş, O da (s.a.v.) bunu muvafık görmüştür.

Bu gibi bazı konular sahabeden bazılarına bile karışık gelebilmişse, bunların başkalarına daha çok karışık gelmesi gayet tabiîdir. Karıştırdıkları şeyleri onlara Hz. Peygamber açıklıyordu, peki daha sonraki insanlara bunları kim açıkla­yacak?

Eğer insanlar Hz. Peygamberden sonraki bir içtihadı, uyulması gereken bir din edinmeselerdi, iş kolay olacaktı. Ama onun din addedilmesi, zorlukları artırdı ve Müslüman­lar Hz. Peygambere ittibanın zayıfladığı zamanlarda büyük güçlüklere düştüler. Neticede, devralınan miras onlara ağır geldi. Ve kendilerine ağır gelen şeyleri terk etmeye başladılar. Bu sebeple onlar, kat'î olarak meşru kılınan ve herhangi bir güçlük ve zorluk olmayan hususları dahi terk etme cüretini gösterdiler- Hatta daha sonra bu, bazılarının dini tamamen terk edip, başkalarını da buna davet etmelerine kadar götür­dü! Fâkihlerin ictihadlarına sımsıkı sarılıp, ümmete dini bu şekilde yaşamalarını ilzam eden fıkıh mukallitlerinden do­nuk <kafalı)lar, bu kötü akıbeti anlamadıkları gibi, ıslahatçılar kendilerine anlattıklarında da buna aldırış etmediler!

Reşid Rıza, onlardan bazılarının beyaz saçları siyaha boyama konusundaki aşırılıklarını misal verdi. Halbuki bu, mubah olan zinet ile ilgili normal işlerdendir. Çünkü bunda herhangi bir taabbud olmadığı gibi, Allah'ın veya insanların hukuku da söz konusu değildir. Ancak, yapılması veya terk

404

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

edilmesi halinde sadece kafirlere has olan bir moda vb. du­rumlara düşebilecekse, Müslümanlardan bazıları bunu onla­ra benzemek için yapacaksa veya yaptıklarında onlardan sa­yılacak şekilde onlara benzeyeceklerse, tabii ki burada sos­yoloji kanunlarını araştıranlar nezdinde bilinen manevî ve siyasî zararlar mevcuttur ki buna göre, herhangi bir kavme benzeyen kimse, o kavmi nefsinde yüceltirken, kendi kavmi­ne ve millerine olan bağı zayıflar. Beyaz saçları boyama ko­nusunda, bir kısmı taabbudî olarak değil de, âdet olarak -si­yah ile de olsa- bunun müstehap olduğuna delâlet eden çe­şitli haberler ve eserler gelmiştir. Âlimlerden bazıları, bu ha­berlerden, onun şeran müstehap olduğunu anlarken; diğer bazıları da mekruh olduğunu anlamışlardır. Hatta onlardan daha da aşırı gidenler bunun haram olduğunu söylemişler­dir. Dolayısıyla onları taklit edenler, bunu yapana karşı çıka­rak onu Yüce Allah'a isyankâr saymışlardır. Tabii ki bunu yaparken onlar, selefin bu meseledeki yoluna da, ihtilaf bu­lunan ictihadî meselelerde kimseye karşı çıkılmaması şeklin­deki genel kaideye de muhalefet etmişlerdir.

Şeyh Reşid Rıza saçları boyama meselesinde ve bunun­la ilgili meselelerde sözü bir hayli uzatmış ve şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in, bazı ibadetler esnasında yapmış olduğu Arafat'ta ve Müzdelife'deki konumunda olduğu gibi, bazı amellerde bile teşriî kastetmeyişi hususuna ümmetinin dik­katini çektiği de doğrudur. O bu uyarıyı, ümmetinin bunla­ra din adına sarılmamaları ve Allah izin vermediği halde, din adına hükümler vaz etmemeleri için yapmıştır.

Şu kadar var ki, her kim, Hz. Peygambere olan muhab­betinden dolayı, O'nun şerefli hayatını hatırlayarak, ama bu­nun dinden olduğuna inanmaksızın ve insanları böyle bir

405

 

SÜNNET! ANLAMADA YÖNTEM

vehme de düşürmeksizin, şer'an maruz kalınması rnübah ol­mayan bir zarar yüklenmeksizin ve yine şer'an mezmum. sa­yılan şöhret sebebi olmaksızın bazı âdetlerine uymaya gay­ret etse; bu ittibaı onun imanındaki kemalini artıracak takdi­re şâyân bir tavır olup, bu araştırması sebebiyle o, Hz. Fey-gamber'i daha çok hatırlayacak, O'na olan sevgisini daha da güçlendirecektir.

Nitekim sahabeden Ibn Ömer (r.a.), Hz. Peygamber'in amellerine, âdetlerine, O'nun seferdeki hal ve hareketlerine, özellikle de Veda Haccı yolculuğun d a ki hareketlerine aynen uyması ve bütün bu hususlarda O'na ittiba arayışı içerisinde olmasıyla tek kalmıştır. Diğer sahabiler ise, insanların bunu teşriî sanmamaları için böyle yapmamışlardır. Çünkü bu, din adına cinayet olurdu. Zira dine bir şeyi ilâve etme, din­den bir şeyi çıkarma gibidir ki bu da, Yüce Allah'ın "Bugün size dininizi kemale erdirdim" ayetini yalanlamak anlamına gelecektir.61'

Şeyh Şeltut'un, Sünneti 'Teşriî ve Teşriî Olmayan' Şeklinde Taksimi

Asrımızda bu hususun beyanı ile ilgilenen ve -konu­nun başında da söylediğimiz gibi- şu an kullanılan başlığı veren Şeyh Muhammed Şeltut'tur. O, Dehlevî, Reşid Rıza, Karafi ve başkalarının yazdıklarından yararlanmış ve onu güzel bir şekiide taksim etmiştir ki, burada onu naklediyo­ruz. O şöyle demektedir:

"Hz. Peygamber'den vârid olan ve O'nun söz, fiil ve takrirlerinden hadîs kitaplarında tedvin edilen her şeyin şu kısımlara ayrıldığını göz önünde bulundurmalıyız.

^ Reşid Rıza, Tefsiru'l-Mernar, IX. 317, ayet: 5, Maide: 3.

406

 

SÜNNETİ AM.AMADA YÖNTEM

1-  Yeme-içme, uyuma, yürüme, dolaşma, Örfî yollarla iki kişi arasını bulma, aracılık ve alış-verişte pazarlık gibi, beşerî ihtiyaçlar yoluyla yapılanlar,

2- Tecrübe, kişisel veya toplumsal alışkanlıklar yoluyla yapılanlar, ziraat işleri, tıp ve elbisenin uzun veya kısa olma­sı hakkında vârid olan şeylerde olduğu gibi.

3- Özel şartlardan hareketle alınan insanî tedbirler yo­luyla yapılanlar, savaş alanlarına orduların dağıtılması, bu yerlerde safların, gizlenme, hücum etme ve kaçma yerlerinin tanzim edilmesi, konaklanacak yerlerin seçilmesi vb. şartlar ve Özel eğitime dayanan uygulamalar.

Bu üç hususta nakledilenlerden hiçbiri, yapılması veya terk edilmesi istenen şer'î bir durum değildir.67 Bunlar an­cak, Resûlullah'ın (s.a.v.) teşriî cihetine girmediği, teşriî kay­nağı da olmayan beşerî işlerdendir.

Umumî ve Hususî Teşriî İtibariyle Sünnet

4- Teşriî yoluyla vârid olanlar ki, bunlar da çeşitli kısım­lara ayrılmaktadır:

a) Resûlullah'tan {s.a.v.) tebliğ yönüyle ve Resul sıfatıy­la sâdır olanlar. Kitabın mücmelini beyan etmesi, umumu­nu tahsis etmesi, mutlakmı takyid etmesi veya ibadetlerden, helâl ve haramdan, akaid ve ahlâktan veya zikredilen şey­lerle ilgili bazı şeyleri beyan etmesi gibi. Bu çeşit beyanlar, kıyamete kadar genel teşriî ifade ederler. Şayet bunlardan nehyedilmişse, ondan her insan nefsini sakındırır, bu hususta onu bilme ve onu yerine getirmekten başka bir şey ya­pamaz.

Şeyh Şeltut'un bu husustaki sözü üzerine değerlendirmemi!z az sonra gelecektir.

407

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

b) Resûlullah'tan (s.a.v.) yöneticilik ve Müslüman ce­maatin genel başkanlığı vasfıyla sâdır olanlar; savaş için or­duları göndermesi, Beytü'l-Mâl'ın mallarını uygun görülen yerlere sarfetmesi, alınması gereken yerlerden toplaması, hakim ve valileri ataması, ganimetleri taksim etmesi, antlaş­malar yapması vb. yöneticilik ve genel kamu yararını temin etme ile ilgili işler.

Bunlar, genel teşriî hükmünde olmadığı gibi, yönetici­nin izni olmaksızın onları yapmak da caiz değildir. Hz. Pey­gamber bunu yaptı veya iptal etti diye hiç kimsenin kendili­ğinden böyle bir şey yapma hakkı yoktur.

c) Hz. Peygamber'den hakimlik vasfıyla sâdır olanlar. Çünkü, Rabbinden hükümleri tebliğ eden bir Resul, Müslü­manların işlerini tanzim eden, siyasetiyle onları idare eden bir genel başkan olduğu gibi, O (s.a.v.) aynı zamanda delil­ler, yeminler ve çeşitli cezalarla davalara bakan bir hakimdi.

Bunlar da, bir öncekinde olduğu gibi, genel teşriî hük­münde değildir. Öyle ki, herhangi bir insanın, Hz. Peygam-ber'in aralarında hükmettiği kimselere verdiği böylesi bir hükmüne, o husustaki belli bir uygulamasına binâen aynen hüküm vermesi caiz değildir. Bilakis mükellef, o konuda, hakimin kendisi hakkında vereceği hükümle yükümlüdür. Resûlullah'ın (s.a.v.) bu cihetten hakimlik vasfıyla yapmış olduğu bir tasarruf mükellefi benzer bir hükümle ilzam et­mez. Kimin bir başkasında hakkı var da, o bunu inkar edi­yorsa; onun da bu hususta delili varsa, o kimsenin bu hakkı­nı hakimin hükmü dışında alabilme hakkı yoktur. Çünkü Resul (s.a.v.) döneminde karşılıklı ihkar durumunda hakla­rın alınması da, ancak böyle gerçekleşmekteydi.

408

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hz. Peygamber'in tasarruflarının hangi cihetten sâdır olduğunun bilinmesi, cidden çok faydalıdır. Çoğu zaman, O'ndan nakledilenlerde bu, açığa çıkmamakta, O'nun fiil, söz ve takrirlerine sadece O'nun Resul olması cihetiyle bakıl­maktadır. İşte burada biz, O'ndan (s.a.v.) teşriî veya din, sünnet veya mendup şeklinde nakledilenlerden çoğunun, gerçekte asıl olarak teşriî cihetiyle sâdır olmadığını bulmak­tayız. Nitekim, O'ndan beşer vasfıyla sâdır olan veya âdet veya tecrübeye dayalı davranışlarında bu durum daha çok görülmektedir.   -

Yine O'nun yönetici veya hakim vasfıyla sâdır olan tasar­rufları da genel teşriî olarak alınabilmektedir ki, bundan do­layı hükümler ve meselelere yaklaşımlar karışabilmektedir.

Bazen nakledilen haberlerde, bu cihet bütün açıklığıyla belli olabilmekte ve her fiil, sâdır olduğu cihete bağlanabil­mektedir. Bazen de, o fiilin O'ndan hangi vasıfla sâdır oldu­ğu, araştıranlara karışık gelebilmekte, bu durumda, teşriîn sâdır olduğu ciheti hususundaki ihtilafa bağlı olarak, söz ko­nusu teşriî niteliği hakkında da âlimler arasında ihtilaf çıka­bilmektedir. Bu nevi tasarrufların anlaşılması için bazı mi­saller verelim:

1- Hz. Peygamber'in "Kim ölü bir toprağı işleyerek ih­ya ederse, o toprak onundur" buyurduğu sahihtir. Ama âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu, genel bir hü­küm olması için, O'ndan, tebliğ ve fetva yoluyla mı sâdır ol­muştur? Ki bu d urumd» yönetici izin versin veya vermesin, bir araziyi işleyen, oraya sahip olur ve kimsenin artık orada hakkı olamaz. Yoksa/O'ndan yöneticiliği ve başkanlığı itiba­riyle mi sâdır olmuştur? Bu durumda da, genel bir hüküm olmaz ve yöneticinin izni olmaksızın, söz konusu arazinin

409

 

SÜNNETİ ANLAMACA YÖNTEM

işletilmesi kimseye caiz olmaz. Nitekim, fâkihlerin çoğu, bi­rinci görüşü, Ebu Hanife ise ikinci görüşü benimsemiştir.68

2- Hind bt. Utbe'nin, Hz. Peygamberce:

-"Ebu Süfyan cimri birisidir, ne bana, ne de çocuğuma yetecek bir şeyler veriyor" demesi üzerine, O'nun (s.a.v.),

-" Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!"09 buyurduğu sahihtir.

Âlimler bu meselede de ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu, fetva ve tebliğ yoluyla mı söylenmiştir? Dolayısıyla her hak­kı vb. kazanan birinin, bunu hasmının bilgisi olmadan alma­sı caiz midir? Yoksa bu hüküm verme ile mi ilgilidir? Dola­yısıyla, bir kimse, borçludan alacağını almakta zorlandığın­da, hakkının bedelini ancak hakimin hükmüyle mi alabilir? Bu mesele, fukaha nezdinde mes'eletü'z-zafer "> diye bilin­mektedir ve bu konuda onların birçok görüşleri ve tercihleri vardır.71

3-  Hz. Peygamber'in "Kim bir düşman askerini öldü­rürse, üzerindeki eşyalar onun olur" buyurduğu da sahihtir.

6**~ Bu mesele, Hanefi kitaplarında Ihyau'l-Meyat=öliı arazilerin işle­tilmesi ile ilgili kısımlarda zikredilmiştir. Bu konuda Zeyiai'nin şerh ve değerlendirmelerine bakınız: (Naabu'r-Raye, (V. 228-293) 6**" Buhârî bu hadîsi Sahih'ilân muhtelif yerlerinde Hz. Aise'den riva­yet etmiş, ayn: şekilde onu Müslim de rivayet etmiştir ki, daha önce zikredildi.

™" Bunun anlamı şudur: bir insanın başkasında hakkı olursa, onu da aynen veya onun malından buna eşit miktarda almaya kadir ise, onun bu hakkın: bu şekilde alması caiz midir? Değil midir? Bu hususta fa-kihler ihtilaf etmişler, bir kısmı, fitne vfe rezalete meydan vermemek şartıyla, alman ister aynı malın cinsinden olsun, ister olmasın, o bunu isler bilsin, ister bilmesin bu hususu, caiz görmüşierdfr. Bir kısmı da bunu men eimişlerdir. Diğer bir kısmı ise, daha detaya girmiştir. ™'~ Bu meseleyi, İbnu'l-Kayyim, İğuselu'I-Leheııan adlı eserinde, San'ani ise Siibülü's-Selttm Babu'l-Ariye'de geniş olarak incelemişlerdir.

410

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hadîsteki selb, öldürülen düşmanın üzerindeki elbiseler ve eşyalar demektir. Alimler aynı şekilde bu hadîs hakkında da ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazıları Hz. Peygamber'in bu tasarrufunun yöneticilik vasfıyla sâdır olduğunu, dolayısıy­la ancak yönetici savaş meydanında söylerse, Ölünün üzerin­dekilere hak kazanabileceği kanaatini dile getirirken; bir kıs­mı da bunu tebliğ olarak görmekte ve yönetici ilan etsin ve­ya etmesin, düşman askerlerini öldüren her kişinin, onun üzerindekilere hak kazanacağı kanaatini savunmaktadırlar.

KemaKudin İbn Humam) diyor ki: "Hz. Peygamber'in bunu söylediğinden hiç şüphe yoktur. Tartışma ise acaba bu hal, her hal ve zamanda genel olarak vaz edilmiş şer'î bir hü­küm mü, yoksa belli hadiselere has olarak sırf teşvik için söy­lediği bir söz müdür? Şafiî nezdinde bu, şer'î bir belirlemedir, çünkü O'nun sözünde asıl olan budur ve O (s.a.v.) bunun için gönderilmiştir,..Mesele Fethu'i-Kadir adlı kitabın dördüncü cildinin renfil bölümünde bu şekilde devam etmektedir.

Nitekim bu meseleyi, genel bir şekilde İmam Karafi, el-Furûk adlı kitabında (I. 205-209), İmam İbnu'l-Kayyün el-Cevziyye Zadu'l-Mead adlı kitabında Huneyn Gazvesi'nden bahsederken (İli. 489) ele almışlardır. Aynı şekilde, fâkihler-den birçoğu, Resûl'den (s.a.v.) sâdır olan tasarrufların hangi cihetten geldiği hususundaki ihtilafa binâen imamlar arasın­da tartışmalı olan cüz'î meselelerden söz ederken bu mesele­ye de değinmişlerdir.

İşte burada görüyoruz ki, fâkihlerin hepsi, Hz. Peygam­ber'in tasarruflarının kaynağının iki ciheti olduğunu bir prensip olarak onaylamada icma halindedirler ve bu onlar tarafından ikrar edilmiştir. n

' Şeltut Mahmud,'e/-Js/flm, Akide ve-Şeriai, s. 427-431

411

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Burada Şeltut hocamızın bazı sozleri hakkında, özellikle de sünneti teşriî olarak görmediği birinci kısımla ilgili bazı değerlendirmeler yapmadan geçemeyeceğim. Ben derim ki:

Yeme-içme, uyuma, yürüme, oturma, dolaşma vb. ilgili her şey beşerî ihtiyaçtan kaynaklanan davranışlar değildir. Bilakis burada Resûlullah'ın (s.a.v.) fiiliyle sabit olan davra­nışlarla, sözüyle sabit olandan birbirinden ayırmamız gerek­mektedir. Çünkü daha önce de zikrettiğimiz gibi fiil, o işin meşru oluşundan başka bir şeye delâlet etmez. El ile yeme meselesinde vb. olduğu gibi o, vacip veya müstehap olduğu­na delâlet etmez. Fakat her kim bunları Resûlullah'a (s.a.v.) benzeyerek ve O'ndan sâdır olan her şeyi severek yaparsa, daha önce belirttiğimiz gibi, o güzel bir iş yapmıştır ve niye­ti sebebiyle ecir alacaktır. Aynı şekilde Reşid Rıza da bahsin­de buna ve zikrettiği hususlar çerçevesinde bunun kişinin nefsindeki güzel tesirine işaret etmiştir. İbn Ömer'in davra­nış tarzlarında olduğu gibi.

Bu husustaki sözlere gelince, Menar sahibinin dediği ve usûl âlimlerinin de dikkat çektiği gibi, bu bazen irşada, ba­zen de emirde müstehaphğa delâlet edebilir. Yine o, emirde kesinlik, nehiyde de vaid gibi karinelere bağlı olarak, emir­de vücubiyete, nehiyde ise haramlığa delâlet edebilir. Sol el ile yeme, ipek giyme, altın, gümüş kaplardan yeme vb. de­lillerin haram olduğuna delâlet ettiği meselelerde olduğu gibi.

Benzer şeyler, tecrübe ve alışkanlıklar yoluyla öğrenilen hususlar için de söylenebilir. Tıp ile ilgili hususlarda, elbise­nin uzunluk veya kısalığa hakkında vârid olan hususlarda olduğu gibi. Tıp konusunda vârid olan haberlerin bazısı, bil­fiil tecrübeye dayalı olduğuna hamledilir. Bu sebepledir ki, o

412

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

herkes için ve her halükârda uygulanması gereken genel bir hüküm konumunda değildir. Nitekim muhakkik İbnu'l-Kayyim Zadu'l-Mead adlı eserinde buna işaret etmiştir ki, bu konuyla İlgili bahis gelecektir.

Onlardan bazıları da teşriî ve yönlendirme Özelliğine hamledilir. Mesela:

"Ey Allah'ın kulları, tedavi olun, çünkü Yüce Allah hiç­bir hastalık yaratmamıştır ki, ona şifa vermiş olmasın. Yalnız bir hastalık hariç, o da yaşlılık."73

" Tedavi olun, ama haram ile tedavi olmayın." 74 hadîs­lerinde olduğu gibi-

Elbise konusu da buna benzemektedir. Nitekim, erkek­lerin ipek elbise giymesini -aynı şekilde altın kullanmasını-yasaklayan haberler vârid olmuştur. Tıpkı, hakkında şiddet­li vaid gelen elbiseyi uzatma ve sürükleme hakkındaki ha­dîslerin tümünde olduğu gibi, bazısı kibirlilik kastına bağlı -ki bu da çoktur-, bazısı ise mutlaktır. Dolayısıyla burada mutlak olan, mukayyed olana hamledilir. Şu kadar var ki, her kim Hz. Peygamberce uyarak elbisesini kısaltmış olsa, dediğimiz gibi o bundan dolayı ecir alır.

Yeme-içmede olduğu gibi, elbise konusunda da, İslâm'ın dinî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî ve ihmal etmememiz gereken si­yaset ile ilgili belli hedefleri olan, ayırt edici edepleri vardır. Belki de biz bir başka münasebetle buna değineceğiz.

''" Alımed ve Sünen sahipleri rivayet etmiştir, ibn Hıbban ve Hakim İsame'den rivayet etmişlerdir. Bkz: Elbânî, Sahihu't-Camii's-Sağir, nu: 7934. Daha önce de geçti.

'*' Ebu Davud'un Süneıı'inde rivayet ettiği hadisten bir parça olup, Babu't-Tıp'la Ebu'd-Derda'dan rivayet edilmiştir.

413

 

SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM

Tahİr b. Aşur"un Tahkiki

Asrımızda bu husus ile ilgilenen, onu açıklayan, detaylı bir şekilde inceleyen ve misallendiren âlimlerden birisi de, Tu­nus âlimlerinin şeyhi, Allâme Muhammed Tahir b. Aşur'-dur. O, Mekâsıdu'ş-Şeriati'I-klâmiyye adlı kitabında, özet ola­rak Karaffnin el-Furûk'taki sözlerini naklettikten sonra, ar­dından şu değerlendirmeyi yapıyor:

"Resûlullah'ın (s.a.v.), bazı sıfat ve halleri vardır ki, kendisinden sâdır olan söz ve fiiller onlara dayanmaktadır. Öyleyse bizim burada hâlâ halkı sıkıntıya sokan ve onları üzen çeşitli problemleri aydınlatacak bir ışık yakmamız ge­rekmektedir. Nitekim, sahabe Resûlullah'ın (s.a.v.) emirle­rinden teşrîî makamında söyledikleri ile, teşriî makamında olmayanlarını ayırt ediyorlar, herhangi bir güçlükle karşılaş­tıklarında da O'na soruyorlardı.

Mesela sahih hadîste anlatıldığına göre, sahibi azad etti­ğinde Berîre, Muğis adlı bir kölenin karısıydı. Hürriyete ka­vuşunca, yetkisini kullanarak kocasından ayrıldı Oysa Mu­ğis onu çok seviyor, o ise Muğis'ten hoşlanmıyordu. Netice­de Muğis Resûlullah (s.a.v.) ile görüştü, O da bu konuda Be­rîre ile konuştu ve ona kocasına dönmesini söyledi, Berîre;

-"Bu bana emir mi, ey Allah'ın Resulü?" diye sorunca, O (s.a.v.):

-"Hayır, fakat aracılık ediyorum" buyurdu. Bunu du­yan Berîre, kocasına dönmeyi kabul etmedi, ama, onu Resû­lullah da (s.a.v.), Müslümanlar da kınamadılar...

Buhârî'nin Sahih'inde Cabir b. Abdullah'dan şu hadîs rivayet edilmektedir: Cabir'in babası Abdullah b. Amr b. Hi­zam borçlu olarak vefat etmişti. Cabir, babasının alacaklıla­rının bu borçlardan vazgeçmeleri hususunu görüşmesi için

414

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Resûlullah'a (s.a.v.) başvurdu. Resûlullah da {s.a.v.) onlar­dan bunu istedi, fakat onlar alacaklarından vazgeçmeyi ka­bul etmediler. Cabir, "Resûlullah (s.a.v.) bu hususu konu­şunca, onlar adeta bana kin tuttular." demektedir. Fakat Müslümanlar, bundan dolayı onları kınamamıştır. Buna benzer misaller gelecektir.

Şu kadar var ki, Fıkıh Usûlü âlimleri. Nebevi sünnet meseleleri içerisinde, Resûlullah'ın (s.a.v.), teşriî alanına gir­meyen cibillî fiillerini ele almışlardır. Onlar bunu işlerken, Resûlullah'ın (s.a.v.) yaratılışının, O'nun teşriî ve irşad ala­nına girmeyen çeşitli hallerinde rolü olduğu hususunu ih­mal etmemişlerdir. Fakat onlar, deve üzerinde haccetmesi gibi cibillî veya teşriî olması muhtemel olan fiillerde ise te­reddüt etmişlerdir. Bazı âlimler ise, Resûlullah'ın (s.a.v.) ba­zı tasarruflarının hangi sebeple sâdır olduğunu tespit et­meksizin, onları kıyas için birer asıl gibi görmekle hataya düşmüşlerdir.

Devamla Tahir b. Aşur şöyle demektedir: "Ben Resûlul­lah'ın (s.a.v,) söz ve fiillerinden oluşan tasarruflarının, on iki ayrı halde sâdır olduğunu tesbit ettim. Bunlardan bir kısmı, Karafî'nin açıklamasında geçmişse de, diğer bazılarını o zik-retmememiştir. Bu durumları şöyle sıralayabiliriz: Teşri, fet­va, hakimlik, yöneticilik, rehberlik, arabuluculuk, danışman­lık, nasihat, nefis terbiyesi, yüce gerçekleri öğretme, terbiye (te'dib) ve irşad ile alâkası olmayan durumlar.

Şeyh Tahir b. Aşur bu durumların hepsini açıklamış ve bazısını onayladığımız, bir kısmını ise uygun görmediğimiz bazı misaller zikretmiş, bir hayli uzun malûmat vermiştir ki, dileyen oraya baksın. Fakat neticede o da, bizim sünnetten bir kısmının genel ve devamlı bir teşriî olduğunu, bir kısmı­nın ise asla teşriî alanına girmediğini söyleyen zikrettiğimiz

415

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

âlimlerle birleşmektedir. Burada, onun saydığı bu durumlar­dan sonuncusunu yani irşad ile alâkası olmayan haller hak­kında söylediklerini nakletmekle yetineceğim:

İrşad ile alâkası olmayan tasarruflara gelince, bunlar; teşriî, dinî hususlar, nefis terbiyesi ve toplum düzeni ile ilgi­li durumlar değildir. Bunlar, cibillî ve maddî hayatın gerek­tirdiği bazı işlere dönük olup, bu hususta herhangi bir karı­şıklık söz konusu değildir. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.v.) ev iş­lerinde ve günlük hayatında çalıştığı diğer işlerde, ne teşri, ne de izinden gidilmesi talebi gibi bir hedefi vardı- Fıkıh Usûlünde kabul edildiği gibi, Hz. Peygamber'in cibillî fiille­rinin benzerinin ümmetten de yapılmasının istenmesi söz konusu değildir. Bilakis herkes kendi haline uygun yolu be­nimseyebilir. Bunlar, yemek, giyim, yatma, yürüme, binme vb. tarzı gibidir ki, bu davranışlar, ister yolculukta yolda yü­rümek veya Resûlullah (s.a.v.) yaşlanıp şişmanlayınca yaptı­ğını kabul eden - Ebu Hanife'ye göre- secdeye inerken elle­rini bacaklarından önce koymak gibi dinî işlere dahil olsun, netice aynıdır.

Aynı şekilde Resûlullah'ın (s.a.v.) Veda Haccı'nda Kinaneoğulları düzlüğü olan Muhassab veya Ebtah denilen yerde konaklamasıyla ilgili rivayet de böyledir. Hz. Pey­gamber orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldı, sonra biraz uyudu, ardından beraberindekilerle birlikte ve­da tavafı yapmak üzere Mekke'ye hareket etti. İbn Ömer hac esnasında burada konaklamayı terk etmiyor, bunu sün­net kabul ediyor, Resûlullah'ın (s.a.v.) yaptığını aynen yapı­yordu.

Oysa Buhârî'de rivayet edildiğine göre Hz. Aişe; "Muhassab'da konaklamak (uyulması gerekli) bir şey değildir.

416

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Orası sadece Resûlullah'ın (s.a.v.) Medine'ye yola çıkması için daha elverişli olması hasebiyle konakladığı bir yerdir." demektedir. Hz. Aişe bu sözüyle, orasının insanların toplan­dığı geniş bir yer olduğunu söylemek istiyor. Nitekim İbn Abbas ve Malik b. Enes de bu görüş benimsemişlerdir.

Yine sabah namazından sonra sağ yanı üzerine uzan­mak da böyledir.

Şu halde fâkihe düşen, bu durumları araştırmak ve Hz. Peygamber'in tasarruflarını çevreleyen işaretleri iyice belir­lemektir. Resûlullah'ın (s.a.v.) bir konuyu herkese bildirme­ye özen göstermesi, onu uygulamada ısrarlı olması, "Dikkat edin, mirasçıya vasiyet yoktur", "Velâ, ancak azad edene ait­tir" hadîslerinde olduğu gibi, bir hükmü bildirip onu küllî kaide şeklinde ortaya koyması, bu tasarrufların teşriî oldu­ğunu gösteren karinelerdir.

Resûlullah'ın (s.a.v.) vefat hastalıgındayken "Bana (kâğıt-kâlem vb.) getirin de size bir yazı yazayım ki, ondan son­ra sapıtmayasınız." hadîsinde olduğu gibi, bir işin uygula­masında ısrar etmemesi de, o tasarrufun teşriî olmadığını gösteren alametlerdendir,

İbn Abbas diyor ki: "Bu hususta ashab ihtilafa düştü. Bir kısmı 'Allah'ın kitabı bize yeter' derken; bazıları da O’na istediği şeyi takdim edin de, sizin için onu yazsın. Hz. Pey­gamber'in yanında çekişmek doğru olmaz' dediler. Onların bu anlaşmazlığını gören Hz. Peygamber 'Beni kendi hâlime bırakınız, içinde bulunduğum durum daha iyidir' buyurdu.

Bilinmelidir ki, zikrettiğimiz bu durumlardan, Resûlul-lah'a (s-a.v.) en fazla özgü olanı, teşriî durumudur. Çünkü Yüce Allah O'nun bu hallerini "Muhammed, sadece bir elçi­dir" ayetinde özetlemiştir. Bundan dolayıdır ki, ümmetin karşılaştıkları çeşitli durumlarla ilgili Resûlullah'tan (s.a.v.)

417

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sâdır olan söz ve fiillerine, aksini gösteren bir karine olma­dıkça, teşriî kaynaklı tasarruflar olarak itibar etmek gerekir. Nitekim âlimler Sa'd b. Ebi Vakkas'ın rivayet ettiği şu habe­ri kabul hususunda icma etmişlerdir: O, Hz. Peygamber'e malının ne kadarını vasiyet edebileceğini sorduğunda, Resû-lullah (s.a.v.); "Üçte birini, hatta üçte biri bile çoktur" buyur­muştu. Bu sebeple âlimler, varislerin onaylaması hariç, üçte birden fazla vasiyeti reddetmişlerdir. Hz. Peygamber'in "Se­nin mirasçıları nı, zengin olarak bırakman, insanlara el açan yoksullar olarak bırakmandan daha hayırlıdır" sözü, bu hükmün danışana fikir verme ve nasihat etme şeklindeki ta­sarruflarına hamledilmesine elverişli ise de, onlar buna ham-letmemişlerdir. Her ne kadar bu dialog, Resûlullah (s.a.v.) ile Sa'd arasında geçmişse de, Hz, Peygamber Özellikle Sa'd ve vârislerinin hallerine, onların aşırı yoksulluklarına baka­rak buna izin vermiştir. Oysa ne Resûlullah {s.a.v.) böyle yapmıştır, ne de Sa'd'ın böyle yaptığını rivayet etmişlerdir. Bu durumda bir fâkih, ilim ehlinden hiç kimse söylemediği halde, vârisleri zengin olan kimselerin, üçte birden fazlasını vasiyet etmesine izin verebilir. Yahut, o kişinin vârisi yoksa da fazlasına izin verebilir. Nitekim îbn Hazm'ın belirttiğine göre İbn Mes'ud Ubeyde es-Selmani ve bir grup âlim bu gö­rüşü benimsemişlerdir. Bu ise, çoğunluğun görüşüne aykırı (şâz)dır. 75

Konunun Tartışılması-Değerlendirilmesi

Bu nakillerden sonra burada, böylesine önemli usûl prob­lemleri karşısında bir nebze durarak, bu sözlere başvurup görüşleri tartışmamız gerekmektedir. Bunu yaparken nass-

7$~ Tahir b. Aşur, Mekakisu'ş-Şeria el-i$!âmit/ye, s. 30-39.

418

 

SÜMNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lar, kaideler ve maksatların ışığında değerlendirmeye ve ora­dan bir görüş ortaya çıkarmaya çalışıyor. Yüce Allah'tan bi­ze doğruyu ilham etmesini, bizi ecirden mahrum etmemesi­ni, nefislerimizi taassup, taklid, hevaya uyma ve başkalarına su-i zanda bulunma esaretinden kurtarmasını diliyoruz.

Tartışılmaması Gereken İki Gerçek

Burada bu konuyu tahkik ederken, sanıyorum görüş ayrılı­ğının olmadığı veya olmaması gereken iki gerçeği ortaya koymam lazım gelmektedir ki onlar:

1- İster söz, ister fiil ve isterse takrirlerden oluşsun, sün­netin çoğu teşriî içindir ve bu hususlarda Yüce Allah'ın "O'na uyun ki, hidayete eresiniz." (A'raf, 158) ayetiyle hi­dayeti kendisine ittibaya bağladığı Hz. Peygamber'e uyul­ması istenmektedir.

2- Sünnetten bir kısmında ise teşriî söz konusu olma­dığı gibi, sırf dünya işlerinden olması hasebiyle bu hususda O'na itaat da vacip değildir. Mesela, daha önce sözü edilen hurma aşılama hakkında vârid olan "Siz kendi dün­yanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" şeklindeki sahih hadîste olduğu gibi.

Bu iki hakikat üzerinde ittifak edildikten sonra, sadece bu prensibin bazı hadîslere veya bazı alanlara uygulanma­sında ihtilaf söz konusu olabilir. Mesela, yeme-içme, giyim, ziynet, sürmelenme, tıp, belli ilaçların nitelikleri vb. ile ilgili hadîsler; acaba bize bırakılmış bizim daha iyi bilebileceğimiz dünyamız ile ilgili işlerden midir? Çünkü vahiy bu hususta insanları bağlayacak emreder-yasaklar bîr sorumluluk getir­memiştir; yoksa, bütün bunlar, vahiyden almamız gereken

419

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ve bu hususlarda da itaat etmemiz lazım gelen dinimizle ilgi­li işlerden midir?

Bunu Resûlullah'dan (sa.v.) sâdır olan diğer teşriler ta­mamlamaktadır. Ancak bunlarda genellik ve devamlılık ni­teliği söz konusu değildir. Bilakis Hz. Peygamber bunlarla belirli şartlarda, belirli çözümler getirmeyi hedeflemiştir. İş­te, "Yöneticilik, başkanlık ve hakimlik vasfıyla sâdır oldu" diye nitelendirilen husus budur. Bunun aslında ittifak edil­miştir, ancak çeşitli cüz'î meselelere uygulanmasında ihtilaf vardır.

İfrat ve Tefrit Arasında:

Çağda| problemlerimizin ekserisinde -özellikle de fikrî problemlerde- sergilediğimiz alışkanlığımızda olduğu gibi, bu büyük problemde de ifrat ve tefrit olmak üzere iki uçta durmaktayız.

Bizden Öyleleri var ki, gerek söz konusu işler, gerekse bu dünyadaki diğer muameleler hakkında olsun, "Siz kendi dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" şeklinde zikredilen hadîse dayanarak sünnetten teşriî elbisesini çıkarıp atmak is­tiyor.

Öyleleri de var kî, Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetine uymakla emrolunduğumuza dayanarak, sünnetten teşriî dı­şında bir şeyin olabileceğini inkar etmektedirler. Onlara gö­re, O'na ittiba nasslarla ve icma ile sabit olduktan sonra, or­tada ittiba edilmeyecek bir sünnetten nasıl söz edilebilir?

Sahabe ve Selef Nezdinde "Sünnet" Mefhumu

Sahabe ve onları güzellikle izleyen tabii âlimlerin de bu problemden gafil olmadıklarını, bilakis bu- hususu bilfiil

420

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

araştırdıklarını burada söylemek istiyorum. Fakat onlar bu­nu sünnete "teşri" veya "teşriî olmayan" şeklindeki, başlıklar altında işlememişlerdir. Bilakis onların nezdinde bu konu, başka bir başlık altında ortaya çıkmaktadır: Resûlullah'tan (s.a.v,) sabit olan bu amel, sünnet midir, yoksa sünnet değil midir? Bu ise, iki şeyi gayet önemli kılmaktadır:

1- Sünnet olarak görülen husus, ittiba edilmesi istenilen husustur.

2~ Resûlullah'dan (s.a.v.) gelen bazı şeyler, sünnet de­ğildir. İşte, çağdaş âlimlerin "teşriî değil" diye ifade ettikleri husus budur.

Bunun sırrı ise şudur: "Sünnet" kavramı, -İslâmî ilimle­rin kabul ve tescil ettiği üzere- Hz. Peygamberden söz, fiil veya takrirleri olarak rivayet edilen şeylerdir. Bu, onun Iüga-vî anlamından daha genel olup, sahabe bu lafız kullanıldı­ğında ondan bunu anlamaktaydı ve Resûlullah'tan (s.a.v.) sabit olan ve uyulup örnek alınacak davranışları bu tabirle ifade ediyorlardı. Bunun sebebi ise, "sünnet" kelimesinin sözlük anlamı -yani bu hususun aslı olan anlamı- uyulan yoldur ve bu da, ancak teşriî ve ittibanın kastedildiği du­rumlarda söz konusudur. Ama daha sonra ilim ehlinin ıstı-lahlaştırdığı gibi- ki ıstılahlarda tartışma olmaz- onun anla­mı, Hz, Peygamber'den söz, fiil, takrir, sıfat ve siret olarak nakledilen her şeye intikal edince, sünnete genelde mevcut olan teşriî şeylerle birlikte, az da olsa bulunan teşriî olmayan hususlar da girmiştir.

İlim sahasında en tehlikeli işlerden birisi de, çoğu za­man araştırmacıları şaşırtan şey, öncekilerin tabirlerini, son dönemdekilerin ıstılahına hamletmeleridir. Mesela, önceki­ler "nesh" kelimesini, sonrakilerin kastetmediği anlamda kullanmışlardır ki, "sünnet" kelimesi de böyledir.

421

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Tekrar konuya dönüyor ve diyorum ki, sahabe bugün konuştuğumuz bu konuyu, teşriî veya teşriî olmayan şeklinde bir başlık altında değil, "sünnet" veya "sünnet değil" baş­lıkları altında araştırıyordu.

Nitekim biz bunu bütün açıklığıyla Ahmed b. Han-bel'in Müsned'inde rivayet ettiği şu hadîste bulmaktayız: O şöyle demektedir:

-"Bize Süreye ve Yunus rivayet ettiler ve dediler ki, bi­ze Hammâd yani İbn Seleme İbn Asım el-Şanevî'den, o da Ebu't- Tufeyl'den rivayet etti ve dedi ki: 'Ibn Abbas'a:

-  'Senin kavmin, Resûlullah'ın (s.a.v.) Kabe'yi tavaf ederken remel yaptığını ve bunun da sünnet olduğunu iddia ediyor, ne dersin?' dedim. İbn Abbas:

-  'Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar1 cevabını verdi. Ona:

-' Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar ne demek?' de­yince Ibn Abbas:

-  'Doğru söylediler çünkü Resûlullah (s.a.v.) tavafta heybetli yürüdü, yanlış söylediler, zira bu sünnet değildir. Hudeybiye esnasında Kureyş müşrikleri Muhammed ve as­habını bırakın, devenin burnundaki kurdun öldüğü gibi ölsünler' demişlerdi. Sonra gelecek yıl gelmeleri ve sadece üç gün kalmaları koşuluyla anlaşma yaptılar. Resûlullah (s.a.v.) umre ziyaretine geldi. Müşrikler ise Kuaykan tepesi cihetin­de idi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) ashabına:

-  'Kabe'yi üç defa remel yaparak tavaf edin' buyurdu, ama bu sünnet değildir.

Sonra ona,

-  "Kavmin, Resûlullah'ın (s.a.v.) Safa ile Merve arasını

422

 

devesinin üzerinde tavaf ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, buna ne dersin?' diye sorunca İbn Abbas yine:

-  'Hem doğru, hem yanlış söylediler" diye cevap verdi. Ona:

-' Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar ne demek?' diye sorunca, İbn Abbas şöyle dedi:

- 'Doğru söylediler, gerçekten Resûlullah (s.a.v.) Safa ile Merve arasında deve üzerinde tavaf etti; yanlış söylediler, çünkü bu da sünnet değildir. Zira sahabe Hz. Peygamber'i koruma altına almıyorlardı ve yaklaşmak isteyen insanlar kovulmadığından, işte hem O'na uzanan ellerin önlenmesi, hem de O'nun sözünü işitebilmeleri için deve üzerinde tavaf etti.'76 Ona;

-  'Kavmin Resûlullah'ın (s.a.v.) Safa İle Merve arasında say ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, buna ne dersin?' diye sorunca İbn Abbas yine:

- 'Doğru söylediler, çünkü Hz. İbrahim hac menasiki ile emrolununca, say yapılan yerde şeytan karşısına çıktı ve onu geçti, bunun üzerine o da onu geçti. Sonra Cibriİ onu Akabe Cemresine görürdü, şeytan yine karşısına çıktı. Bu­nun üzerine girmesi için ona yedi taş attı. Sonra (kurbanlık oğlunu) yanı üzerine yatırdı.' demiştir. İsmail'in üzerinde ise beyaz bir gömlek vardı. Ve dedi ki:

-  'Ey babacığım, benim bundan başka kefen olabilecek elbisem yoktur. Üzerimdekini çıkar ki, beni onunla kefenle-yebilesin.' Bunun üzerine o, derhal, o elbiseyi çıkarmaya başlamıştı ki arkasından bir ses işitti:

7b' Müslim, Hacc 237, I. 921-2; Efau Davud, Menasik 51, mı: 1885, 11, 444-5; Ahmed, I. 297, 372-3.

423

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

- 'Ey İbrahim sen rüyanı tasdik ettin' denildi. Hz. İbra­him bir de ne görsün, boynuzlu, kocaman beyaz bir koç gel­mektedir..."^

Burada, ümmetin bilgini İbn Abbas'ın, sabit olmasına rağmen Hz. Peygamberin hacdaki söz konusu fiillerinden bazısını itaat ve ittiba edilmesi gerekli sünnet olarak görür­ken, bazısının da sünnet olmadığı kanaatini paylaştığını gör­mekteyiz.

Oysa, bilindiği gibi, hac fillerinde taabudî boya üstün gelir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in bazı hac ile ilgili fi­illeri, acaba sünnetten ve hac menasikinden mi addedilmeli, yoksa bu şekilde değerlendirilmemeli mi diye sahabenin bi­le ihtilaf ettiklerini görmekteyiz.

Mesela Mina'dan hareket edilen gece Muhassab'da ko­naklamak böyledir. Ebtah da denilen bu Muhassab, Mina ile

7?- Ahmed b. Hanbel, Mügned, 1297, nu: 2707. Şeyh A. M. Şakır şöy­le demektedir: "İsnadı sahihtir. Ebu Asım el-Anevi sika olup, onu İbn Main güvenilir görmüş, Buhârî ise el-Küna adlı eserinde nu: 527'de onun biyografisine yer vermiş ve detaylara işaret etme ade­tinde olduğu üzere bu hadîse de işaret etmiş, sonra şöyle demiştir: "Ebu Asım, İbn Abbas'tan, ez-Zebih dedi ki, Haccac b. Minhal dedi ki, Hammade b. Seleme'den gelen bir senedle rivayet edilmiştir. Ha­dîsi, Hafız ibn Kesir, Tefsir" inde {VII. 149) nakletmisrir ki, evveli "Hz.İbrahim Hac menasiki ile emrolununca" şeklinde, sonu ise bu­radaki gibidir. Heysemi de Mecmuu'z-Zevaid, III. 200-1'de böyle yap­mış, "İbn Abbas'a dedim ki: ' Kavmin, Resulullah'ııı (s.a.v.) Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia edi­yor...'" sözünün evvelinden nakletmiş, ilk kısımda "Onu Ahmed ve et'Kebir'de Taberani rivayet etmiştir ve ricalinin, Ebu Asım el-Şanevi dışında -ki o da sikadır- Sahih'in ricali olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Suyutî de bu hadîsten bir kısmını ed-Dürrü'1-MensuT V. 280'de zikretmiş ve onu İbn Cerir, ibn Ebi Hatim, İbn Merduveytı ve Şuabul-İman'da Beyhlki'ye, Müsned, nu: 2029, 2077, 2688, 2783'üe Ahmed b. Hanbel'e ve Müslim'in Kiiabu'l-Hac, (237, I. 921-2> nu: 1264'de el-Camius- Sahih!ine nisbet etmiştir.

Mekke arasında, düz ve geniş bir yerdir. Nafi', İbn Ömer'in Muhassab'da konaklamayı sünnet olarak gördüğünü, Hz. Ömer'in de (r.a.) bunu yaptığını rivayet etmektedir. Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir, ibn Ömer'in delili ise, Hz. Peygamber Muhassab'da konaklamış, orada öğle, ikindi, ak­şam ve yatsı namazlarını kılmıştır.

Hz. Aîşe ile İbn Abbas'ın görüşleri farklıdır. Buhârî, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Muhassab'da konak­lama bir şey değildir. Orası sadece ResûlulLah'ın (s.a.v.) ko­naklamış olduğu bir yerdir." Buradaki "bir şey değildir" sö­zünün anlamı ise, yani "uyulacak bir sünnet değildir" de­mektir.

Hz. Aişe'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Orası sadece Hz. Peygamber'in yola çıkmasına daha elverişli oldu­ğu için konakladığı bir konaklama yeriydi." Müslim ise onun şu sözünü rivayet eder: "Ebtah'a inme sünnet değildir, O'nun (s.a.v.) iniş sebebi, ancak...'

Nitekim Hz. Aişe, Ahmed bin Hanbel'in kendisinden ri­vayet ettiği bir başka hadîste Hz. Peygamber'in Muhassab'da konaklamasının sebebini de açıklamakta ve şöyle demekte­dir: "Allah'a yemin ederim ki, O (s.a.v.), oraya ancak benim için indi." Bunu Hafız ibn Hacer Fethu'l-Bâri’de zikretmiş­tir.78 Zâdu'l-Mead''da ise İbnu'l-Kayyim şöyle demektedir:

'Selef, Muhassab'da konaklamanın sünnet mi, yoksa rastgele konaklanılan bir yer mi olduğu konusunda iki görü­şe ayrılmıştır. Bir grup onu haccın sünnetlerinden saymıştır. Çünkü, Ebu Hureyre'nin Sahihayn'da naklettiğine göre, Mi­na'dan hareket etmek istediğinde Resûlullah'ın (s,a.v.) şöyle dediği geçmektedir: 'Biz yarın müşriklerin bir zamanlar kü-

7S" İbn Hacer, Fethu't-Bârî, III. 591

424

425

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

für üzere yeminleştikleri Kinaneoğulları düzlüğünde konak­layacağız.'79 O bununla Muhassab'ı kastediyordu. Çünkü Kureyş, Kinaneoğulları, Haşimoğulları ile Abdulmuttaliboğullarına karşı onlarla nikâh yapmamak, Resûiullah'ı {s.a.v.) kendilerine teslim edinceye dek, aralarında herhangi bir alış­veriş vb. yapmamak üzere orada yeminleşmişlerdi. Dolayı­sıyla Hz. Peygamber, geçmişte küfrün sembollerini, Allah'a ve Resûlü'ne düşmanlıklarını izhar ettikleri bu mekanda İs­lâm'ın sembollerini izhar etmeyi kastetmiştir. Bu, Lat ve Uzza'nın yerlerine Taif mescidini yapmasında olduğu gibi, küf­rün ve şirkin bulunduğu yerlerde, tevhidin sembollerini ika­me etme O'nun (s.a.v.) âdetiydi.

Onlar diyorlar ki: Müslim'in Sahih'inde İbn Ömer'den Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in (r.a.) orada konakladıkları rivayet edilmiştir. Yine Müslim'in bir rivaye­tine göre o, Muhassab'da konaklamayı sünnet olarak görü­yordu.80

Buhârî ise, Ibn Ömer'in öğle, ikindi, akşam ve yatsı na­mazlarını orada kılıp, uyuduğunu ve Resûlullah'ın (s.a.v.) da böyle yaptığını söylediğini rivayet etmektedir.81

Hz. Aişe ve Ibn Abbas gibi diğer sahabiler ise, orasının rastgele konaklanılan bir yer olduğunu savunarak, bunun sünnet olmadığı görüşünü benimsediler. Nitekim Sahi-hayn'da İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Mu­hassab'da konaklama bir şey değildir. Orası sadece Hz. Pey-gamber'in yola çıkmasına daha elverişli olduğu için konak­ladığı bir konaklama yeridir.'82

79~ Buharı, Hac III. 361, Mekke; Müslim, Hac, nu: 1314.

8°- Müslim, Sahih, nu: 310,337 ve 338.

81' Buhârî, Hac, III. 472.

82" Buhârî, Hac, İH. 471; Müslim, Hac, nu: 1312.

426

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine Müslim'in Sdhik'inde Ebu Rafii'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Resûlullah (s.a.v.) bana ve beraberimde-kilere Ebtah'da konaklamamızı emretmedi. Fakat ben önce­den gelip O'nun çadırını oraya kurdum ve O da gelip orada konakladı. Neticede O'nun: 'Biz yarın müşriklerin bir za­manlar küfür üzere yeminleştikleri Kinaneoğulları düzlü­ğünde konaklayacağız' sözünü tasdik ederek, O'nun azmet­tiğini gerçekleştirerek ve Allah O'nu oraya tevfikiyle indir­miş oldu. Yani bu, Allah ile Resulü arasındaki bir tevafukun sonucuydu.'83

Tavaf esnasında remel uygulaması da buna benzemek­tedir. Remel, Kudüm tavafında, ilk üç şavtta biraz hızlıca yürümektedir. Hz. Peygamber bunu yapıp emrettiği için Cumhur bunun sünnet olduğu kanaatindedir. İbn Abbas . ise, - daha Önce Müsned'den naklettiğimiz gibi- onun sünnet olmadığını söylemektedir. Dileyen remel yapar, dileyen de yapmaz.84

Ibn Abbas, Buhâri'nin rivayet ettiği şu hadîste Hz. Pey-gamber'in remeli emretmesinin sebebini şöyle açıklıyor: "Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı, (Mekke'ye) gelmişlerdi. Müş­rikler: 'Yesrib (Medine)'in sıcağının zayıflatığı kimseler gele­cek' demişlerdi ki, (bunu işiten) Hz. Peygamber onlara üç şavtta remel yapmalarını, iki köşe arasında da yürümelerini emretmiş, onlara bütün şavtlarda remel yapmalarını ancak öylece kalıverir endişesiyle emretmiştir."85

Nitekim Hz. Ömer (r.a.) bir an remeli terk etmeyi dü­şünmüş, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Buhâ-

S3- Müslim, Hac, nu: 1313.

M- İbnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead, III, 294-5.

^ İbn Hacer, Fetkıt'l-BSri, IH, 294-5

427

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

rî'de rivayet edildiğine göre o (Hacerü'I-Esved) köşesine ses­lenerek.

-"Vallahi, çok iyi biliyorum ki sen bir taşsın, ne zarar verirsin, ne de fayda verirsin. Şayet ben Resûlullah'ın (s.a.v.) selamladığını görmüş olmasaydım, seni selamlamazdım" dedi ve onu selamladı. Sonra,

-"Bizim artık remel ile ne işimİz var ki?. Biz o zamanlar onunla müşriklere (güçlü) görünmek istemiştik, ama Allah onları helak etti!" dedi. Bunun akabinde ise:

-" Fakat Hz, Peygamber'in yaptığını terk etmek isteme­yiz" dedi.86

Hadîsten anlaşılan -Fethu'l-Bârfde denildiği gibi- Hz. Ömer (r.a.) remelin yapılış sebebini ve onun artık geçip git­tiğini bildiği için önce tavafta remeli terk etmeyi düşünmüş, sebebin yok olması sebebiyle bunun terk edilmesi (gerektiğini anlamıştı Fakat daha sonra, bunda kendisinin bilmedi­ği bir hikmetin bulunabileceği ihtimalinden dolayı bu görü­şünden dönmüştü. Neticede o, bu mânâ cihetinden ittibanın daha evlâ olduğu kanaatine vardı. Ve o (İbn Hacer) şöyle de­mektedir: "Yine o buna etki eden sebepleri hatırlayınca, Al­lah'ın İslâm'ı ve ehlini şereflendirmek üzere gönderdiği ni­metlerini düşünerek böyle yaptı."

Müşriklere karşı yapmış oldukları güç gösterisinde sa­habe, müşriklerin o tarafta bulunmaları sebebiyle sadece Şam tarafındaki köşelerden yana uğradıklarında acele et­mekle yetinirken, İbn Abbas hadîsinde açıklandığı üzere Ye­men tarafındaki köşelere uğradıklarında ise; normal şekilde yürümüşlerdir ki bu da, Hz. Ömer'in (r.a.) bu düşüncesini d es teklemektedir.

429

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Biz, Resûlullah'a (s.a.v.) itaat ve onun sünnetine ittiba etmelerine rağmen sahabenin, zaman zaman, O'nun emir ve yasaklarının kesinlik ve bağlayıcılık ifade etmediğini veya bunun dünya işlerinden O'nunla tartışılabilecek, O'na mu­halefet edilebilecek bir re'y veya ictihad olduğunu anladık­larında, ya da Candan ümmet ve devlet için yöneticilik ve re­islik vasfıyla sâdır olup da, bunun kıyamete kadar her üm­met için genel ve devamlı bir teşriî vasfına hamledilmemesi halinde O'nun bazı emirlerine muhalefet ettiklerini, yasakla­dıklarını ise yaptıklarını görmekteyiz. Hz. Peygamber'in onları visal orucundan nehyetmesi buna bir misaldir. Bununla birlikte onlar, Hz. Peygamber'in bu nehyinin -Allâme Reşid Rıza'nın sözünde zikredildiği gibi- onlara acıma babından olduğunu zannettiklerinden dolayı hem oruç tuttular, hem de namaz kıldılar.

Bazen de onlar, bazı konu{m)lardaki zanlarında hataya düşebilmektedirler. Meşakkat olmasına rağmen, bazılarının yolculukta oruç tutmakta ısrar etmesi ve Hz. Peygamber'in onlar hakkında "Onlar asidirler"87 buyurmasında olduğu gibi.

Mesela, Medine hurmasının üçte birini almaları ve or­dularıyla Medine'yi muhasaradan vazgeçmeleri karşılığında Hz. Peygamber, Gatafan kabilesiyle anlaşmak istediğinde, O'na muhalefet etmişler, iki Sa'd (Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade) bu hususta diretmişlerdir.88

Yine Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet ederek,89 be-yazlaşan saç-sakalları boyatmakla ilgili Nebevi emir gelmiş-

™' Müslim, Siyam, nu: J14,

8&- Bkz. İbnu'l-Kayyim, Zaâul-Meûd, 01,273.

®' Burada Tahudiler ve Hıristiyanlar boyamazlar, öyleyse siz onlara muhalefet edin' hadîsine bir işaret vardır.

429

 

SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM

tir. Bununla birlikte, sahih olarak gelen haberlere göre, saha­beden birçok kimseler beyazlaşan saç-sakallarını boyamamaktaydılar. Onlar, Hz. Peygamber hayattayken böyle bir ta­sarrufun vahiyle olup-olmadığını; o hususta bağlayıcılık olup olmadığını O'na soruyorlardı. Tıpkı Bedir Gazvesi'nde Hu-bab b. el-Münzir'in - "Ey Allah'ın Resûlü! Burası seni Allah'ın indirdiği bir yer mi, yoksa, bu bir re'y, savaş veya tuzak mı?"90 sorusunda olduğu gibi. Yine, daha önce bahsedilen Berîre ile Muğis'in durumunda olduğu gibi.

Aynı şekilde ümmetin bilgini, Kur'an'ın tercümanı Ibn Abbas'ın (r.a.) ehl-i merkebin etlerinin yenilmesine dair Hz. Peygamber'den Hayber günü sâdır olan nehyi, o vakit için kastettiği belli bir maslahata hamlettiğini görmekteyiz. O

Hadîs İbn Hişam'ın Sireninde bulunmakta ve İbn İshak'tan nak­ledilmektedir: "SelemeoğuHarından bazı adamlar ban.i haber verdiler ve zikrettiler ki Hubab..." demektedir. Elbânî, Gazzali'nitı Fskhu's-Si-re adlı kitabına yapmış olduğu tahrişinde bu hadîsin talıricinde şöyle demektedir: "Bu hadîs, isnâdındaki, Selemeoğullanndan bazı adam­lar ile, (ki bu adamların kimler olduğu meçhuldür ve Hubab ile çağ­daş olup olmadıkları da belirsizdir.) İbn İshal: arasında bulunan râvi-ler sebebiyle vasıtanın bilinmemesinden dolayı zayıftır. Hakim bu ha­beri MiîsledreSfiadi (ili. 427) mutfasıl olarak rivayet etmiştir, ancak onu sahih görmemiştir. 'Zehebi de karşı çıkmıştır. Fakat, İbn Hacer el-tsabe'de ([. 427) İbn İshak'ın Sire'deki tankından onu muttasıl ola­rak nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bana Yezid b. Mervan, Urve'den ve Bedir kıssasındaki birden çok kimseden rivayet etti ve Hubab'ı zikret­ti..."Urve'ye varan bu isnâd sahihtir. Çünkü Hubab, Hz. Ömer'in ha­lifeliği döneminde vefat etmiş, Urve ise onun döneminin sonlarında doğmuş, dolayısıyla onunla görülememiştir, Fakat, kıssanın Urve'ye yetişen sahabe arasında -ki onlar gazve haberlerini oğullarına haber vermektedirler- çoktur. Meşhur olması onu takviye etmektedir. Yine bu hadîsin İbn Şahin ve ibn Hacer'in el-İsabe'sinde zayıf bir isnâd ile gelen şahidi vardır. Siret kitapları da Hubab'ın haberini nakletmiş ve ümmet bunu kabul ile karşılamıştır.

430

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

maslahat da, binek olarak ihtiyaçtan olduğu halde, kesilip yenilme cihetine gidilerek tüketilmekten merkepleri koru­maktadır. Dolayısıyla bu da, genel bir yasak, daimi bir teşriî değildir. İşte, âlimler ve muhakkakların, "Bu tasarruf, Hz. Peygamberden yöneticilik ve reislik vasfıyla sâdır olmuştur. Fetva veya yüce Allah'tan tebliğ etme vasfıyla sâdır olma­mıştır" gibi ifadelerle kastettikleri şey budur.

Nitekim Bunâıi, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Resûlullah (s.a.v.) ehl-i merkepleri, insanların binek­lere olan ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, bineklerin yok olmasını istemediği için mi nehyetti, yoksa, Hayber gü­nü etlerini haram mı kıldı bilmiyorum."91

Buhâri"nin Enes b, Malik'ten rivayet ettiği şu haber, bi­rinci ihtimale delâlet etmektedir; "Resûlullah'a (s.a.v.) bir ki­şi geldi ve:

- 'Merkepler yenilmekte (ne buyuruyorsunuz)?' dedi, O (s.a.v.) sustu. Sonra ikinci bir şahıs geldi ve:

- 'Merkepler yenilmekte (ne buyuruyorsunuz)?' dedi, O (s.a.v.) yine sustu. Daha sonra üçüncü bir kişi geldi ve o da:

-   'Merkepler tüketilmekte!' dedi. Bunun üzerine O (s.a.v.) bir tellâla insanlara şu duyuruyu yapmasını emretti:

- 'Allah ve Resulü size ehl-i merkepleri yemenizi yasak­lıyor.' Bunun üzerine onlar, içlerinde etler kaynamakta ol-dukları halde, derhal kazanları devirip-döktüler/'^

Yine Buhârî, Amr b. Dinar'dan gelen bir isnâd ile şu ha­beri rivayet etmiştir: O (Amr) Cabir b. Zeyd Ebi'ş-Şa'sa'ya:

-"Resûlullah'ın (s.a.v.) ehl-i merkepleri yasakladığını id­dia ediyorlar (ne dersin)?" diye soranca, o şöyle cevap verdi:

91" İbn Hacer, Fetku'l-Bârî, VII. 482, nu: 4227. 92~ A.g.e, VII, 467, nu: 4199.

431

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

-" el-Hakem b. Amr el-Gıfarî Basra'da bizim yanımızda böyle söylüyordu, fakat el-Bahr (büyük âlim) olan İbn Abbas buna karşı çıktı ve şu ayeti okudu: "De ki: Bana vahyolunan-larda, (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edil­miş bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan, ya­hut domuz eti - ki pistir-, ya da Allah'tan başkası adına ke­silmiş bir fısk (hayvan) olursa o başka..."93

İbn Abbas'ın bu itirazı, nehyîn vuku bulduğuna değil­dir. Çünkü o bunun Hz. Peygamberden sâdır olduğunu iti­raf etmektedir. Fakat o, bunun O'ndan umumîliği ve devam­lılığı gerektiren tebliği cihetiyle sâdır olduğunu söyleme­mektedir. O bunu, insanların maslahatını gerçekleştirmek, belirli bir vakitte onlardan belli bir mefsedeti defetmek ile alâkalı yöneticilik emirlerinden, riyaset kararlarından bir ka­rar olarak görmektedir. Onun bakış açısına göre buradaki maslahat, Müslümanların bineklerinin çokça kesilerek tüke­tilmesinden korunmasında yatmaktadır. Biz İbn Abbas'ın ehl-i merkeplerin etlerinin haram olmadığı yolundaki görü­şüne ister katılalım, ister katılmayalım, bu konuda mezhep­lerin fâkihleri, onların cumhuru ihtilaf etmişlerdir. Burada bizi ilgilendiren ise, Ibn Abbas'ın Hz. Peygamber'in bazı ya­saklarını umumî ve ebedî yasaklar olarak görmeyip, bunu yalnızca o anki maslahatı gerçekleştirmek üzere ortaya atı­lan yöneticinin (veliyyü'l-emr) kararlarından bir karar ola­rak görmesidir. Ben, Fıkhu'z-Zekat adlı kitabımda, Hz. Pey-gamber'den fetva, tebliğ ve nübüvvet vasfıyla değil de, yö­neticilik ve riyaset vasfıyla sâdır olan birçok hususa değin­dim ve zekat, zekat nisap ve miktarları ile, bazı mallardan zekatın affedilmesi yani alınmaması gibi konularda gelen

93- A.g.e, IX. 654, nu: 5529, ayet: 6, En'am, 145.

432

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

muhtelif rivâyetlerdeki birçok problemi çözmede bu ayrımı bir çözüm yolu olarak gördüm. Bu meselede en çok üzerin­de durduğum konular da, hayvanların zekatı İle ilgili husus­lardır. Çünkü hayvancılık, nübüvvet asrında Arap'ın en bü­yük servet kaynağı idi. Bundan dolayıdır ki, zekat ile ilgili hüküm ve prensiplerin çoğu buradan alınmıştır. Zekat hadîsleriyle alâkalı üç konu etrafında zikrettiğim bazı mütalâ­alarımı burada zikretmekte bir sakınca görmemekteyim, Hz. Peygamberden sâdır olan bu emir ve yasakların en fazla O'nun yöneticilik ve riyaset vasfıyla alâkalı olması hasebiy­le, bu ayrıma itibar etmenin birçok problemi çözecek en iyi çözüm yolu olduğu kanaatindeyim. Bu konular;

1- Zekatın tanımı konusunda rivayet kitaplarında yer alan ihtilaf ile alakalı,

2- Sığırların nisabı ile ilgili,

3- Atların zekatı ile ilgilidir.

Zekat Kitaplarında Görülen İhtilafın Yorumu

Burada hadîs kitaplarında Resûlullah (s.a.v.) ve raşid halife­lerden gelen zekat hakkındaki bazı rivayetler üzerinde bir nebze durmamız gerekmektedir. Çünkü biz onlar arasında az da olsa ihtilaflar görmekteyiz. Burada rivayetlerle, makbul bir senedle gelen haberleri kastediyor, (zayıf ve merdud olanlarla meşgul olmuyoruz.) Hz. Ali'nin zekatla ilgili yazı­lı rivâyetindeki "Sadaka toplayan görevli, hayvanlardan bir yaş büyüğünü alacak olursa, on dirhem geri verir" emrinde olduğu gibi.

Resülullah'ın (s.a.v.) zekat farizası ile ilgili belirlediği Hz. Enes'ten rivayet edilen hadîste geçtiği üzere, Hz. Ebu Bekir'in gönderdiği yazılı talimatta gelen, O'nun (zekat ve-

433

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

ren şahsın beş yaşında bir deve vermesi gerekirken, elinde bulunmadığı için onun yerine dört yaşında bir deve verme­si halinde, aradaki farkı telafi için) iki koyun veya yirmi dir­hem vermesini bildiren haberde olduğu gibi.

Aynı şekilde Hz. Ali'den gelen zekat talimatnamesinde, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'den gelen talimatnamelere mu­halif hususlar vardır ve Hz. Ali'nin bu yazılı belgesinin Hz. Peygamber'e ait olmadığı doğrudur; zira doğru olan onun mevkuf olduğudur. Fakat, {öyle de olsa) Hz. Ali, Hz. Pey-gamber'in belirlediği bir talimata muhalefeti acaba nasıl ca­iz görebilmiştir? Acaba burada biz birkaç sahih kanaldan ge­len Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in yazılı talimatlarını mı eleş­tireceğiz? Yoksa, "Hz. Ali diğer yazılı talimatların neshedil-diğini bilmekteydi ve nâsih de onun nezdinde idi" mi diye­ceğiz? Şayet böyle dersek, peki o bunları niçin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde ortaya atmadı? Bütün bunlar ka­bul edilemeyecek ihtimallerdir.

Benim anlayabildiğim ise şudur. Hz. Peygamber bu miktarları, nübüvvet sıfatıyla değil de, o dönemdeki ümme­tinin bir yöneticisi ve reisi sıfatıyla tayin etmiştir. Yöneticilik sıfatı da, içinde bulunulan toplum için, zaman, mekan ve be­lirli hallerde en faydalı olanına itibar eder. O, nübüvvet sıfa­tının aksine, böyle bir ortamda bunu emrederken; zaman, mekan ve durumlar değişince, daha başka bir şey emredebi­lir, hatta tamamen değiştirebilir. Nübüvvet sıfatıyla sâdır olanlar ise, her yer ve her zamanda, bütün ümmet için bağ­layıcı bir teşriî niteliği arzeder.

Yine bana göre, zekat olarak verilecek hayvanların yaş farkını telafi için belirlenen iki koyun veya yirmi dirhem tah­didi de bu cümleye dahildir. Zira, bu durumlardaki fark,

434

 

dondurulmuş tek bir kıymet ile sabit kılınamaz. Çünkü, ko­yun ile deve arasındaki oran sabit kalsa bile, iki koyuna be­del olarak belirlenen yirmi dirhem sabit kalamaz, Mesela, koyunların kıymeti artabileceği gibi, dirhemin alım gücü de düşebilir. Veya şimdilerde herkesin bildiği ve şahit olduğu gibi, bunun tam aksi de olabilir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber bir koyunu yirmi dirhem ile takdir ederken, o günkü fiyatlar uyarınca ve yönetici vasfıyla belirlemiştir. Şu halde, kıymet ve fiyatların değişmesine uygun olarak bizim de söz konusu farkı, başka bir miktar olarak belirlememize hiçbir engel yoktur.

İşte Hz. Ali'nin iki yaş arasındaki fark için, iki koyun veya on dirhem şeklindeki takdiri, bu esasa binâen gelmiştir. Bu ise koyunun onun döneminde ucuzladığını, dolayısıyla bu hususta Nebevî emre muhalefet edilmediğini göstermek­tedir.

Bu yazılı zekat talimatları arasındaki bir kısım detaylar-daki ihtilafları bu şekilde yorumlamak ve böyle bir gerekçe ile izah etmek, senedini ve sübutunu eleştirerek tamamen reddetmekten daha evlâdır. Nitekim İmam Yahya b. Main, develerin yaşları ve sayılarıyla ilgili belirlenen nisapları, sı­ğırların vb. nisaplarını kastederek "Zekat miktarlarını belir­leyen sahih hiçbir hadîs yoktur" derken böyle yapmıştır. Bu yüzden de Ibn Hazm ona çok sert bir şekilde karşı çıkmış ve onun bu sözünün delilsiz bir iddiadan ibaret olduğunu ve reddedilip atılması gereken bir söz olduğunu söylemiştir. Yine Schacaht gibi bir müsteşriğin, zekat nizamı ile ilgili Resûlullah'tan Cs.a.v.) gelen birçok sarih-sahih hadîs hakkında şüphe oluşturmaya çalışması da bundandır. *

94" Kardavi, Yusuf, Fıkhu'z-Zekat, I, 189-191.

435

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Ele alacağımız ikinci konu ise, sığırların nisabı ile ilgili­dir. Acaba bu nisap, meşhur olduğu üzere otuz mudur, yok­sa seleften bazılarının benimsediği gibi on ya da beş midir?

Bana öyle geliyor ki, Resûlutlah (s.a.v.), Müslüman yö­neticilere imkân tanımak ve böylece kendi toplumları için, zaman, mekan ve hale en uygun olanını seçmeleri için, ze­katların nisapları ve miktarları ile ilgili bazı hususları kesin bir şekilde tahdit etmeksizin kasten terk etmiştir.

Mesela, bazı dönemlerde, bazı yöneticiler, asrımızda dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunan ve bilinen bazı sığır cinslerinde olduğu gibi, sığırı, deveden daha çok değerli, da­ha çok yararlı ve daha bol süt veren, daha çok üreyen bir hayvan olarak görebilirler. Dolayısıyla burada onlar bu nisa­bı beş deve olarak belirleyebilirler ve buna bir koyun, on de-' veye iki koyun, yirmi deveye dört koyun alınır ve bundan sonrası, Muaz hadîsinde olduğu gibi alınır. Bu sığır cinsinin sahipleri, ileri gelen zenginlerden olursa, söz konusu görüş tercih edilebilir. Yine nisaba on sığır olarak itibar eden Şehr b. Havşeb'in görüşünü almak da mümkündür.

Fakat, bazı beldelerde sığırın beş-on tanesine sahip olanların bile zengin sayılamayacağı kadar kıymeti de fay­dası da az ise, oralarda makul olan meşhur görüşte olduğu üzere nisabın otuz olmasıdır. İşte bu, İmam Zührî'nin nisa­bın otuz olarak takdir edilmesi hakkındaki "Bu Yemenliler için bir hafifletme idi" şeklindeki sözünü açıklamak tadır.

Eğer Zührfnin dediği sahih ise, daha sonra ıstılahlaşan anlamıyla ortada bir nesih yok demektir. Bu durumda Hz, Peygamber bunu, değişebilen ve dolayısıyla ona bağlı olarak hükmü de değişebilecek olan dönemin maslahatına uygun olarak, onlar hakkındaki hükümleri idare eden Müslüman-

436

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Iarın bir yöneticisi vasfıyla yapmıştır. Resûlullah'ın (s.a.v,) yöneticilik ve reislik vasfıyla yaptıklarına ve söylediklerine gelince bunlar, O'nun nübüvvet (veya Allah'tan tebliğ etme) vasfıyla yapıp-söylediklerinden farklıdır ve ikisi arasında büyük mesafe vardır, 9S

Sonra bu konuya, atların zekatı ile onun farz olup olma­dığı etrafında imamlar arasındaki ihtilaflara adı geçen bah­sin sonunda tekrar döndüm. "Sizden atların zekatını affet­tim" hadîsini zikrettikten sonra orada şöyle dedim:

"Burada tercih ettiğim görüşü daha Önce, sığırların ni­sabının tahdidinde olduğu gibi, zekat ile ilgili yazılı talimat­larla da gelen küçük bir ihtilaf hakkındaki değerlendirmem­de de söyledim, bu husustaki ihtilaf şudur: Hz. Peygamber, bunu ümmete ve yöneticilerine ...genişlik olsun diye kasten terk etmiştir. Ve O (s.a,v.) bunu ancak, ümmetin ve milletin o dönemdeki maslahatının gereğine uyarak emreden-yasak-layan, bağlayıcı kılan-affeden bir yönetici sıfatıyla söylemiş­tir. Nitekim o dönem, atların zekattan muaf tutulmasını ge­rektirmiştir. Peki Hz. Peygamber'in nübüvvet vasfıyla söyle­dikleri ile, yöneticilik vasfıyla söylediklerini ayırt etmenin yolu nedir?

Bunun tahkiki ve birbirinden ayırt edilebilmesi ancak, ilgili durumların karinelerinin bilinmesiyle olur. Hadîsin ko­nusunun, devletin siyasî, iktisadî, askerî, idarî vb. işleriyle il­gili, maslahata dayalı bir durum olmasıyla bilinebilir. Yine yöneticilik vasfıyla sâdır olduğunu gösteren hususlardan bi­ri de, yer, zaman ve hallerin değişikliği sebebiyle, zikredilen bir nassa muhalif bir başka nassın, hatta birkaç nassın daha

95" Kardavi, Yusuf, a.g.e, 1,203.

437

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bulunmasıdır. Bundan o hususta belirli bir zamanda, geçici cüz'î bir maslahata riayet edildiği, onunla ebedî ve umumî bir teşriî kastedilmediği anlaşılır. "Sonra, İmam Karafî ve İmam Dehlevî'nin (daha önce naklettiğimiz) sözlerini de de­lil olarak zikrettim, ardından da şöyle dedim:

* Benim kanaatime göre Hz. Peygamber'in atların zeka­tını affetmesi, - şayet sahih ise- işte bu kısma girmektedir. O (s.a.v.), o dönemdeki cüz'î maslahatı - ki o da cihad için at edinmeye ve binmeye teşviktir- kastetmiştir. Nitekim, Hz. Peygamber'in "Sizin için affettim" ifadesi de buna delâlet et­mektedir. Şayet atlar, zekat verilmesi gereken mallar kapsa­mında olmasaydı, O (s.a.v.), "Sizin için affettim" demezdi. Çünkü bir şeyin affı veya bir şeyden geçilmesi, ancak o şeyin istenilmeye layık olmasından sonra olur. Burada bazı âlim­lerin de dediği gibi, bu işin Hz. Peygamber'e bırakıldığına bir ima vardır. Aynı şekilde, O'ndan sonraki adil yöneticile­rin de, kamu yararının gerektirdiği duruma bakarak, atlar­dan zekatı alma ve affetme yetkileri vardır.

Şayet bazı memleketlerde atlar, sahipleri tarafından ti­carî maksatlarla üretilip yetiştirüiyorsa ve (belki de) bu ha­liyle develerden daha büyük ve önemli bir servet haline gel­mişse, bazısından alıp, bazısını terk ederek zenginler arasın­da hiçbir fark gözetmeksizin, atlardan da zekat almak yöne­ticinin hakkı, hatta görevidir. İşte, Hz. Peygamber'in atlar­dan zekat almayı affettiği eğer sahih ise, daha sonra Hz. Ömer'in atlardan zekat almasının kabul edilebilecek bir yo­rumu yoktur. En doğrusunu Allah bilir.96

96" Kardavi, Yusuf, a.g.e.. I, 230-233.

438

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Sık Sık Nesih Görüşüne Sığınmaya Hacet Yoktur

Sünnete tahkik ehli âlimlerin bu açıklamaları ışığında bakıl­ması, deliller arasındaki çelişkiden kaçmak için âlimlerimiz­den birçoğunun benimsediği nesh kanaatine sığınmaktan bi­zi kurtaracaktır.

Oysa nesh, ihtimal ile sabit olmaz, iki nasstan birinin di­ğerini neshettiğini söyleyebilmek için, o ikisinden hangisinin önce, hangisinin sonra sâdır olduğunun bilinmesi gerek­mektedir. Halbuki, hakkında mensuh denilen hususlardan birçoğu gerçekte mensuh değildir. Bilakis, bu konudaki iki nass, muayyen bir konumda, belirli sebepler ve şartlarda sâ­dır olan Nebevi şer'î siyaseti temsil eder. Hükmü gerektiren sebepler değişince, neticesi olan hüküm de değişir.

İşte kurban etlerinin biriktirilmesinin yasaklanmasın­dan sonra tekrar mubah kılınmasının nesh olmadığına dair bazı imamların söyledikleri de bu kabildendir. Şer'atu'l-İslâ-mi adlı kitabımda açıkladığım gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.), kurban bayramını takip eden üç günden sonra kurban etle­rini biriktirmeden men etmişti. Çünkü, hem o günlerde in­sanlar sıkıntı içerisindeydiler ve ete ihtiyaçları vardı, hem de dışarıdan muhtaç olan heyetler gelmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber toplumun lideri ve devletin başkanı sıfatıyla etleri biriktirmekten men etme emrini çıkardı.

Buhârî, Selem b. Ekva'nın şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: "Hz. Peygamber,

-  'Sizden her kim kurban kesmişse, üç günden sonra evinde ondan bir şey bırakmasın!' buyurmuştu. Ertesi yıl olunca, sahabe:

- 'Ey Allah'ın Resulü, yine geçen yıl yaptığımız gibi mi yapacağız?' deyince, O (s.a.v.):

439

 

sunnetİ anlamada vöntem

- 'Yiyin, yedirin ve biriktirin! Çünkü geçen yıl böyle yapmamızın sebebi, insanlar o zaman sıkıntı -açlık ve me­şakkat- içerisindeydi ve ben bununla sizin onlara yardım et­menizi istemiştim.' buyurdu." Bazı hadîslerde ise, "Ben sizi gelen misafirlerden (yani Medine dışından gelen kimseler­den) dolayı nehyetmiştim" buyurmuştur. İşte bu hadîs ile önceki hadîs, söz konusu nehyin illetini açıklamaktadır. An­laşılan o ki, bu, geçici -şartların çözümüne yöneliktir ve illet kaybolunca hüküm de yok olmuştur. Nitekim bunun açıkça mubah olduğunu ifade eden bir hadîs de gelmiştir: "Sizi kurbanların etlerinden biriktirmekten nehyetmiştim, artık yiyin, yedirin ve biriktirin!"

Fakihlerden çoğu, bu mübahlığı, önceki nehy için bir nesh sanmışlardır ki, öyle değildir. Araştırıldığında görüle­cektir ki, bu nesh babından değildir. İmam Kurtubi'nin tefsi­rinde açıklayarak söylediği gibi, "Aksine o mensuh olduğu için değil, illetinin kalkması sebebiyle kalkan bir hükümdür. Neshedilerek kalkan hüküm ile, illetinin kalkmasından dola­yı kalkan hüküm arasında fark vardır. Çünkü, nesh ile kalkan bir hüküm ile ebediyen hükmedilmez- Oysa, illetin kalkma­sıyla kalkan hüküm ise, illetinin dönmesiyle yine döner. Şayet bir belde halkına kurban zamanında muhtaç insanlar gelse, bu belde halkının da onların ihtiyaçlarını kurbanların dışında gidermeye imkanları olmasa, onların da tıpkı Hz. Peygam­berin yaptığı gibi üç günden fazla bekletmemeleri gerekir.97 Aynı şekilde İmam Şafiî de, Risat’e'de, illetleriyle ilgili babın sonundaki hadîste, kesin olarak ifade etmese dv, nehyin dışarıdan gelenlerle alâkalı olduğuna dikkat çekmiştir.98

97~ Kurhıbi, el-Cami', XTI. 47-48. 98~ Şafii, Risale, s. 239.

440

 

Hz. Ali'nin bir bayram günü, namazı kıldırıp insanlara hitap ettiğinde Hz. Peygamberin nehyini hatırlatarak etleri üç günden fazla biriktirmekten nehyetmesi de, bu görüşü desteklemektedir. Nesh kanaatinde olanlar Hz. Ali'nin bu uygulaması karşısında şaşırmışlar ve bazıları "Belki de nesh ile ilgili haber ona ulaşmamıştır" demişlerdir. Oysa, İmam Ahmed ona mübahlığın ve ruhsatın ulaştığına delâlet eden haberler nakletmiştir. Dolayısıyla, tercih edilmesi gereken, onun bunu insanların ihtiyacına binâen söylemiş olmasıdır. Nitekim Fethu-l-Bârfde zikredildiği üzere İbn Hazm da bu kanaattedir. Hafız (İbn Hacer) ise şöyle demektedir: "Üç gün sınırlaması, o günkü hal ile ilgili bir vakıadır. Aksi takdirde, şayet ihtiyaç bütün etlerin damıtılmasıyla giderilecek olsa hiç bekletilmemesi gerekirdi."99

Rafiî, bazı Şafiîlerin şöyle dediklerini anlatmaktadır: "Haramlılık bir illete mebni idi. İllet kaybolunca, hüküm de kayboldu. Fakat illetin geri dönmesi, hükmün de geri dön­mesini gerektirmez. İbn Hacer Fethu'l-Bâri'de desteklese de, onlar bu görüşü uzak bir ihtimal olarak görmektedirler."'™

Şayet onlar bu konudaki Nebevi nehyi, raiyyesinden sorumlu olan bir yöneticinin tasarruflarından ve o günkü şartlarla ilgili seri siyasetin gereklerinden olarak görebilse­lerdi, hepsi rahatlayacaklardı. Çünkü bu bir mubahı sınırla­maktan, şartların gerektirdiği bir yardımı gerekli kılmaktan farklı bir şey değildi. Dolayısıyla Allah'a hamdolsun burada da bir problem yoktur. ı°ı

Nitekim bu hususta İmam Şafiî'nin Risale'de ve Ihtila-fu'l-Hadîs'de nehiyden sonra kurban etlerini biriktirmenin

99- İbn Hacer, Feth^i-Bârî, XII. 120-125

10°- A.g.e.

im~ Kurtubi, el-Cami1, XII. 47-48.

441

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

mübahlığı hakkında zikrettiklerinin akabinden, AUâme Ah-med Muhammed Şakimin aydınlatıcı değerlendirmelerini buldum. O şöyle demektedir:

"Gördüğün gibi Şafiî, bu husustaki görüşünde, bu şe­kilde tereddüt etmiştir. O bazen neshe kail olmakta, bazen de nehyin farz değil, ihtiyarî olduğunu söylemekte, bazen de bu nehyin (özel) bir anlamı bulunduğunu, onun bulun­ması halinde nehyin sabit olacağını söylemektedir. Oysa be­nim nezdimde tercihe şâyan olan husus şudur: ' Etleri üç günden fazla biriktirmeden nehy, ancak Hz. Peygamber'in dışarıdan gelenleri göz önünde bulundurarak buyurduğu bir tasarruftur. Bu O'ndan, umumî işlerdeki teşriî yoluyla değil, insanların maslahatını gözeten bir yönetici ve devlet başkanı sıfatıyla sâdır olan bir tasarruftur. Dolayısıyla bura­dan, bir yöneticinin bu gibi durumlarda emretme veya ya­saklama yetkisinin bulunduğu ve onun bu emrinde itaatin vacip olduğu, kimsenin kendisine muhalefet edemeyeceği neticesi çıkartılabilir. Bunun delili ise, sahabeden söz konu­su sıkıntı gidince onların (ertesi yıl gelip bazı kimselerin kur­ban etlerini biriktirdiklerini) sorduklarında Hz. Peygam­ber'in "Bunda ne var?" buyurmasıdır. Onlar Hz. Peygam-ber'e bu husustaki nehyini hatırlatınca, O onlara nehyin illet ve sebebini açıkladı. Eğer bu nehy, teşriî olsaydı, onlara böy­le bir hükmün var olduğunu, ancak sonra neshedildiğini mutlaka zikrederdi. Oysa O'nun sadece nehydeki illeti açık­laması, O'nun bununla, bu gibi meselelerin, yöneticinin gör­düğü maslahata göre çözüldüğünü ve böylesi durumlarda ona itaatin vacip olduğunu öğretmeyi kastettiğini gösterir. Dolayısıyla buradan öğreniyoruz ki, bu husustaki emir, ihti-yarilik değil fariziyer ifade eder. Ancak o, belli bir zamanla

sınırlı, özel bir mânâsı olan, yöneticinin göz Önünde bulun­durduğu maslahattan Öteye geçmeyen bir farzdır.

Bu ise, düşünmeye, geniş bir bakış açısına, Kitap ile sün­neti ve ihtiva ettikleri mânâları oldukça geniş bir şekilde mü­talâa etmeyi gerektiren gayet güzel, ince bir mânâ olduğu ka­dar, Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerden başkaları için birçok meselede de tatbiki zor olan bir husustur.103

Hz. Peygamberin (s.a.v.) İctihadları

Müslüman usûl ve kelam âlimleri, Hz. Peygamberin ictihad etmesi hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Onlardan bazıları, Hz. Peygamber'in şer'î hususlarda içtihadının ola­mayacağını, çünkü O'nun vahiy almaya kadir olduğunu, dolayısıyla dûnundaki içtihada başvurarak daha üstün bir kaynak olan vahiyden veya zanna başvurarak yakın (kesin bilgi)den müstağni kalamayacağını belirtmişlerdir. Onlar, yüce Allah'ın şu ayetlerini de delil getirmişlerdir: "O, heva-smdan konuşmaz, o ancak kendisine vahyedilen bir vahiy­dir." (Necm, 3-5) Bu ayet, O'nun ancak vahye dayanarak ko­nuştuğunu haber vermektedir. O'nun içtihadından sâdır olan hüküm ise vahiy olmaz ve dolayısıyla buradaki nefyin kapsamına da girmez.

Diğer âlimler ise buna Kur'an, sünnet ve aklî delillerle cevap verdiler ve şöyle dediler: "Onların delil getirdikleri ayet onların lehine bir delil olmaz, çünkü o, Kur'an'dan bah­setmektedir. Anlamı ise Katade'den rivayet edildiği üzere söyledin "Kur'an'da O'nun hevasından sâdır olan bir şey yoktur, bilakis o, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir vahiydir." Bunu Kurtubi, Tefsirinde zikretmiştir.103

102-Kurtubi,a.g.e. 103

442

443

 

sCnneti anlamada yöntem

Şevkanî ise, "O hevasından konuşmaz..." ayetini delil getirenlere cevaben şöyle demektedir: "Burada kastedilen Kur'an'dır. Çünkü müşrikler "Onu bir beşer öğretiyor..." di­yorlardı Şayet onların dedikleri bir an için doğru kabul edil­se bile, bu onun içtihadının olamayacağına delalet etmez. Çünkü O, ictihad ve vahiy ile taabbüd ederken, hevasından konuşuyor değildi, aksine yine vahye dayanmaktaydı,"104

Bu âlimler içtihadın olamayacağını söyleyenlere Hz. Peygamber'in içtihadının sabit olduğu vakılardan bazılarıy­la cevap vermişlerdir. Mesela O'nun:

-" Peki, babanın borcu olsaydı, bu hususta ne derdin?", Hz. Ömer'e.

-" Mazmaza yapmış olsan, ne olacaktı?", Hz. Abbas'a da:

-" İzhir otu hariç olsun" ve,

-" Bu şiiri onu öldürmezden evvel duymuş olsaydık, onu öldürmezdik" sözlerinde olduğu gibi.

İşte bundan dolayı âlimlerin çoğu, Hz. Peygamber'in ic­tihad etmesinin caiz olduğu ve birçok davada bilfiil vuku bulduğu kanaatini benimsemişlerdir. Onlara göre Hz. Pey­gamber, ictihad ettiği gibi, bazen hata da edebilir ve ardın­dan O'nun hatasını tashih etmek üzere vahiy gelir ve O'na doğru olanı açıklar. Böylece O, asla hata üzere bırakılmaz. Bu da O'nun diğer müctehitlerden ayrıcalıklı bir yönüdür. Bundan dolayıdır ki. Usûl âlimleri, ictihad yoluyla gelen hü­kümleri, "vahy-i bâtın" diye isimlendirmişlerdir ki o, her ne kadar vahiy değilse de, vahye benzemektedir.

Fakat söz konusu ictihad sırf dünya işleri ile ilgili oldu­ğu zaman, iki fırka arasındaki görüş ayrılığı daha da belir­ginleşmektedir. Nitekim Keşfu'l-Esrar'da Hz. Peygamber'in

104' İbn Hacer, Fetkul-Bârî, XII. 120-125.

444

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

içtihadı ile ilgili ihtilaf zikredildikten sonra şöyle denilmiştir: "Âlimlerin hepsi O'nun savaşlar ve dünya işleri hakkında..., kendi re'yiyle amel etmesinin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Aynı şekilde onlar, savaş vb. gibi işlerde O'nun ictihad ve re'y ileri sürmesinin caiz olduğunda ittifak ettikleri gibi, böylesi konularda O'na muhalefet etmenin de caiz olduğu hususunda da ittifak etmişlerdir. Nitekim, Hen­dek Savaşı'nda Hz. Peygamber'in Gatafan Kabilesi'ne savaş­tan vazgeçmeleri karşılığında Medine hurmalarının 1/3'ünü vermek istediğinde iki Sa'd (b. Muaz b. Ubade) O'na muha­lefet etmişlerdir. Bedir günü de konaklanılan yer konusunda Hubab b. El-Münzir O'na muhalefet etmiştir."™5

Yine azad edilmesinden sonra Berire de Hz. Peygam­ber'in köle konumunda bulunan kocası Muğis'e dönmesi yolundaki arabuluculuğuna da muhalefet etmiştir. Halbuki kocası ona çok bağlıydı O ise, ondan hiç hoşlanmıyordu. Hz. Peygamber, onunla kocasına dönme konusunu görüşüp, kendisinin bir aracı olduğunu ona anlatınca, Berîre:

- "Benim ona ihtiyacım yok" demiştir. Bu haber Sa-hih'lerde sabittir.

Sünnetten İrşad Yoluyla Gelen Emir ve Yasaklar

Burada bilmemiz gereken önemli bir husus da, Hz. Peygam­ber'den gelen bazı konular, Allah'tan sevap almak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak arzusuyla yapılması veya el çekil­mesi istenilen dinî konulardan değildir. Hatta bu taleplerin­den bir kısmı, emir ve nehiy sigasında olsalar bile durum böyledir. Usûl âlimleri bunu, emr-i irşad veya nehy-i irşad

105" Abdulaziz el-Buhâri, Keşfu'I-Esrar aya Usuli'I-İmam el-Peıdevi, II. 626.

445

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

diye isimlendirmektedirler. Onlar emirdeki irşada, Yüce Al­lah'ın borçlanma ayetindeki "Alış-veriş yaptığınız zaman, buna şahit tutun" (Bakara- 282) emrini; nehiydeki irşada ise O'nun "Ey inananlar, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeye­cek şeyleri sormayın!" (Maide, 101) buyruğunu misal göster­mektedirler. Halbuki onların bu hususu, hadîslerdeki irşad daha açık ve bariz olduğu için bazı hadîslerle misallendir-meleri daha uygun olurdu. Çünkü, nedb veya irşad ifade etmesi itibariyle Kur'an'ın emirleri; mekruhluk veya irşad ifa­de etmesiyle de nehiyleri tartışılabilir.

Yine onlar, nedb ile irşad arasında da fark gözetmişler ve şöyle demişlerdir: "Nedb iîe irşad arasında da farka gelin­ce; nedb, ahiret sevabına yöneliktir, irşad ise dünya menfa­atiyle alâkalıdır. Borçlanmalarda şahit tutmayı terk etmekle ahiret sevabı eksilmeyeceği gibi, bunun yerine" getirilmesiy-le de sevap artmaz."106

İşte bu bize, Hz. Peygamberin bazı emirlerinin vaciplik veya müstehaplık ifade etmediklerini, bunun, ictihad etme­leri hatta o konuda başka bir reye başvurmaları caiz olan dünyevî maslahatlara irşad anlamında olduklarını gördük­lerinde, sahabenin böylesi emirleri nasıl terk edebildiklerini açıklamaktadır.

Bunun bir misali, Hz. Peygamberin "Yahudiler ve Hı­ristiyanlar (saç-sakallarını) boyamıyorlar, siz onlara muhale­fet edin"107 şeklindeki ağaran saç ve sakalların boyanmasıyla

106- Abdulaziz el-Buhârf, a.g.e-, I 107; Şevkânî, İrşadu'l-Fııhul'da bu­nu Razi'nİn Mnhsu/'ünden naklederek zikretmektedir. Bkz: ei-Mohsul, II. Böiüra, I. 58; Amidi, el-îhkam fi Usuli'l-Ahkam, II. 207.

107- Buhâri, Libas, Ebu Hureyre'den, (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, X. 354, no: 5899); Müslim de rivâyel etmiştir. M. Fuad Abdulbaki, el-Lü'lüü ne'l-Meram, no: 1362.

446

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ilgili emridir. Oysa Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-Bârİ'de dediği gibi, sahabeden boyamayanlar mevcuttur. Mesela, Ali b. Ebi Talib, Ubey b. Ka'b, Seleme b. el-Ekva', Enes b. Malik ve bir­çokları boyamayı terk edenler arasındadır.108

Hafız İbn Hacer, orada selefin kına ile boya hakkındaki ihtilaf ve terk etmelerini de zikretmiş ve şöyle demiştir: "Fa­kat mutlak olarak kına kullanılması daha evlâdır. Çünkü on­da, Ehl-i Kitaba muhalefet etme emrine de imtisal vardır. Ayrıca onda, saçları toz vb. şeylere karşı koruma da söz ko­nusudur. Fakat bir beldenin saç boyamama gibi bir âdeti varsa o başka. Çünkü böyle bir durumda toplumdan ayrı ha­reket eden kimse, şöhret makamında gibi olur ki, onun hak­kında bunu terk etmesi daha iyidir."109

Asrımızda kendilerini sünnete ittibaya nispet eden bazı aşırı gidenlerin yaptıklarının aksine Hafız ibn Hacer, bu işi beldelerin âdetine bırakmakla oldukça insaflı davranmıştır.

Yine "Oğlunu, Rabah, Yesar, Eflah ve Nafi' diye isim­lendirme"110 hadîside böyledir. Bununla birlikte sahabe as­rından beri Müslümanlar, bu isimleri koymaktadırlar. Şayet bunda dinî bir mekruhluk olsaydı, onlar çocuklarını bu isim­lerle isimlendirmezlerdi.

Tıbbî Nitelikli Hadîsler:

Kanaatime göre tıbbî nitelikli ve buna benzer, mesela belli bir tür sürmeye, ya da belirli türden yiyeceklere veya giye­ceklere vb. teşvik eden hadîsler de bu cümledendir, yani terk edilmesiyle sevabı eksilmeyen, yapılmasıyla da artmayan ir-

108' İbn Hacer, Fethu'I-Bürî, X- 355.

109-

A.g.e.

no" Müslim, Sahih, Semure'den, no; 2136. (II. 1685)

447

 

SÜNNET) ANLAMADA YÖNTEM

şad hatundandır.

Hadîste geldiği üzere, Resûlullah (s.a.v.) siyatik hastalı­ğına yakalanan kimseye, Arap koyunun kuyruğunu tavsif etmişse, bu, yapanın sevap kazanacağı, terk edenin ise kı­nanacağı dinî işlerden değil, Arap toplumunun tecrübesine bağlı dünyevî bir İş için irşad kabilindendir. Bu sebeple Müslüman, bugün onu terk edebilir, mütehassıs bir doktora gidip onun yanında tedavi görebilir, onun görüşünü alabilir, ama buna rağmen sünnete de muhalif olmaz.

Hz. Feygamber'in "Uyuyacağınız zaman size ismid (antimuvan) tavsiye ederim. Çünkü o, görmeyi güçlendirir, saçı büyütür"112 sözü de böyledir.

Hz. Peygamber'in "Size ismidi tavsiye ederim, çünkü o saçı bitirir, çapağı giderir ve görmeyi netleştirir"1 i3 vb. is­mid İle sürmelenmeye çağıran hadîslerinin hepsi de irşad yolludur. Dolayısıyla Müslümanın artık göz doktorunun ta­limatını izlemesinde hiçbir günah yoktur. Şayet güvenilir bir doktor ona, "İsmid sana uygun değil, sana bir yararı yok" dese, onun ondan uzak durması gerekir ve o, bununla sünnete muhalefet etmiş olmaz. Bilakis o, her sahada zikr ve tecrübe ehline başvurmanın vacipliği şeklindeki İslâm'ın rehberliğine ve aynı şekilde "Zarar verme de, ona zararla

'"* İbn Mâce, Tıbb, no: 3464; Busiri onu sahih görmüştür. Hakkında­ki değerlendirme fbn Kayyim'in sözünden sonra gelecektir. "*J ibn Mâce, Cabir ve İbn Ömer'den; Hakim, İbn Ömer'den; Ebu Nuaym, Hıtye'de İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Hadîs, Sakîhu'l-Cnmii's-Sağir'de no: 4054,4056'da zikredümişfir. ' *3" Taberani ve Ebu Nuaym onu Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir. Na-sıruddin el-Elbânl, onu Sahihu'l-Caınii's-Sağifde no: 3934'de zikrelmif ve hasen olduğunu söylemiştir.

"^ Ahmed ve İbn Mâce, İbn Abbas'tan, İbn Mâce, Ubade'den riva­yet etmiştir ki, bütün tarikleri ile sahihtir. Nasıruddin el-Elbânî, onu

448

 

karşılık verme de yoktur"'14 şeklindeki Resûlullah'ın (s.a.v.) sözüne ittiba etmiş olur. Çünkü Resûlullah (s.a.v,) bedenlerin tıbbı ile gönderilmemiştir, onun ayrıca ehli var­dır. O (s.a.v.) ancak, kalplerin, akılların ve nefislerin tıbbı ile gönderilmiştir.

İşte asrımızda bir hayli tartışma ve çarpışmaların yapıl­dığı, herhangi bir kaba düşen sineğin batırılması ile ilgili ha­dîse bu bakış açısından bakıldığında hem biz rahatlayacağız, hem de başkalarını rahatlatacağız.

Şu halde hadîs, dünyevî bir işte, besin maddeleri sınırlı ve az olan belirli bir çevrede irşadı temsil eder. Dolayısıyla özellikle evlâtlarını sadelik içerisinde ve sert hayat şartların­da yetiştiren ve onları cihad hayatına hazırlayan bir toplum­da içerisine sinek düşen bütün yemeği dökmek gerekmez.

Fakat, hadîsin ihtiva ettiği "Sineğin bir kanadında zehir, diğer kanadında da panzehir olduğunu" haber vermesi, çev­re tecrübesinin, Arap tecrübesinin de üzerinde bir şeydir. Bu yüzden bu durumu yadırgayarak reddetme veya yalanlama ile karşılamamamız gerekmektedir.

Alimlerin "Nebevi tıp" diye isimlendirdikleri şeyle ne kadar şeref duyarsak duyalım, ittifakla kabul edilen bir hu­sustur ki Hz. Peygamber tıbbı bildiğini iddia etmediği gibi, bunun için de gönderilmemiştir.

Bildiğim kadarıyla, muteber âlimlerden hiçbirisi, sahih hadîslerde tavsif edilen belirli tedavi şekillerinin genel ve mutlak olduğunu söylememiştir. Aksine, her ne kadar onlar, bazı zamanlar genel lafızlarla vârid olmuşsa da, söylenmiş

Sakihu'l-Camu's-Sağir'ûe no: 7517dezikretmiştir. Birçok cüz'i riasslar-dan ve hükümlerden alman mânâsı ise kafidir. Bundan dolayıdır ki o ittifakla telaffuz edilen kat'i, şer1! bir kaide haline gelmiştir.

449

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

olduğu zaman, mekan ve durumlara mahsustur.

İbnul-Kayyim'in Nebevi Tıp Yorumu

Kendi ilmi ve asrının ilmi ölçüsünde Nebevi tıbba bir hayli Önem vermiş olmasına rağmen, Zâdtt'l-Meâd fi tîeydi Hayri't-Ibâd adlı kitabında Muhakkik İbnu'l-Kayyim'in, dikkatleri şu hususa çektiğini görmekteyiz: "Bu sahadaki, Nebevi emir ve yönlendirmelerin çoğu, bütün insanlar, bütün toplum ve durumlar için genel olmayıp, aksine onların söylenildiği böylesi bir çevreye mahsustur."

Bu hususta Hz. Peygamber'in siyatik ile ilgili tedavisini misal olarak alalım. Ibn Mâce Sünen'inde Muhammed bin Şî­rîn, Enes b. Malik'ten onun şöyle dediğini nakletmiştir. "Resûlullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: 'Siyatiğin te­davisi, yaşlı çöl koyununun kuyruğımdadır. Kuyruk üç par­çaya bölünür, sonra her gün katıksız olarak bir parça içi­lir. '""5

Ibnü’l-Kayyim şöyle demektedir:

" Siyatik, uyluk mafsalında başlayan bir ağrı olup, uy­luğun arka tarafından, hatta bazen topuğa kadar iner. Süre­si uzadıkça, inmesi de artar ve onunla birlikte ayak ve diz zayıflar. Bu hadîste, hem lügavî, hem de tıbbî anlam vardır. Lügavî anlamı, bu isimlendirmeye karşı çıkanların aksine o, bu hastalığın 'ırku'n-nesa' şeklindeki siyatik olarak isimlen-dirilmesinin caiz olduğuna delildir. Bir kimse şöyle diyebi­lir: 'Nesa ile ırk, ikisi de aynı şekilde damar anlamına gel­mektedir ve bir şeyin kendisine izafe edilmesi demek olur ki, bu kabul edilemez.'

' '*" İbn Mâce, Tıbb, Siyatiğin Tedavisi babı, no: 3463, ricali sikadır. £1-Busiri Zevaid'ittde {i. 216) isnadının sahih olduğunu söylemektedir.

Bunu söyleyene iki şekilde cevap verebiliriz.

~ Irk, nesadan daha büyüktür, dolayısıyla bu, genelin Özele izafesi babından olur. 'Dirhemlerin hepsi veya bazısı' kullanımında olduğu gibi.

2- Nesa, damarda bulunan bir hastalıktır. Dolayısıyla böyle bir izafe, bir şeyin yer ve mahalline izafe babından olur. Bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi ise, onun sancısı­nın diğer ağrıları unutturmasındandır. Bu damar, uyluk maf­salında başlar, ayak kemiği ile siniri arasmda bulunan sağ ta­raftaki topuğun arkasından, ayak arkasına kadar uzanır.

Tıbbî anlama gelince, daha önce zikredildiği gibi, Resûlullah'ın (s.a.v.) sözleri iki türlüdür:

a) Zaman, mekan, şahıs ve durumlara göre genel olanlar.

b)  Bu hususlara veya bunlardan bazılarına göre özel olanlar. İşte bu siyatik konusu da bu kısma girer. Zira bu, Arap'a, Hicaz ehline ve çevresindekilere, özellikle de çöl be­devilerine yöneltilmiş bir hitaptır. Çünkü bu, onlar için en yararlı tedavi yöntemleridir. Bu hastalık, kurumadan dolayı ortaya çıkmaktadır. Bazen de kalın elastiki maddeden ortaya çıkabilmektedir. Tedavisi de, yumuşatmaktır. Koyun kuyru­ğunun ise iki özelliği vardır: Pişirme ve yumuşatma. Yani on­dan hem pişirme/olgunlaştırma, hem de (hastalığı dışarıya) çıkarma mevcuttur. İşte bu hastalığm tedavisi, bu iki duruma ihtiyaç duymaktadır. Çöl koyununun tayin edilmesinin sebe­bi ise, onun (pislik vb.) atıklarının azlığı, cüssesinin küçüklü­ğü, özünün yumuşaklığı ve otlağının özelliği şeklinde sırala­nabilir. Çünkü o, yavşan ve marsuma vb. sıcak bölge iklimin­de görülen otlardan otlamaktadır. Bir hayvan bu bitkileri ot-ladığı zaman, etinde bu otların tabiî özellikleri oluşur ve böy­lece özellikle de kuyruk olmak üzere daha yumuşak bir hale dönüşür. Bu bitkilerin hayvanların sütlerine fiili tesirleri, et-

450

451

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lerine yaptıkları tesirden daha kuvvetlidir. Fakat kuyruktaki pişirme ve yumuşatma Özelliği, sütte bulunmaz. İşte daha önce zikredildiği üzere, çeşitli milletlerin ve bedevilerin ge­nel ilaçları bunun gibi, terkipsiz ilaçlardır ve Hint doktorları­nın uygulamaları da böyledir.

Bizans ve Yunan ise, birkaç maddeden oluşan ilaçlar yazmaktadır. Onların hepsi, şu hususta görüş birliği içerisin­dedir: Bir doktorun mahareti, öncelikle diyetle tedavi etmek­ten geçer, şayet o, bu tedavide aciz kalmışsa, terkipsiz tek bir madde ile tedavi eder, bundan da aciz kalmışsa, en az ter-kipli olanı tercih eder.

Daha önce söz edildiği gibi, Araplar ve çöl bedevileri, genellikle basit hastalıklar ile bunlara uygun basit ilaçlara alışkındılar. Bu aynı zamanda onların besinlerinin de basitli­ğinden kaynaklanıyordu. Bileşik/kompleks hastalıklara ge­lince, bu da genellikle çeşit çeşit gıdaların birleşmesinden meydana gelmekteydi ki, bu hastalıklar için de kompleks ilaçlar tercih ediliyordu. En iyisini Yüce Allah bilir." i16

İbnü'l-Kayyim bu metodunu Medine hurmasından söz ederken de sürdürür. Sahihayn'da, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan ge­len hadîse göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur

"Kim sabahları, Medine çevresindeki hurmalardan yedi hurma yerse, o gün ona zehir de, sihir de bir zarar vermez." Diğer bir lafız ise şöyledir:

"Sabahladığı zaman kim Medine'nin iki kara taşlığı117

u6~ İbnu'l-Kayyim, Zadul-Mead. IV. 71-72.

ü ^" Labeteyha; Medine'yi iki tarafından çeviren kara taşlar İle krater

taşları arasıdır. Labe'nin tesniyesidir. Abe veznindedir.

11 $- Buhâri, B'ıme, Acve babı, IX. 493; Müslim, Epîbe, Babu Fadli

Temri't-Medine. no: 2047; M. Foad Abdulbaki, el-Lü'iüü ve'l-Mercan,

no: 1327.

452

 

arasındakilerden yedi hurma yerse, akşama kadar ona zehir zarar vermez."118 İbnü'l-Kayyim, - kendi ilmi ve asrının ilmi muvacehesinde- hurmanın, özellikle de Medinelilerin en güçlü geçim kaynakları ve besin maddesi olan Medine hur­masının faydalarından bahsettikten sonra, şöyle demektedir:

"Bu hadîs, Medine halkı ve çevresindekiler olmak üze­re kendisiyle hâs murad edilen hitap tarzlarındandır. Şüphe­siz, çeşitli bölgelerin başka yerlerde bulunmayan, kendileri­ne has çok yararlı üaçları vardır. Bu bölgede geliştirilen bir ilaç, oradaki hastalığı tedavi ederken; başka bir bölgede ge­liştirildiğinde toprağın veya havanın ya da her ikisinin etki­si sebebiyle, aynı faydayı sağlamayabilir. Zira, insanların ta­biatlarının farklı farklı olması gibi, toprağın da Özellikleri, ta­biatı farklıdır. Birçok bitki, bazı beldelerde yenilen gıda iken, bazı beldelerde Öldürücü zehir olabilmektedir. Bir toplum için ilaç olan nice maddeler, başkaları için gıdadır. Yine nice toplulukların çeşitli hastalıklar için geliştirdikleri ilaçlar var­dır ki, onlar, başka toplumların farklı hastalıkları için kullan­dıkları ilaçlardır. Hatta bir beldenin ilaçları, başka bir belde­ye uygun düşmeyeceği gibi, yarar da sağlamaz.

Dolayısıyla zikrolunan hurma bazı zehirlere faydalı olabilir. Böyle olunca hadîs, tahsis edilmiş âmm kabilinden olur ve sadece bu beldeye has, her türlü zehirlere karşı fay­dalı olabilir. Burada açıklamamız gereken diğer bir husus da şudur: Bir ilacın hastaya faydalı olabilmesi için, onun o ilacı kabul etmesi, faydalı olacağına inanması, karakterinin de ka­bullenmesi ve böylece bu hastalığı savabilmesi için ondan yardım umması şarttır. Öyle ki, tedavilerin birçoğu, itikat, güzelce kabullenme, mükemmel bir ümit sebebiyle yararlı olmaktadır. Nitekim insanların bu hususta çok acayip göz­lemleri vardır. Çünkü insan tabiatı, onu aşırı bir şekilde ka-

453

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

bul etmek ister, onunla sevinmek ister, böylece kendisine bir güç gelir ve tabiatını güçlendirir, iç güdüyü harekete geçirir ve neticede bütün bunlar, rahatsızlığı savmaya yardımcı olur, Bunun aksi durumlarda ise, belli bir hastalığa çok fay­dalı ve etkili olan bir ilaç, hastanın bu hususta inancının bo­zuk olması, mizacının onu kabullenmemesi sebebiyle işi bo­zar ve ona hiçbir şey veremez.""9

Görüldüğü gibi, İbnü'l-Kayyim burada psikolojik yöne ve onun tedavide ve şifanın bir an evvel elde edilmesindeki önemine dikkat çekiyor ki, bu modern tıbbın da var gücüyle onayladığı bîr yöndür,

İbnü'l-Kayyim'in Zâdu'l-Meâd adlı eserinde değişik mü­nasebetlerle birkaç defa tekrarladığı sözlerinden dikkat edil­mesi gereken diğer bir yön de şudur: Ona göre tıp vb. ile il­gili olarak vârid olan hadîslerden çoğu genel ve mutlak ola­rak alınamaz, bunlar çoğu defa, belli şartlar, belli mekanlar ve belli durumlarla ilgili oldukları için, başka durumlar hak­kında geçerli olamazlar. Bilakis onun Miftahu Dâri's-Saâde adlı kitabında zikrettiği ve bizim de ileride nakledeceğimiz gibi onlar, Hz. Peygamber'in mahza beşerî görüş ve tecrübe­sinden sâdır olmuştur.

Şimdi şu hadîse bakalım: "Size inek sürünü ve yağını tavsiye ederim, çünkü sütü deva, yağı şifadır. Ama etinden sakının, zira eti hastalıktır." Bunu, Hakim, İbnu's-Sinnî ve Ebu Nuaym İbn Mes'ud'dan rivayet etmiş, Hakim onu sahih görmüş, Zehebî de onu onaylamış, Elbânî de Sahihu'l-Ca-mü's-Sağir'de zikretmiştir.

Bunun bir benzeri de Suheyb'den gelmiştir: "Size inek sütünü ve yağını tavsiye ederim, çünkü sütü şifa, yağı deva-

n9~ Ibnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead, IV.98-99.

dır. Eti ise hastalıktır." Bunu, İbnu's-Sinnî ve Ebu Nuaym ri­vayet etmiş, aynı şekilde Elbânî de onu sahih görmüştür.

Diğer bir rivayet de şöyledir: "İneğin sütü şifa, yağı de­va, eti ise hastalıktır," Bunu Taberanî, e!-Kebİr'de Müleyke binti Amr'dan rivayet etmiştir ve bu da aynı şekilde Sohıhu'l-Camii's-Sağir'de mevcuttur.120

Acaba bu hadîs, hevasından konuşmayan Hz. Peygam­ber'in, ineklerin etlerinin hastalık olduğunu haber vermesi gibi bir hadîs, dinî ve teşriî nitelikli bir hadîs midir ve bu ha­ber, vakıaya uygun mudur?

Eğer bu hadîs dinden olsaydı, her yönüyle vakıaya uy­gun olması gerekirdi. Bu gibi haberlerin, teşriî olması ve bu­nun üzerine sorumluluğun terettüp etmesi lazım gelirdi. İnek eti hastalık olunca, zararından sakınmak için yenilmesi de haram veya en azından tahrimen mekruh olurdu. Çünkü, zarar vermek de, zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Nitekim bu az önce zikredilen îbn Mes'ud hadîsinde "Sizi inek etinden sakındırırım" ifadesiyle açıkça nehyedilmiştir.

Oysa, vakıa olarak, inek eti, içerisinde İslâm âlemi de ol­mak üzere bütün dünyada yenilmektedir. Müslümanlar geç­miş asırlar boyunca bu etleri yemişler, yenilmesinde hiçbir sakınca ve günah görmedikleri gibi, onda herhangi bir has­talık görmemişlerdir. Hatta sahih olarak gelen hadîslere gö­re bizzat Hz. Peygamber, ailesi adına inek kurban etmiştir. Aynı şekilde O (s.a.v.) hac ve kurbanda inek kesmeyi meşru kılmış, ineği yedi kişi için yeterli görmüştür. Şu halde, şayet bunları, İbnü'l-Kayyim'in Zâdu'l-Meâd ve Miftah adlı eserle­rinde dediklerine hamletmezsek, bunun gibi hadîsler hak-

120- Elbânî, Sahihul-Camii's-Sağir, no: 1233, 3929; Münavi, Feyzu'i-Ka-âir Şerhu'i-Caınii's-Sağir, IV. 348.

454

455

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kında yorumumuz ne olacaktır?

Tıp İle İlgili Hadîsler Hakkında İbn Haldun'un Görüşü

Benim kanaatime göre Allâme ibn Haldun şöyle söylerken doğrudan sapmış değildir:

"Şer'î" kaynaklarda nakledilen - yani sünnetten nakle­dilen- tıp da bu kabildendir, (Yani Dehlevî'nin ifade ettiği gi­bi, risaleti tebliğ babından değildir.) O, ancak, âdet ve yara­tılış üzere cereyan eden şeyler cümlesindendir." O, devamla meşhur Mukaddime'sinde şöyle demektedir:

"Çöl sakinleri de, genellikle bazı şahıslara ve sınırlı tec­rübelere dayalı, kabile şeyhleri ile kocakarılardan devraldık­ları bir tür tıbba sahiptirler. Bu tıbbın bir kısmı doğru olsa da, o, tabiî kanunlara dayanmadığı gibi, insan mizacına da uygun değildir. Araplar arasında bu tür tıp çok yaygındı ve aralarında Hadîs b. Kelede vb. meşhur doktorlar vardı.

Şer'î kaynaklarda nakledilen tıp da bu kabildendir. Bu hususta vahiyden kaynaklanan bir şey olmayıp, o, Arap'ın mutad olarak uyguladığı bir şeydir. Hz. Peygamber'in âdet­leri ve tabiî hayatı türünden bazı hususlar anlatılırken, O'nun bu konu ile ilgili bazı durumları da anlatılmışsa da, onlar, bunların meşruiyeti veya aynı şekilde uygulanması ci­hetinden nakledilmemişlerdir. Çünkü O (s.a.v.) bize şer'î bil­gileri öğretmek için gönderilmiştir; tıbbı veya diğer tabiî ilimleri öğretmek için gönderilmemiştir. Nitekim hurma aşı­lama işinde başından geçen olaydan sonra, "Siz kendi dün­yanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" demiştir. Şu halde, nakle­dilen sahih hadîslerde gelen tıp ile ilgili şeyleri, meşru (yani emrolunmuş) şeylere hamletmemiz gerekmez. Zaten buna

456

 

delâlet eden bir şey de yoktur. Ancak teberrük cihetiyle ve­ya iman akdini tasdik kabilinden kullanılırsa, işte o zaman etkisi büyük ve faydalı olur. Fakat bu, tabiî tıpta yoktur. O, ancak iman mesajının eserleridir. Mesela karnı ağrıyan bir kimseye balı önermesinde olduğu gibi. Allah en doğruya gönderecektir ve O'ndan başka Rab yoktur."121

Hz. Peygamber'in Beşeriyeti Gereği Tasarrufları

Şüphesiz ki, Hz. Peygamber, bir melek değil, insanlardan bir beşerdi. O'nun risaleti, beşeriyetini ilga etmedi. O'nun söz ve fiillerinden bazıları, sırf beşer oluşunun gereği olarak sâ­dır olmuştur ve bunlarda herhangi bir teşriî Özellik yoktur. Mesela O'nun koyununun kol etini sevmesi, kabağı sevmesi rivayetlerinde olduğu gibi, bu ve buna benzer durumlar, in­sanın tabiatıyla ilgili bir durum olup, insanların mizaçlarının farklılığına göre değişir. Şayet bir Müslüman kol etini değil de, sırt veya baldır etini sevse, bunun ona bir zararı olmaz. Aynı şekilde, kabak sevmeyip de, diğer sebzelerden başka türleri sevse yine durum böyledir. Yine Hz. Peygamber, be­şeriyeti gereği, hoşnut olduğu gibi, bazen de kızabiliyordu. Gazap halinde O'ndan bazı insanlara karşı kastetmediği ba­zı sözler veya dualar sâdır olabiliyordu. İşte ilim erbabının buna riayet etmeleri ve bu alanı, teşriî ve hüküm çıkarma alanına geçirmemeleri gerekir.

Alimlerden bir grup, Müslim, Ahmed b. Hanbel ve baş­kalarının naklettiği ve İbn Abbas'ın rivayet ettiği, Hz. Pey­gamber'in Muaviye hakkında "Allah onun karnını doyur­masın!" hadîsini bu esas üzere açıklamışlardır.

121 İbn Haldun, Mukaddime, III, 1143,1444.

457

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Müslim'in rivayet ettiğine göre Ibn Abbas'ın hadîsi an­latımı şöyledir:

-"Ben çocuklarla beraber oynuyordum. Ansızın Resû-lullah (s.a.v.) çıkageldi. Bunun üzerine ben kapının arkasına saklandım. Fakat Hz. Peygamber gelip sırtıma vurarak,122

- 'Git bana Muaviye'yi çağır!' buyurdu. Ben gidip gel­dim ve;

- 'O yemek yiyor' dedim. O (s.a.v.) bana tekrar:

- 'Git bana Muaviye'yi çağır!' buyurdu. Ben yine gidip geldim ve;

- 'O yemek yiyor' dedim. Bunun üzerine O (s.a.v.): -' Allah onun karnını doyurmasın!' buyurdu."123 Alimlerden bazıları "O'ndan sâdır olan bu bed(dua),

kasten söylenmiş bir söz değil, Arap'ın âdeti olduğu üzere söz arasında kullandıkları ifadelerdendir. O'nun hanımların­dan bazılarına "Allah boğazını ağrıtsın!/Uğursuz, kısır!" de­mesi, çok sevmesine rağmen Muaz b. Cebel'e "Seni annen dü-şürseydi ya ey Muaz!" buyurması ve "Sen dindar olan eş seç ki, iki elin toprak görsün!" vb. buyurmasında olduğu gibi.

Burada şeyh Muhaddis Nasıruddin el-Elbânî'nin bu ha­dîs için getirdiği124 başka bir te'vil vardır. O şöyle der: "Bu­nu birçok mütevatir hadîslerinde olduğu gibi Hz. Peygam­ber'in beşer oluşu hasebiyle söylemiş olması mümkündür. Bunlardan bir tanesi de Hz. Aişe'nin şu hadîsidir: 'Resûlul-lah'ın (s.a.v.) huzuruna iki adam girdi ve O'nu kızdırdılar.

122" Buradaki ifadeyi râvilerden birisi, "Elin açık vaziyette omuzların arasına vurulması" şeklinde açıkladı.

123- Müslim, no: 2604.

124" Elbânî, Silsiktu'l-Ahadîsi's-Sahıha, I. 121 vd. 82 no'lu Muaviye'yi kastederek "Allah onun [camını doyurmasın" hadisi üzerine değer­lendirmesi.

458

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bunun üzerine O, onlara lanet etti, sövdü. Onlar yanından çıkınca O'na:

-' Ey Allah'ın Resulü! Bu ikisinin kavuştuğu hayra aca­ba kim ulaşabilir ki?' dedim. O (s.a.v.): -' Ne var ki?' dedi. Ben de:

- İkisine de lanet edip, sövdün' dedim. Cevaben O:

-' Sen bilmez misin ki ben Rabbime şöyle bir şart koş­tum: 'Allahım, ben ancak bir beşerim. Hangi bir Müslümana lanet etmişsem veya sövmüşsem, bunu onun için bir arınma ve ecir kaynağı kıl!' buyurdu."

Müslim bu ve bundan önceki hadîsi "hak etmediği hal­de, Hz. Peygamber'in lanetlediği veya sövdüğü kimseler için bunun bir arınma ve ecir vesilesi olduğu babı" şeklinde­ki aynı babda rivayet etmiştir. Sonra da Enes b. Malik'in ri­vayet ettiği şu hadîsi nakletmiştir:

"Ümmü Süleym'in - ki o, Enes'in annesidir125- nezdinde bir yetim vardı. Birgün Resûlullah (s.a.v.) bu yetimi görünce:

- 'O yetim sen misin? Kendin büyümüşsün, yaşın büyü­mesin!' buyurdu. Bunun üzerine yetim kız ağlayarak Ümmü Süleym'in yanına döndü. Ümmü Süleym:

- 'Ey kızcağızım, neyin var?' diye sordu. Cariye.

-  'Hz. Peygamber, ebediyen yaşımın büyümemesi için (bed)dua etti. Veya 'çağın büyümemesi' dedi.' Bunu duyan Ümmü Süleym, eşarbını başına alelacele dolayarak çıktı120 ve Hz. Peygamber'e yetişti. Resûlullah (s.a.v.) ona:

- 'Ey Ümmü Süleym, neyin var?' diye sorunca, o;

_ 'Ey Allah'ın Nebîsi, yetim kızcağızıma (bed)dua mı et­tin?' diye sordu. O:

125-

Yani, Ümmıi Süleym, Enes'in annesidir. ' Yani, başörtüsünü başına dolayarak demektir.

459

 

sünneti anlamada yöntem

-  'Bunda ne var Ümmü Süleym?' diye sordu. Ümmü Süleym:

-  'O, yaşının büyümemesi veya çağının büyümemesi için senin dua ettiğini iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) güldü ve sonra şöyle buyurdu:

- 'Ey Ümmü Süleym! Sen benim: 'Ben ancak bir beşe­rim, beşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım. Ümmetimden hak etmediği halde her kime beddua etmişsem, bunu onun için bir temizlenme, arınma ve Kıyamet günü onu bir yaklaşma vesilesi kıl!' diye Rabbime şart koştuğumu bilmiyor musun?'"

Sonra İmam Müslim aynı anlamda olduklarına ve aynı babdan olduklarına işaret ederek bu hadîsin peşinden Mua-viye hadîsini rivayet ederek babı noktaladı.127 Yani nasıl ye­tim kıza yaptığı dua ona zarar vermeyecekse, hatta onun için bir arınma ve yakınlaşma vesilesi olacaksa, O'nun Muavi-ye'ye yapmış olduğu dua da aynı şekildedir. Nitekim İmam Nevevî, Müslim üzerine yazmış olduğu şerhinde şöyle de­mektedir: "Hz. Feygamber'in Muaviye'ye yapmış olduğu dua hakkında iki şekilde cevap verilebilir:

1- Bu, kasıt olmaksızın O'nun ağzından kaçmıştır.

2- Gecikmesinden dolayı bu, onun için bir cezadır. Müs­lim, bu hadîsten Muaviye'nin bu duaya müstehak olmadığı­nı anlamış ve bundan dolayı onu bu baba koymuştur. Başka­ları ise bunu Muaviye'nin menkıbeleri babına koymuştur. Çünkü bu, hakikatte onun lehine yapılmış bir dua haline ge­lecektir."

Zehebî de bu ikinci mânâya işaret etmiş ve Siyeru A'Ia-mi'n-Nübelâ adlı kitabında şöyle demiştir: "Ben derim ki: Bel-

327~ Müslim, no: 2600 vd.

460

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ki bu, Hz. Peygamber'in 'Allahım, kime lanet etmişsem veya sövmüşsem, bunu onun için bir arınma ve rahmet vesilesi kıl!' sözünden dolayı, Muaviye lehine bir menkıbedir deni­lebilir. Şunu bil ki, Hz. Peygamber'in bu hadislerdeki 'Ben ancak bir beşerim, beşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım...' şeklindeki sözleri, sadece Yüce Allah'ın 'De ki: 'Ben ancak, sizin gibi bir beşerim, an­cak bana vahyolunuyor...' (Kehf-110) buyruğunun açıklan-masıdır."128

Bazı heva ve heyecan sahibi kimseler, Hz. Peygamber'i ta'zim ve böyle bir şeyi söylemekten tenzih etmek zannıyla bunun gibi bir hadîsi hemencecik inkar etmeye kalkışabilir. Böyle bir hadîsi inkar etmeye imkân yoktur. Zira hadîs sa­hihtir, hatta mütevatirdir. Çünkü zikrettiğimiz gibi, hadîsi Müslim, Hz. Aişe ve Ümmü Seleme'den rivayet etmiş; hadîs ayrıca, Ebu Hureyre, Cabir, Selman, Enes, Sem üre, Ebu't-Tu-feyl, Ebu Said ve başkalarından da rivayet edilmiştir.129

Hz. Peygamber'e yapılan ta'zimin, meşru bir ta'zim ol­ması, ancak O'nun getirdiği sahih ve sabit olan her şeye iman ile olur. Bu ise, ifrat ve tefrite düşmeksizin, O'nun hem kul, hem de Resul olduğuna imanı bir araya getirir. Kitap ve sünnet şahitlik etmektedir ki, O (s.a.v.) bir beşerdir, ama hem sahih hadîslerin mutlak ifadelerinin, hem de O'nun ha­yatının gösterdiği kadarıyla O, beşerin efendisi ve en fazilet­lisidir. Yine yüce Allah'ın O'na bahşetmiş olduğu O'ndan başka hiçbir beşerde tekamül etmemiş ahlâkî güzellikler, öv­güye layık hasletler de bunu göstermektedir. Nitekim Yüce

12&" Zehebi, Siyeru Alami'n-Nübek, IX. 171. 129' Hindi, Kenzu'l-Umtnal, II. 124.

461

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Allah O'na "Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin" (Nun-4) şeklinde değer vererek hitap ederken doğru söylemiştir.

Bunlar da gösteriyor ki, Hz. Peygamberden rivayet edi­lenlerin bir kısmı; O'na Allah'tan gelmiş vahiyler olmadığı gibi, O'nun Rabbinden tebliğ kastıyla söylediği şeyler de de­ğildir. Bilakis O bunları, vahyin herhangi bir müdahelesi ol­maksızın, beşer sıfatıyla söylemiş veya yapmıştır.

Hz. Peygamberin Verdiği Haberlerden Bazısı Vahiy Değildir

Sözünü ettiğimiz konu, sadece hükümlerle alâkalı olan emir ve nehyler etrafında dönmemekte, aynı şekilde haberleri de içine almaktadır.

Hz. Peygamber bazen bir şey hakkında vahiyden değil de, kendi görüşü, beşeri bilgisi ve içinde yaşadığı çevrenin tecrübesiyle haber verebilir. Hurma aşılama konusunda ol­duğu gibi böyle bir haber gerçek duruma uygun düşmedi­ği gibi, gerçekle örtüşmesi de zaruri değildir. Nitekim, O (s.a.v.) sonra bunun kendi zannı olduğunu, Yüce Allah'ın muvafakatmdan kaynaklanan bir şey olmadığını açıkla­mıştır.

Hz. Peygamber'in hastalığın bulaşması ile ilgili verdiği haberleri de böyledir. Bu hususta O, (s.a.v.) önce "Hastalığın bulaşması yoktur" ve "deveye hastalığı ilk bulaştıran kim­dir?"130 buyurmuştur, daha sonra bunu diğer hadîslerle sa-

" Enes ve Ebu Hureyre'den gelen "La edva" hadîsi muttefekun aleyhtir. "Femen a'da'l-Evvele?" şeklindeki Ebu Hureyre hadîsi de, muttefekun aleyhtir. M. Fuad Abdulbaki, el-LU'luü ve'l-Mercan, no:

1435-6.

"' Buhârî, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.

462

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bitleştirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Meczumdan, arslandan kaçar gibi kaç!"131, "Develeri hastalıklı bir kimse, develeri sağlıklı olan kimsenin yanına yaklaşmasın!"132 Yine taun hastalığı bulunan bir beldeye girilmesini yasaklaması133 vb. Sahihayn veya ikisinden birisinin rivayet ettiği bütün hadîs­ler de böyledir.

Eskiden beri âlimler bu babdaki hadîslerin arasını uz­laştırmak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Onlardan ba­zıları şöyle demiştir: "Hastalığın bulaşıcılığının varlığını di­le getiren hadîsler, böyle bir şeyin olmadığını söyleyen ha­dîsleri neshetmiştir. Zira varlığını söyleyen hadîsler daha sonra vârid olmuştur ve sonraki evvelkini nesheder."

Oysa bu ilk haberler haber babındandır ve haberler bir­birini neshetmezler, zira haberler ya doğru olur, ya da yalan olur. Muhakkik İbnü'l-Kayyim Miftahu Dâri's-Saâde adlı ki­tabında bu hadîslerin zahirleri arasındaki çelişkiyi uzlaştıra-bilmek için âlimlerin başvurduğu bütün çıkış yollarını zik­retmiştir. Burada bizi ilgilendiren ise onun şu sözleridir:

"Onlardan bir kısmı ise başka bir yola başvurmuş ve şöy­le demiştir: 'Hz. Peygamber'in verdiği haberler iki türlüdür:

1- Vahiyden verdiği haberler: Bu haberler, hem zihin, hem de zihin dışında olmak üzere bütün yönlerden haber verene uygun olup, masum (hatasız) bir haberdir.

2- O'nun dünya işleriyle ilgili olarak zannından verdiği haberler ki, diğer insanlar bu konularda O'ndan daha bilgi-

"*" Ebu Hureyre rivayet etmiştir, mutlefekun aleyhtir. M. Fuad Ab­dulbaki, a.g.e-, no; 1436. hadîsdeki "el-mümrizu, uyuz hastalığına ya­kalanmış deve sahibi, el-musihhu ise, sağlıklı deve sahibi" demektir. 133- Abdurrahman b. Avf rivayet etmiştir. Muttefekun aleyhtir. M. Fuad Abdulbaki, a.g.e., no: 1432.

463

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İldirler. Bu haberler birinci türdeki haberlerin derecesinde olmadıkları gibi, bunlarla hükümler de sabit olmaz.'

Nitekim, O (s.a.v.) bu iki çeşit arasında ayrım yaparak kendi değerli konumunu haber vermiştir. İnsanların hurma­larını aşılarken seslerini duyunca:

- 'Bu nedir?' diye sormuş, onların hurmalarını aşıladık­ları haber verilince de:

- 'Şayet onlar bunu bıraksalar, bunun onlara bir zarar vereceği kanaatinde değilim.' buyurmuştur. Bunun üzerine onlar, aşılamayı bırakmışlardı. Ancak, meyveler zayıf oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber,

- 'Ben size zannımdan haber verdim. Siz ise kendi dün­yanızın işlerini daha iyi bilirsiniz. Fakat ben Allah'tan haber verirsem (siz onu derhal yerine getirin).'

Söz konusu hadîs sahih ve meşhur olup, nübüvvetin delillerinden, alametlerindendir. Zira, -bu hususta, Yüce Al­lah'ın âdeti olduğu üzere böylesi dünya işlerini bilmeyen bi­risi, daha sonra bir beşerin muttali olması kesinlikle imkân­sız bazı ilimlerden haber veriyorsa, bu ancak Allah'tan gelen bir vahiyledir. Âlemdeki mahlûkatın yaratılışından, cennet­liklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme yerleş inceye kadar, olmuş, olan ve olacak şeyler; yer ve göklerdeki gayb ile ilgili şeyler; insanların matematik, mühendislik, sanat, yeryüzünün imarı ve yazmada daha bilgin oldukları dünya ve dünyevî işler ile, onları elde etme yolları ve tamamlama yönleri hakkındaki bilgileri, O'nun bilgisinden daha çok ol­masına rağmen, dünya ve ahiret saadetine veya bedbahtlığı­na ulaştıran büyük küçük her türlü sebepler, dünya ve ahi­ret maslahatları ve sebepleri hakkında verdiği haberler de böyledir.

464

 

sünnet) anlamada yöntem

Eğer O'nun getirdiği bu hususlar. Öğrenme, düşünme, basiret vb. insanların da başvurabileceği yollarla ulaşılabile­cek şeyler olsaydı, diğer insanlar bunu öncelikle gerçekleşti­rebilirler ve Onu geçerlerdi. Çünkü onlar fikir, yazı, hesap, basiret ve çeşitli sanatlara sahiptiler. İşte bu O'nun peygam­berliğini gösteren en güçlü delillerdendir. Yine onu, O'nun getirdiği haberlerde asla beşerin bir dahli olmadığını ve bun­ların çalışıp çabalayarak, düşünüp taşınarak elde edilen hu­suslar olmadığını tasdikleyen ayetler vardır.

'O, ancak kendisine vahyedilmiş bir vahiydir. O'na güç­lü kuvvetli {bir melek olan Cibril) öğretmiştir.' (Necm-5) O (Cibril ki), yer ve göklerdeki sırları bilir ve O'nu razı olduğu elçiler dışında kimseye gaybı izhar etmeyen, gaybı bilen yü­ce Allah O'nu indirmiştir.

Bazı âlimler dediler ki: Hastalığın bulaşmasının söz ko­nusu olmadığını söyleyen haberi de, tıpkı, hurma aşılama­nın etkisi olmayacağına dair verdiği haberde olduğu gibi, O'nun zannına dayanmaktadır. Özellikle bu ikisi birbirine yakın bablarda, hatta aynı babtadırlar. Çünkü, hurma filizle­rinden erkeğin dişisiyle birleştirilmesi ve bunun tesiri, tıpkı, hastalığı bulaştıran ile hastalığın bulaştığı kimse ile bunun ona tesiri gibidir. Şüphesiz her ikisi de şer'î İmani bir hü­kümle alakası olmayan dünya işlerindendir. Ve bu haberler, Yüce Allah'ın sıfatlarından, isimlerinden ve hükümlerinden bahseden haberler gibi değildir.

Yüce Allah'ın âdetine uygun olarak, birbirleriyle ilgili bu sebepler muvacehesinde, meyvelerin iyi yetişmesinde aşılamanın tesirini, develeri hasta olanın, develeri sağlam olanın yanına gelmesini yasakladı.

Yine onlar şöyle dediler: 'Şayet bu itibarla, söz konusu

465

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hadîsler hakkında 'nesh' adı verilmişse, bu mânâ ortaya çık­tıktan sonra, isimlendirme üzerinde tartışmaya hacet yok­tur.' Bunun içindir kî, hadîsin râvisi olan Ebu Seleme b. Ab-durrahman:

- 'Acaba Ebu Hureyre mi unuttu, yoksa iki hadîsten bi­risini diğerine mi neshetti bilmiyorum...' demiştir. Şu halde Ebu Seleme, haber olmasına rağmen bu hususta neshi caiz görmektedir. Bu ise söylediğimiz itibarladır." Sonuçta İb-nu'MCayyim "Bu yaklaşım ise güzeldir..." demektedir.134

Varılan Neticeler

Bu araştırmamız neticesinde ortaya çıktı ki, bize nakledilen Nebevi sünnetten teşriî babına girmeyenler de vardır. Bu da, idaresi ve tanzimi bizim akıl ve ictihadlarımıza bırakılmış sırf dünyamızla ilgili işleridir ki biz bu işleri, daha iyi bil­mekteyiz. Sünnetten bir kısmı ise, her yer ve zamandaki bü­tün insanlara hitap eden, devamlı ve genel bir teşriî sıfatını taşımamakta, bilakis O bununla belirli şartlardaki cüz'î hal­leri kastetmiş olmaktadır. Bu da O'nun yöneticilik ve reislik sıfatıyla söyleyip yaptıklarıdır. Çünkü O, aynı zamanda Müslümanların yöneticisi, devletin başkanı, onların siyası li­deri, yasama, yürütme ve yargılama yetkisi elinde bulunan bir kimse konumundadır.

Sünnete bu hassas bakış açısıyla bakmak, geniş fıkıh kültürümüzdeki problemlerimizi çözecektir. Bunun misali, Hz. Peygamber, Hayber'i savaşanlar arasında taksim ettiği halde, Hz. Ömer Irak arazisini taksim etmeyip, haracıyla mücahitlerin ve İslâm devletinin bekçilerinin ve başkalarının mal-mülk sahibi olacakları arazinin kontrolünü gelecek İs-

134" İlmu'î-Kayyim, Miftahu Dari's-Sande, II. 267-8.

466

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lâm nesillerin menfaatine bırakma görüşünü benimsemiştir. Bunun içindir ki o şöyle demiştir: "Hem evvelki Müslüman­lar, hem de sonrakiler için kolaylık olacak bir iş yapmak is­tedim." Bu ise, Muaz b. Cebel'in işaret ettiği görüştür.135

Tabii ki bu, Hz. Peygamber'e muhalefet olarak değer­lendirilemez. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.v.) kendi zamanında yaptığı uygulamada da aynı şekilde hayr ve Müslümanların maslahatı vardı. İşte İmam Ibn Kudame'nin el-Muğni adh eserinde "Savaş yoluyla fethedilen topraklar, sahabenin itti­fakıyla, bizzat o istila ile vakıf olur. Hz. Peygamber'in Hay­ber'i taksim etmesi, İslâm'ın başlangıcında ve ihtiyacın çok olduğu maslahat, arazinin, sahiplerinin ellerinde bırakılma­sı şeklinde belirginleşti ve yapılması gereken de bu idi."136

Bunun bir benzeri de, Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve Nesai’nin Muaz b, Cebel'den rivayet ettiği şu haberdir: "Hz. Peygamber onu Yemen'e vali olarak gönderdiğinde, buluğ çağına erişmiş her ergenden bir dinar veya bunun muadili Yemen elbisesi almasını emretmişti." Yine biz Hz. Ömer'i kendi döneminde cizyeyi başka bîr ölçüde takdir ettiğini, ciz­ye vermesi gereken kimseleri, malî güçlerine göre üç kısma ayırdığını görmekteyiz: Ebu Ubeyd ve Beyhâki'nin rivayet et­tiklerine göre o, zenginlere senede 48 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, gelirleri sınırlı olanlara ise 12 dirhem cizye koydu.137

Bu da Resûlullah'ın (s.a.v.) sünnetine muhalefet demek değildir, bilakis o, zamanının durumunu gözetmiştir. Şamlı­larla, Iraklıların durumları, Yemenlilerin durumu gibi değil, daha farklıydı. İşte Hz. Ömer (r.a.), bu farklılığı gözetti ve bu

135~ Kaniavj, Yusuf, Fûhu'z-Zekıt, 1. 407-418.

136* İbn Kııdame, Muğni, II. 598.

137' Şevkânî, Na/tfi'1-Eotar, VIII. 217, vd

467

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şekilde bir hüküm verdi.

Buna dair, Buhârî, İbn Ebi Nüceyh'den onun şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Mücahit'e:

-"Şamlılara 4 dinar cizye konulurken, Yemenlilere 1 di­nar konulmasının hikmeti nedir?" diye sordum. O, şöyle ce­vap verdi:

-" O, bunu zenginlik cihetinden böyle yaptı."

İmam Şevkânı diyor ki: "Belki de Hz, Ömer (r.a.) ve di­ğer sahabilerin bir dinardan fazla cizye almalarının sebebi; onların meseleyi, Hz. Peygamber'in cizye konusunda belirli bir meblağ tayin etmediği, az Önce zikredilen Muaz hadîsi­nin genel olmayıp, özel bir durum olduğu, cizyenin ise bir tür sulh olduğu şeklinde anlamalarıdır."138

Yine şöyle demek de mümkündür: Bu, Resûlullah'ın (s.a.v.) ümmetin yöneticisi ve reisi olması hasebiyle ortaya koyduğu siyasî tasarruflar türündendir. O dönemde, o şart­lar içerisinde genel maslahat bunu gerektirmiştir. Dolayısıy­la O’ndan sonra gelen yönetici de kendi dönemindeki mas­lahatın gereğince uygulama yapar ve bunu yapmakla Hz. Peygamber'e muhalefet etmiş olmaz. Bilakis, zamana, meka­na ve insanların durumuna göre maslahata riayet ettiği için Hz, Peygamber'in rehberliğine uymuş olur.

"Zina eden bekar erkek ile, bakire kıza, yüz sopa ve bir yıl sürgün" cezasını Öngören hadîs karşısında, zina cezası hakkında Ku’an'ın koyduğu zina cezası olan celde ile birlik­te, sürgün edilemeyeceğini benimseyen Hanefilerin konumu da böyledir. Onlar, Hz. Peygamber'in sürgün uygulamasını ise, zaman, mekan, şahıslar ve şartların değişmesiyle değişe-

- Şevkânİ, a.g.e., VHI. 217. vd.

bilecek tazir ve siyaset babından olduğu şeklinde yorumlu­yorlar. Yönetici, gerek zinada ve gerekse başka hususlarda tazir açısından bunu uygulayabilir. Mesela, Hz. Ömer, kadınları fitneye düşürdüğünü duyunca Nasr b. Haccac'ı sür­müştür. Ayrıca Hanefiler bu görüşlerini Hz. Ali'den gelen şu söz ile de desteklemektedirler: "Bir kimseye fitne olarak sür­gün yeter!" Yine Hz. Ömer içki içen birisini, ceza olarak Hayber'e sürgün edince adam, Hıristiyan olmuş ve Hirakl'a katılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Vallahi, bir daha hiç­bir Müslümanı sürgün etmeyeceğim." demiştir.139

Son Bir Tembih

Bu araştırmanın sonunda, tembih etmemiz ve dikkat çekme­miz gereken husus şudur: Sünnetten teşriî olan ile teşriî ol­mayanı, genel, mutlak ve devamlı olan ile olmayanı, yöneti­ci ve reis sıfatıyla sâdır olanlarla, bu sıfat dışında sâdır olan­ları birbirinden ayırt edebilmek için iyice tetkik edilmesi, gü­zelce araştırılması zarureti vardır.

Bu çalışmamızda görüşlerini naklettiğimiz eski ve yeni araştırmacıların zikrettikleri söz konusu taksim prensibini ispatladıktan sonra, geriye onun sünnette mevcut olan tasar­ruflara sağlıklı bir şekilde tatbik edilmesi kalmaktadır. İşte burası, ayakların kayabileceği, ifrat ve tefrite düşülebilecek bir sahadır. Bu iki uç durumdan, Allah'ın kendisine basiret, şeriatın maksatları ile onun küllî ve cüz'î kaideleri arasında­ki irtibatı anlayacak derin kavrayış verdiği kimseler kurtula­bilir. Bu ise, netsin ve başkalarının arzularına uymaktan aza­de olmakla, nasslara muttali olma ve araştırmada gereken

139' İbn Humam, Fethul-Kadir, İV. 135-6; İbn Abidin, Hafiye, III 147.

468

469

 

sOnnetİ anlamada yöntem

gayreti göstermekle, hakka ulaşma arzusuyla hadislerden sahih ile sakim olanları tanımakla gerçekleşecektir. Hz. Pey-gamber'in buyurduğu gibi: "Allah, kimin hakkında hayr murat ederse, onu dinde fâkih kılar."

Allahım, bizi karanlıkları aydınlatacak bir nur ile nzıklan-dır, karışık meseleleri birbirinden ayırt etme yeteneği bahşet, bize hem ictihad etme, hem de hakka isabet etme olmak üze­re iki ecir ver, düşünce ve kalemimizden husule gelen sürç­melerimizden dolayı bizi bağışla, bizi göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha da az bile olsa nefsimize yenik düşürme! Amin, dualarımızı kabul et Allahım!

 

NETİCE

470

 

Bu araştırmanın sonunda tekrar te'kid etmemiz gerekir ki: -Müslümanların hidayeti için ikinci masum (korunmuş) kay­nak ve gerek yasama, yargı ve fıkıh sahalarında ve gerekse davet, terbiye ve rehberlik alanlarında Allah'ın kitabından sonra gelen merci olan- Nebevi sünnet; sahip olduğu konu­muna ve 15. Hicrî asrın başlarında, 21. Miladî asrın arefesin-de İslâm ümmetinin şanına layık bir hizmete ihtiyaç duy­maktadır. Bu, üzerinde bütün İslâmî ve ilmî müesseselerin karşılıklı yardımlaşmaları gereken bir hizmettir, ta ki bütün âlem için hoş yiyecekler, olgun meyveler ve koyu gölgeler çıksın.

Sünnet konusunda bütün râviieri içine alacak, uydur­macılar ve yalancılar da dahil olmak üzere her birinin vasfı, tanıtılması, sika ve zayıf görülmesi hakkında söylenilenleri

471

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kapsayacak kapsamlı bir hadîs ricali ansiklopedisine ihtiyaç duyulmaktadır. Muhtaç olduğumuz bir başka ansiklopedi ise isnâdları ve bütün tarikleriyle, Hicrî 5. asrın ikinci üçte birinin sonuna dek, ister basılmış, isterse el yazması olsun, içinde sünnetlerin bulunması mümkün olan her kaynaktan sünnetler ve Resul'e (s.a.v.) nispet edilen her rivayeti içine alan bir hadîs metinleri ansiklopedisidir. Bu iki ansiklopedi, bu büyük çalışmanın ardında yatan ve arzu edilen hedef olan üçüncü bir ansiklopediyi hazırlayacaktır. Bu da, ümme­tin geçmiş âlimlerinden zi*.r (ilm) ve ihtisas" ehli tarafından da onaylanması gereken dakik ilmî ölçülere uygun olarak, kapsamlı ansiklopediden seçilmiş sahih ve hasen ansiklope-disidir. Bu seçilmiş ansiklopedinin daha kapsamlı şekilde yeniden bablara ayrılarak sınıflandırılması, geniş bir fihristi­nin çıkarılması, dinî, insanî, içtimaî bütün ilimlere ve sünne­tin değindiği diğer ilimlere hizmet edecek, çeşitli sahalarda­ki araştırmacılara faydalı olacak bir tasnif ile de tasnif edil­mesi gerekir.

Bütün bunlara yardımcı olacak şeylerin başında ise; Al­lah'ın insana bu asırda Öğrettiği ve onun emrine amade kıl­dığı çeşitli aletlerin ve gelişmiş cihazların kullanılması gelir ki, bu cihazların en önde geleni, kardeşlerimizin birinin isimlendirilmesiyle "asrımızın hafızı" olan şu 'computer' ve­ya bilgisayardır.

Gerçek şu ki o, hafızdan daha çok iş görmektedir. Çün­kü -eğer istifade etmesini bilebilirsek- öncekilerin yüklene-meyeceği veya hatırlarına dahi gelmeyecek çeşitli, dakik ve büyük ilmî hizmetler verebilir.

Ben, Katar'daki Sünnet ve Siret Araştırmaları Merke-zi'nin benzeri müesseler ve merkezlerle de karşılıklı yardım-

472

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

laşmaları suretiyle, bu meyanda kendisinden beklenilen ro­lü yerine getireceğini ümit ediyorum. Sonra sünnetin, olay­ları yorumlayacak, kapalı olan yerleri aydınlatacak, anlayış­ları doğrultacak, şüpheler ve batıllara cevap verecek, bu as­rın insanlarına gerekli açıklamalar yapabilmek için onların dili ve mantığı ile yazılmış yeni şerhlere ihtiyaç vardır.

Asrımızda Kur'an; O'nun tefsirine, nimet ve cevherleri­nin gün yüzüne çıkarılmasına yönelen ve kendilerine verilen ve onları en geniş kapılardan akıllara ve kalplere sokan bilgi ve kültürüyle modern akla hitap edebilen büyük âlimlere kavuşmuştur ve bu O'nun hakkıdır da.

Bunu, Muhammed Reşid Rıza, Cemalleddin el-Kasımî, Tahir ibn Aşur, Ebu'l-Alâ el-Mevdudî, Seyit Kutup, Mah-mud Şeltut ve başkalarının tefsirlerinde gördük.

Ama sünnet kitapları- özellikle de Buhârî ve Müslim'in Sahih’i onlar gibi asalet (gelenek) ile moderni (eski ile yeniyi) birleştiren büyük âlimlerden nasiplerini almamışlardır. Bu­rada meşhur dört Sünen kitaplarının şerhi hususunda Hind ve Pakistan âlimlerinden bazı kardeşlerimizin takdire şâyân gayretleri vardır. Fakat bu şerhlerde nakilcilik ve taklitçilik ağır basmaktadır. Bu ise kültürlü, çağdaş bir insana hitap et­memektedir. Umulur ki Allah, büyük davetçilerden bazısını: Buhârî ve Müslim'in Sahih'leri için ilim ve çağdaş bir şerhe muvaffak kılar da bununla Islâmî kültüre üstün bir hizmet edilmiş olur. Son duamız, hamdın âlemlerin Rabbi olan Al­lah'a ait olduğu şeklindedir.


 
 
  Bugün 29 ziyaretçi (33 klik) buradaydı  



   

Selam Dünya !..gurup vakti bir aile sitesidir. çorbada tuzu olsun isteyenler, tenkit ve tavsiyeleri için (alt1946@windowslive.com) veya ( mim.sait@hotmail.com ) adreslerine e posta gönderebilirler !.. gurup vakti -Ailenizin Sitesi








Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden