gurup vakti
  Vicdan Kavrami
 

VİCDAN KAVRAMI VE ÇAĞRIŞTIRDIĞI GERÇEKLER

 

 Ferid Aydın  09/08/2009 - 11:16

 

 

Vicdan nedir?

 

İnsanoğlunun, -dış dünyayı yargıladığı gizli iç dünyasının adı- olarak vicdanı tanımlayabiliriz. Zaman zaman «insaf» ile eşanlamlı olarak kullandığımız vicdanı, insanın içinde gizli, bireysel ve bağımsız bir terazi olarak tasavvur edebiliriz. Her insanın içinde böyle sanal bir terazi mevcuttur. Ancak vicdan, oldukça karmaşık ve birçok anlamı içinde barındıran bir kavramdır. Bu kavramın ne kadar çok yüklü olduğunu anlayabilmek için şu tabirlere göz atmak yeterlidir:

 

1.                   Vicdan sorumluluğu,

2.                   Vicdan azabı,

3.                   Vicdan muhasebesi,

4.                   Vicdanlı olmak,

5.                   Vicdansızlık, vicdana sığmamak...

6.                   Kara vicdanlı,

7.                   Vicdan baskısı,

8.                   Vicdan özgürlüğü,

9.                   Vicdan sömürüsü,

10.               Vicdan işi,

11.               Yüksek ve engin vicdan,

12.               Vicdanın sesi...

 

Bütün bu tabirlere bakılacak olursa vicdanın insan icinde herşeyden önce kişisel bir yargı merkezi olduğu anlaşılmaktadır.

 

Bu merkez şu özelliklere sahiptir: vicdan bireyseldir. Her şahsın eğitim ve kültür düzeyine, aileden ve çevreden aldığı etkilere bağlı olarak kendine özgü bir vicdanı vardır. Bu sırlı dünya kişiden kişiye o kadar çok değişir ki kimi insanın bu kapalı dünyası duygu yüklüdür; kiminin karanlık ve katıdır; kiminin ise bu iki uç arasında orta bir karakter taşır.

 

Bu kapalı dünyanın sırları, çok kere kişinin davranışlarına yansır. Bu nedenledir ki biz bazı insanları vicdanlı, bazısını vicdansız, bazı kimselmeri ise objektif ve mantıklı diye niteleriz. Bu son gruba dahil olanların, -tabir caizse- «nötr vicdanlı» olduklarını eğer sanıyorsak büyük bir yanılgı içinde olduğumuzu burada vurgulamakta yarar vardır. İlave edelim ki vicdan, sırf duygulardan ibaret bir şey değildir. Bilakis, içinde duyguların hareket halinde olduğu kapalı bir yargılama mekanizmasıdır. Kişi, buradaki duygularına dayanarak yine bu sırlı mekanizma içinde insanları, kurumları ve olayları sık sık yargılar. Açığa vurmasa bile kimini vicdanında mahkûm eder, kimini ise ödüllendirir. Buna hiç bir kimse engel olamaz. Dolayısıyla insan, başkalarına tamamen kapalı olan  vicdanında esasen özgürdür. O, zindanda bile olsa bu gerçek değişmez. Birini, ya da bir olayı vicdanında yargılarken insan hemen hiç bir engelle karşılaşmaz. Şu var ki belirtileri dışa yansımayan bir vicdanın başkaları üzerinde bırakacağı etki meçhuldur. Bu sorun, insan psikolojisinin konusudur. Dışa kapalı bir vicdana sahip olan kimse hakkında peşin olarak bir şey söylemek ise pek kolay değildir, bazen mümkün de değildir. Dolayısıyla vicdanında başkalarını yargılayan, ancak bunu dışa vurmayan insan her zaman tehlikesiz sayılamaz. Bir şahsı, bir kurumu, bir rejimi ya da bir eylemi vicdanında mahkûm etmiş olan birinin, eğer kendince öngördüğü kişisel yaptırımları ve imkânları varsa bunları uygulamaya koyabilir. Bu nokta özellikle devletleri, rejimleri, yargı organlarını, istihbarat ve güvenlik örgütlerini yakından ilgilendirir. Nitekim bu kurum ve örgütler tarafından bazen kolayca, bazen ancak baskı altında konuşturulan kimi eylemciler vardır ki verdikleri şu cevap çok ilginçtir:

«- Ben sadece vicdanımın sesini dinledim ve gereğini yaptım!»

 

Bu noktada eğer «her güçlü heklıdır» kanaatiyle değil, «doğal hukuk» ilkeleri hesaba katılacak olursa, her vicdanın sesi mutlaka önemli bir anlam taşır. Dolayısıyla her insanın kendi vicdanına önem verdiği kadar kurumların ve örgütlerin de kişi vicdanına önem vermesi gerekir. Aksi halde bireyin vicdanı, günün birinde toplum vicdanına dönüşebilir! Geç kalınmaması bakımından bu nokta üzerinde çok yönlü olarak düşünülmesi gerekir: Nitekim bu husus, özellikle fikir ve çözüm üreten kişi ve kurumları, ayrıca devlet ve örgütleri meşgul etmektedir.

 

Toplumların siyasi, sosyal ve ekonomik disiplinleri açısından vicdan oldukça büyük anlam taşıyan bir denge kaynağıdır. Bireylerin vicdanında adalet duygusunun oluşması, toplumun örgütsel ve kurumsal varlığı için son derece gereklidir. Fertlerinin çoğu, bu duygudan yoksun olan bir toplumu sırf yasalarla ayakta tutmak çok zor olsa gerektir. Şu halde vicdanlı olmak (ahlâkçılara ve dindarlara göre) bir erdemdir denebilir. Ancak bu erdemin oluşmasını sağlayacak kaynağın ne olduğu hakkında bilim otoriteleri ihtilaf halindedirler. Bu nokta, -hiç kuşkusuz- şimdiye kadar ilim otoriteleri tarafından çeşitli münasebetlerle ve çeşitli adlar altında ele alınmış ve işlenmiştir. Şu varki daha çok «ahlâk» başlığı altında, sıradan ve tali bir mesele olarak şimdiye kadar vicdan kavramına bakılmış olması, bu sözcüğün ifade ettiği derin ve çok yönlü anlamların vicdan ekseninde irdelenmediğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla vicdanın, ahlâk gibi genel bir başlık altında ele alınması pek anlamlı değildir. Aksine, bu kavramın bağımsız olarak tartışılması ve onun temsil ettiği dünyanın, çok yönlü olarak gün yüzüne çıkarılması gerekir. İşte o zaman adalet, yargı, hukuk, insan hakları ve özgürlükler çok daha geniş boyutlarda ele alınabilir; bu kurumsal kavramlar arasındaki ilişkiler daha ayrıntılı şekilde işlenebilir. Bu ise insanoğlunun yaşam serüveninde hem şimdiye kadar gizli kalabilmiş düğümlerin çözüme kavuşturulması, hem de insanların, hayatı daha çok paylaşabilmesi istikametinde kazanımlar ve açılımlar elde etmeye yarayacaktır.

 

Çeşitli zabıta ve yargı olayları vicdan sorumluluğunun, (aynı zamanda vicdansızlığın), kişiyi ne kadar çok yönlendirdiğini belgesel olarak ortaya koymuştur. Güvenlik ve yargı arşivleri ile bilimsel araştırma çalışmaları bu iki zıt eğilimin sonuçlandırdığı örneklerle doludur. Şu halde kesin olarak diyebiliriz ki; vicdan dediğimiz, insanın içindeki gizli yargılama merkezi, zannettiğimizin çok üzerinde büyük önem taşımaktadır. Bu merkezde işlenen olayların büyük kısmı anı kitaplarına yansımaz. Bu gizli merkezi, kişinin zihin derinliklerinde gömülü bir devrim mehkemesinin salonuna veya gestapoların bir işkence hücresine benzetebiliriz. Bu benzetmeyi bir genelleme olarak algılamak elbette ki doğru değildir. Bununla birlikte insanların çoğu bu sırlı dünyaları içinde oldukça radikal hükümler verir, uygulayamasalar bile pek acımasız kararlar alırlar. O kadar ki bu kararlar, birçok dindar insanın bile dudaklarından beddua mırıltıları olarak dışarıya dökülür. Bu gerçeği inkâr etmek isteyen pek az sayıda insan vardır.

 

Vicdanın yasaları, ait olduğu kişi tarafından konur. Her insan kendi vicdanının kanunlarını kendisi belirler. Ancak bu konuda onun kesinlikle dayandığı bir güç ve kaynak vardır. Genelde bu kaynak dindir, ya da dinsel bir otoritedir. Örneğin Türkiye'de laik olduğunu ileri süren bir azınlığın referansı da dindir. «Milli Türk Dini» olarak bazı ansiklopedilere geçmiş bulunan bu dinin insan cinsinden tanrısı, devasâ büyüklükte bir tapınağı, Şair Behçet Kemal Çağlar tarafından düzenlenmiş bir mevlidi ve (şimdilik!) devlet törenleri olarak icra edilen ibadet şekilleri vardır. Bu dinin mensupları en az tarikatçılar kadar dindardırlar. Bu münasebetle vurgulamak gerekir ki, bunların «ateist» olduklarını ileri sürenler çok fahiş bir bilgisizlik örneğini sergilemektedirler.

 

Yine bu ilgiyle ifade edelim ki, vicdanın yapılanmasında rol oynayan aile ve çevre şartları, eğitim düzeyi ve kalitesi çok büyük önem taşır. Objektif ve bilimsel özellikten yoksun ortamlarda yapılanan vicdanın toplum için ne derece riskli bir yargılama mekanizmasına dönüşeceğini tahmin etmek güç değildir. Bu gibi ortamların adeta kendine karşı cephe açacak güçler ürettiğini söylemek ise yanlış olmaz. Basiretsiz, ya da –bilimsellik temeline dayalı- bilgi birikiminden yoksun güçler tarafından yönetilen toplumun bireyleri bu tür ortamlardan en çok etkilenen insanlardır. Dolayısıyla bu toplumlar, dejenere olmuş karşıt vicdanlar arasındaki çatışma ortamında sürekli istikrarsızlıklar ve çalkantılar yaşarlar.

 

Tarih, ülkesini ve milletini vicdanında mahkûm etmiş, hatta verdiği hükmü infaz bile etmiş örnekleri kaydetmektedir. Nitekim Abbasi İmparatorluğu'nun son Başveziri (yani e Başbakanı)[1]Sabetaistler gibi... Çünkü vicdan o kadar gizli bir mahkemedir ki özellikle bu tip insanların iç dünyasındaki mahkemelere ait arşivlere sızmak mümkün değildir. Eğer bu mümkün olabilseydi sadece son zamanlarda zayıf bir kokusu yayılan, Türkiye'nin tepesindeki üç çetenin ilişkileri deşifre olacatı. Ama olmadı! bu ilginç örneklerden biridir. Bu da göstermektedir ki kişi, eğer toplum içinde güçlü bir yaptırım mevkiinde ise onun, kendi vicdanında ürettiği yasalar ve kararlar çok daha büyük önem taşır. Hemen her ülkede güçlü yöneticilerin ve stratejik makamlar işgal eden bürokrat ve politikacıların, -kişisel güvenliklerini korumak bakımından gizleyip-, sonucunu uzun vadeye havale ettikleri nice hedefler vardır ki bunlar esasen vicdan planında hazırlanmış ve kalıba dökülmüşlerdir! Mensubu oldukları ülkenin ne milli marşı ne bayrağı ne de sınırları bunların umurunda bile değildir. Ama bu sembol ve değerleri, ellerinden geldiğince sömürüye alet ederler. Hiç kimsenin de bundan ne haberi olur, ne de bunların samimiyetinden kuşku duyar. Türkiye'de, devletin tepesindeki

 

Bu tespit, vicdanların yapılanmasında rol oynayan faktörlerin ehemmiyetini de dolaylı olarak ortaya koymaktadır. Özgürlük ve çok seslilikten yana politika yapar gibi gözüken ancak vicdanların evrensel «La-ikrah»[2] ölçüsü içinde yapılanmasına karşı tavır alanlar, bilimsel bir kültür temeline dayalı, homojen bir toplum vicdanının asayiş, güvenlik, sükûnet, birlik, beraberlik ve dolayısıyla kalkınma ve refah için son derece gerekli olduğuna bir türlü inanmak istememişlerdir. Türkiye'de vicdanla ilgili en çözümsüz sorun işte budur.

 

İnsanoğlu yaradılışı gereği, hayvansal eğilimlerinden hareket ederek kişisel çıkarlarını korumaya çalışarak, temelde kendinden yana tek taraflı bir vicdan planına sahiptir. Bu eğilimle doğan ve ilk başta paylaşıma kapalı olan insanın ham ve tamamen bakir olan ruhsal yapısına eğer adalet duygusu desteği ile müdahalede bulunulmaz ise, ilerleyen yaşlarda onun arzularını sınırlamak ve mülkiyet duygusunu şekillendirmek mümkün olamayacaktır. Bir toplumun en çok %5'inin bile bu tip insanlardan oluştuğunu düşününüz, böyle bir cemiyetin kendini feshettiğini söylemek yanlış olmaz. Bu ise kişideki vicdanın yapılanmasında çevre, toplum ve eğitim faktörlerini ön plana çıkarmaktadır.

 

Materyalist felsefenin doğal kabul ettiği bu hayvansal eğilim, hümanist felsefeye göre şartlandırma ile, dine göre ise eğitimle şekillendirilir. Dinin bu eğilime verdiği kıvamın –ideal ve evrensel- ölçüsü ise «Allah korkusudur»[3]. Ancak vicdan standart bir ölçü değildir; bilakis görecelidir, toplumdan topluma, hatta kişiden kişiye değişir. Onun için birinin vicdanen kabul edemediği bir davranışı, bir hükmü, bir kararı, bir başkası yine vicdanen kabul edebilir. Vicdanlar arası ihtilafın, istişare ve şurayı davet eden bir faktör olarak toplumsal dengeyi sağlamada önemli rol oynadığı sanılmaktadır.

 

Vicdan konusunda iki tespit vardır ki bunlar da çok önemlidir:

 

1.     Adalet duygusunun bilimsel pedagoji desteğinde ve çocukluk döneminde vicdanlara işlenmesi,

2.     Adaletin asla tarafsızlık anlamına gelmediği kanaatine önem verilmesi ve bu kanaatin yaygınlaştırılması.

 

Bu iki maddeden özellikle sonuncusu üzerinde durmaya değer. Çünkü vicdan mekanizması için son derece gerekli olduğuna inanılan adalet duygusunun «tarafsızlıkla eş anlamlı» olduğu kanısı çok yuygındır. Ancak bu kanaatin, özellikle 20. yüzyılda tüm insanlığı kaosa sürükleyen en büyük yanlışlıklardan biri olduğunu burada vurgulamak gerekir.  Bu yanlış ve tehlikeli anlayışa kaynaklık eden tarihi olayların, Ortaçağ kiliseleri tarafından estirililen teröre tepki olarak ortaya çıktığına burada işaret etmekle yetinelim. Tabiatıyla burada fanatizme varan bir taraftarlık söz konusudur. Onun için vicdanların taraf tutmakla en acımasız örnekler verdiği yolunda o döneme vurgu yaparak insaflı tutumun ancak tarafsızlıkla ortaya konabileceği, insana mantıklı bir savunma gibi gelebilir.  Ancak bu bir yanılgıdır. Tarafsızlığın, kulağa hoş geliyor olması, esasen «tarafsızlık» söyleminin taşıdığı sinsi manâdan ve onun, adaletli davranış anlamındaki spekülatif kullanımından kaynaklanmaktadır. Bu kelimenin taşıdığı sinsi anlam üzerinde ise hemen hiç kimse zihin yormak istememektedir.  Oysa tarafsızlık, hayata geçirilmesi mümkün olmayan hayali bir tasavvurdur. Tarafsızlığı «adaletli davranış ve tutum» olarak algılayanlar, bu konuda şartlandırılmış olduklarından tamamen habersiz bulundukları için meselenin derinliğini düşünebilecek muhakeme yeteneğine bile sahip değildirler.

 

Evet, vurgulamak gerekir ki; hiç bir vicdan tarafsız olamaz. Şu var ki tarafsızlık, spekülatif bir davranış olarak dışa vurulabilir; ancak insan vicdanını asla işgal edemez. Kişi genellikle kendinden yanadır, nadiren muhatabından yanadır. Bu tutum ise onun son derece duygusal olduğu anlarda ancak gerçekleşir. İnsanın bu iki tutum arasında başkaca hiç bir seçeneği yoktur.

 

Kişi kendi vicdanında haklı gördüğü birinin, ya da bir davanın daima yanında yerini alır; onu herhangi bir etki altında (görünürde ve geçici olarak) haksız çıkarsa bile... Böyle bir durum zaten istisna olarak yaşanır. Farkına varılırsa ya «ikiyüzlülük» veya «korku belası» olarak nitelenir. İşte bu nedenledir ki Ortaçağ kilisesinin acımasızlığına karşı –sözde çözüm olarak- öngörülen ancak hayata geçirilmesi mümkün olmayan «laiklik» kavramı, yüzyıllardır bir söylem olmaktan ileri gidememiştir, şimdiye kadar bir tanımı bile yapılamamıştır. Nitekim, sözde lâik ülkelerdeki bütün yasalar, eski dinlerdeki yasaların –şu veya bu şekilde- devamıdır. Bunlar büyük değişikliklere uğratılmış ya da yeniden düzenlenmiş olsalar bile din kaynaklı yasaların devamı olduklarını inkâr etmek hiç bir zaman mümkün olamayacaktır! Bu da vicdanın tamamen dinle ilintili olduğunu göstermektedir. Mahkemelerde uygulanan yemin, bu gerçeği belgesel olarak ortaya koymaktadır. Sekülarizmin, pozitivizmin ve sonuç olarak laikliğin belgesel iflâsı anlamına gelen bu gerçek, vicdanın ve imanın önemini bir kez daha güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Özellikle Türkiye'nin sözde laik mahkemelerinde şahit ve sanıklara yemin ettirmek büyük bir çelişkidir. Hele Allah, peygamber ve Kur'an gibi kutsal değerler alet edilerek verilen yeminler daha büyük bir çelişkidir.   

 

Vicdanın çağrıştırdığı gerçekler konusuna mukaddime teşkil eden bütün bu açıklamalardan şu sonuçlar çıkarılabilir:

 

1.     Vicdan, içgüdüsel olarak kendi kendine yapılanan gizli bir dünyadır. Bu alan, çocukluk döneminde adalet duygusuyla desteklenmediği taktirde bencil, çıkarcı, ve zalim bir kişiliğin oluşmasına kaynaklık edecektir.

2.     Adalet duygusu, -sekülarizmin etkisi altında- tarafsızlık olarak telkin edilecek olursa çocuk bunu asla anlayamayacaktır. Çünkü tarafsızlığı tasavvur etmek – dolayısıyla onu tanımlamak da- mümkün değildir.

3.     Vicdanın adalet duygusuyla doyurulması, ancak (vahiy kaynaklı) evrensel, pedagojik eğitimle mümkündür. Bu kaynaktan yararlanılarak, haklı-haksız karşılaştırması çocuğa, mutedil örneklemelerle anlatılmalıdır. Bu konudaki eğitimi; [ancak -laik ya da ruhânî potada eritilmemiş, pozitivist-sekülarist veya mistik şartlandırma mekanizmalarından geçirilmemiş- modern eğitm formasyonuna sahip, ehl-i tevhid ve ehl-i takva] mürşitler ve öğretmenler üstlenebilirler.          

4.     Laiklik kompleksi ile şartlanmış, oligarşik siyasal yönetimlerin baskısından insanlığı kurtarmak için evrensel «Lâ-ikrâh» ölçüsünden hareketle, her dinden ve her ulustan mutedil vicdan sahiplerinin birleşerek bir ahlâk seferserliği başlatması zorunlu hale gelmiştir. Bütün insanlığı etkisi altına alan ve adeta sonunu hazırlayan ahlâk krizine karşı böyle bir hareketin kaçınılmazlığına büyük kitleler de inanmış bulunmaktadırlar.

 

Bu konudaki bilgi akışı içinde vicdanın gerek mahalli çapta, gerekse tüm insanlığı ilgilendiren boyutlarda daha birçok kavramı ve birçok sorunu çağrıştırdığını unutmamak gerekir.  Bunların başında ise «vicdan sömürüsü» gelmektedir.

 

Bir toplumu çok kısa bir süre içerisinde çözüp çökerten nedenler arasında sayabileceğimiz vicdan sömürüsünün iki kaynağı vardır: Birincisi eğitimsizlik, ikincisi ise mistik din anlayışıdır. Vicdan sömürüsünün tavana vurduğu toplumların başında Türkiye halklarını göstermek yanlış bir örnekleme sayılmaz. Bunun, biraz önce i                fade edilen iki nedeni de bu ülkede daha yaygın ve daha derin köklere sahiptir.

 

 Bunlardan Türk muhitlerinde özellikle eğitimsizlik, tarihsel kökleri olan yaygın ve çok yönlü bir sorundur. Bunun zor özetlenebilen kanıtları vardır[4] Kişi ve toplum vicdanı bu ağır sorunun etkisi altında tarih boyunca yönlendirilmiş, ve sömürülmüştür. Türk tarihinde yoğun olarak yaşanan isyan haremetlerinin arka planında daima vicdan sömürüsü birinci etken olarak bulunmuştur.

 

Türkiye'de vicdan sömürüsünün ikinci nedeni ise «Müslümanlık»'tır. İslam'ın İranlılar ve Türkler tarafından ileri derecede dejenere edilmiş zayıf bir yansıması olan Müslümanlık, özgün bir din niteliğinden çok uzak, sınırları belirsiz, kısa periyotlarla –fanatikleştirici yönde değişe değişe- çeşitli kılıklara bürünmüş olan bir dinler sentezidir. Dış tablosu İslam'ı seslendirecek biçimde kurgulandığı için çok yanıltıcıdır. Müslümanlık, bu temel nitelikleri içinde (İslam'ın aksine) vicdan sömürüsüne en müsait  bir zıt inanışlar yığınıdır, denebilir. Bu nedenle vicdan sömürüsü, Türkiye'de çözümsüz bir sorun haline gelmiştir. İran'da Zerdüşizm'e, Türkiye'de ise; Aleviler arasında Şamanizm'e, Sünni Hanefistler ve Şaifistler

arasında ise Hinduizm'e uyarlanmış olan Müslümanlığın her üç varyantı da mistiktir. Her üçünün de ortak paydası «kutsal ölü» kültüdür.  Her üçü de efsane, masal ve boşinançlarla yapılandırılmışlardır. Bu nedenle Müslüman kişiyi meşgul eden yüzlerce hurafe vardır ki bunlardan herhangi birini kullanarak onu yanıltmak ve vicdanını sömürmek oldukça kolaydır. İslam ise vicdan sömürüsüne tamamen kapalı, ilhamını yalnızca Kur'ân-ı Kerim'den alan evrensel bir vahy dinidir. Onun için İslam'ın mensupları olan «mü'minler»'in vicdanını sömürmek hemen hemen mümkün değildir. Türkiye'de çok küçük bir azınlık olan mü'minlerin vicdan sömürüsüne karşı bağışıklı olmaları siyasi çevreleri ve devleti kaygılandırmaktadır! İstihbarat ve güvenlik örgütlerinin birinci derecede hedefi olan mü'min azınlık, geniş Müslüman çoğunluk arasında da kaygı uyandırmaktadır. Bu durum ise Türkiye'de vicdan sömürüsüne karşı mücadele etmenin ne kadar zor olduğunu göstermektedir.

 

Vicdan sömürüsünün yaygın olduğu bir ülkede tabiatıyla (örtülü ve yasak olan çöküntünün yanı sıra), ayrıca sosyal ilişkilerde bir türlü gizlenemeyen çeşitli çarpık tablolar ortaya çıkar.  Böyle bir toplumda ahlâksızlığın kısmen meşrulaştırılmış bir örneği olan dilencilik , çeşitli kılıklar içinde yaygın hale gelir. Bunlardan sadece cami avlularında ve kaldırımlarda icra edilen türü göze çarpar. Öbür türlerini ise toplum görmezden gelir. Örneğin, hemen hiç kimse, mistik örgüt liderlerini, üfürükçüleri, büyücüleri, dinadamlarını, falcıları ve politikacıları vicdan sömüren dilenciler olarak görmez. Bu, tıpkı ceza evlerinde cinsi sapıkların şişlenerek linç edilmelerine mukabil haraççıların saygı görmesine benzer.

 

İşte bu yaygın dilencilik, insanları öyle çok etkilemiş ve yönlendirmiştir ki bu toplumda hemen hiç kimse vicdan azabının ve vicdan muhasebesinin ne olduğunu artık bilmmemektedir. Halbuki vicdan azabı; başkasının haklarına karşı işlenmiş bir tecavüzden doğan acıma ile karışık bir pişmanlık duygusudur. Vicdan muhasebesi ise çiğnenmiş olan hakkı sahibine iade amacıyla yapılan bir içsel özeleştiri ve yargılamadır. Bu gizli hesaplaşma vicdan azabının sonunucu olarak yaşanır. Çiğnenmiş olan hak, genelde bundan sonra sahibine iade edilir. Bunun bir tek örneğine bile Türkiye'de –bugünkü şartlarda- rastlamak mucizedir. Bu ise vicdan sömürüsünün bu ülkedeki boyutlarını ortaya koymak bakımından önemli gerçekleri özetlemektedir.

 

Ölçülerine dayandığı dinin karakterine uygun olarak vicdan, farklı inanışlara bağlı insanların her birinde kişiye özgü değişik bir özellik taşır. Dolayısıyla hak ve adalet duygusu, her vicdanda farklı olarak ortaya çıkar. Bu ise vicdan ölçüsünün göreceli olduğunu ve kişiden kişiye bu duygunun vicdansızlığa kadar değişebileceğini gösterir. Büyük ihtimalle bu nedenledir ki Şair Mehmet Akif Ersoy, ahlâka yücelik kazandıran şeyin vicdan olmadığını söylüyor, diyor ki;

 

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

 

Şair, mü'min olduğu için, ahlâk müeyyidesi olarak «Allah korkusunu» esas almaktadır. Yani eğer kişi vicdanında Allah korkusuna yer veriyorsa, bir gün hesaba çekileceğine inanıyorsa, o zaman hakka adalete ve kurallara uyar. İşte ahlâk budur. Mü'min kişiyi, Müslümandan, çeşitli dinlerin mensuplarından ve özellikle (laik olduğunu ileri süren) sağcı, solcu, liberal ve milliyetçi gibi ideolojik kimlik sahiplerinden ayıran ölçü yine budur. Bu ölçü ise evrensel ve Kur'ânî'dir.

 

Çünkü dikkat ediniz ki Yahudide de vicdan vardır. Ancak onun inancına göre: «Yahudi insanı, üstün ırkın çocuğudur ve bütün insanlar ona hizmet etmek üzere yaratılmışlardır».[5] Bu inançları sebebiyledir ki Milâdî 840 tarihinde topluca Yahudi dinine geçen Hazar Türkleri'nin yahudiliğini tam 1100 yıl kabul etmediler. Ancak 1960'lardan sonra İsrail Başhahamlığı'nın verdiği bir kararla bu inanış değiştirildi. Dolayısıyla; «bir Yahudi'nin Yahudi olmayan birine eziyet etmesi, hatta onu öldürmesi bile günah sayılmamaktadır»![6] Keza Hıristiyanlarda da vicdan vardır. Fakat onlara göre de; «Ortadoğu, Asya ve Afrika'nın, Müslüman, Hindu ve çeşitli putperest halkları  -hıristiyan olmadıkları için- hayvandan farksızdırlar; dolayısıyla onlara ait toprakları işgal etmek, ülkelerini sömürgeleştirmek, buralarda soykırım icra etmek günah değildir». Aynı şekilde Müslümanlarda da vicdan vardır. Ancak son zamanlarda «hortumculuk» diye adlandırılan gizli ve büyük çapta hırsızlıklar yapmak, rüşvet alıp vermek, binlerce perişan aileye, -oy karşılığı- gecekondu yapmaları için önce izin verip daha sonra -ve bilhassa kış aylarında- evlerini başlarına yıkmak, uyuşturucu ticaretiyle milyonlarca insanı zehirlemek, «derin devlet», mafya şebekeleri ve tarikat örgütleriyle toplumu haraca bağlamak, İslam'ı ve ahlakı bu araçlarla dejenere etmeye çalışmak, «Büyük ,ortadoğu Projesi» ile uygulamaya konan fitneye destek vererek, İslam coğrafyasının parçalanmasında, halklarının köleleştirilmesinde ve İslam'ın protestanlaştırılmasında rol almak gibi faaliyetlerde bulunmak «günah değildir».

 

«Kara vicdanlı» tabirine gelince bu, sadece Türkçe'de acımasız ve gaddar insanı nitelemek için kullanılır. «Vicdan baskısı» ise kişinin, inandığını dışa vurmaması, inandığı gibi yaşamaması için baskın bir güç tarafından susturulması ve inancını eyleme dönüştürdüğünde de cezalandırılması demektir. Yasaklanmış inançların sahipleri bu durumu sıkça yaşarlar. Ancak inançlarını sadece ifade etmekle yetinenlerin cezalandırılmaları daima geniş tepkilere yol açmıştır. Çok vahşiyane, ya da iğrenç ve tiksindirici inanışların ifade edilmesinde başvurulan yaptırımlar hariç, kişinin kışkırtıcı ve yıkıcı olmayan kişisel inancı ne olursa olsun, onu sadece ifade etmekle yetiniyorsa cezalandırılması insani değildir. Bu gibi durumlarda ağır cezaların uygulanması ise daima geniş ve şiddetli tepkilerle karşılanmış ve karşılanacaktır.

 

Her insanın vicdanında muhterem sayılan inanış ve onun sembolleri o insan için çok büyük önem taşır. Hiçbir ilâhi ya da akılcı dayanağı olmayan örneğin Kadyanîlik, Dürzülük, Bahâîlik ve Milli Türk dini için de bu geçerlidir. Nitekim bütün bu inanç grupları, heveslerine göre birer inanış biçimi örmüş ve ona bağlanmışlardır. Buna rağmen başka birinin bu inanışları ve sembollerini küçümsemesi, onlarla alay etmesi, onlara hakaret etmesi bu inançların sahiplerini bile incitir. Onların bazen çok şiddetli tepkilerine de sebep olabilir. Hele Mitüdistler gibi Türkiye'de devletin gücünü kullanma avantajına sahip bulunanlar en ufak bir şüphe ile hasımlarını anında ezebilirler! Nitekim yıllar önce sudan bahanelerle (örneğin akli dengesi yerinde olmayan raporlu şahıslara heykel kırdırarak) mimledikleri çevrelere gazap yağdırırlardı. Bu olaylarda binlerce insan hayatını kaybetti. Müslümanlıkta bu gibi bahanelere engel oluşturabilecek herhangi bir vicdanî müeyyide yoktur. İslam ise başkasının inancına hakaret etmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Bu karşılaştırma gözönünde bulundurularak müslümanlar'ın mü'minlerle karıştırılmaması gerekir.

 

Bu noktaya burada dikkat çekilmesinin önemli nedenleri vardır: Yakın geçmişte sokaklara dökülen ve «kahrolsun şeriat» diye slogan atan binlerce Müslüman, bu sloganla bilinçli olarak Kur'an'daki Casiye Suresi'nin 18'inci âyetinde sözü edilen Yüce İslam Anayasası'na açıkça sövmüşlerdi! Mü'minlerin Türkiye'de ancak 50 bin kişi kadar küçük bir azınlık olmalarına bakarak bu cüretli davranışta bulunan Müslümanlar, kendilerini ister solcu, ister sağcı, ister liberal, ister laik, ister milliyetçi olarak nitelemiş olsunlar, Müslüman olduklarını inkâr etmedikleri sürece bu dinin ne büyük sorunlara yol açabileceğini unutmamalıdırlar. Hiç kuşku yok ki bu olay, Danimarka'da Hz. Muhammed'e yakışıksız karikatürlerle yapılan saygısızlıktan çok daha fazlasıyla mü'minlerin vicdanını incitmiştir. Türkiye'de çeşitli inanç grupları arasında özellikle mü'minlerin vicdanını inciten o kadar çok saygısızlık yapılmaktadır ki bunların bir listesini çıkarmak bile zordur. Örneğin birkaç medyatik İlâhiyat hocasının ve tarikatçı siyasi parti liderinin yıllardır TV. Kanallarında, ünlenmek hırsıyla İslam adına sorumsuzca yıptıkları açıklamalar, mü'minlerin vicdanını sürekli şekilde incitmiştir.

 

Toplumun en güçlü kesimini oluşturan tarikatçıların bile vicdan özgürlüğü uğrunda çetin mücadeleler verdiği Türkiye'de Kur'ân'ın bütünlüğüne bağlı küçük mü'min azınlığın ne derece ağır vicdan baskısı altında olduğunu tahmin etmek güç değildir. Avrupa Birliği'ne girmek için her türlü ödünü vermekten çekinmeyen Türkiye'nin –eğer bu hedef gerçekleşecek olursa- azınlıklar üzerindeki vicdan baskısını hafifleteceğine şimdilik bir umut olarak bakılmaktadır.

 

Ferit AYDIN     

 

  

Dipnotlar:


[1] Mueyyiduddîn Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Al El-Alqamî (1195-1258)

[2] «Lâ-ikrâh» sözcüğü, Kur'an-ı Kerim'de, El-Bakara Suresi'nin 256'ıncı âyetinde geçmektedir. Âyetin ilk cümlesi; «Lâ-ikrahe fi'd-Dîn»: Dinde zorlama yoktur, demektir. Fransız sekülaristleri bu âyetten esin alarak «Laik=laique» kavramını geliştirmişlerdir. Ancak hem bu kelime üzerinde hem de anlamı üzede tahrifat yaparak bunu tertiplemişlerdir. Yani, hem «Lâ-ikrâh» tabirinin telaffuz şeklini, hem de anlamını çarpıtmışlardır.

[3] Bk. Ez-Zariyat/36; El-Maide/54; En-Nur/37; Er-Ra'd/21; El-İsra/57; El-İnsan/7.

[4]Örneğin 1) Bu milletin özgün bir alfabesi yoktur; Türkçe, bin yıl kadar Arapça ve Farsçadan beslenerek adeta bir belâ satınalmıştır. Bunun izahı buraya sığmaz; 2) Bugün de yabancı bir alfabe olan Latin alfabesini kullanmaktadır. Üstelik uydurulmuş olan (Ç, Ğ, Ö, Ü, Ş) harfleri uluslararası haberleşmede büyük bir sorun oluşturmaktadır. 3) İlk ciddi Türkçe eserler (Divânu Lugati't-Turk ve Kutadgu Bilig) daha dün diyebileceğimiz 1070'lerde kaleme alınmışlardır; 4) İlk Türkçe dil grameri, Bir Arap bilgini olan İbn Hayyân El-Kahiri (1256-1344) tarafından yazılmıştır. Kitabın adı: Kitab’ul-İdrâk Li Lisân’il-Etrâk'tir; 5) Türk Tarihi ilk kez Alman kökenli bir Rus türkologu olan Frederich Wilhelm Radlof (1837-1918) tarafından keşfedilmiştir; 6) Türk dil grameri ciddi ve modern anlamda ancak cumhuriyet döneminde yazılmıştır; 7) Türk ırkından ancak İslam döneminde ilim adamı yetişebilmiştir; Bunlardan Cumhuriyet dönemine kadar yetişenlerin tümü eserlerini yalnızca Arapça yazmışlardır; Bu bilginlerden, İbn-i Sina, Ali Kuşçu, Harizmî, Zemahşeri ve Zehebi gibi ünlülerin eserlerini bugünün sözde Arapça bilen Türk aydınları bile anlayamamaktadırlar! 7) Kur'ân-ı Kerim 1141 tarihinde Latinceye, 1513'te İtalyanca'ya, 1616'da Almanca'ya, 1647'de Fransızca'ya ve 1648'de İngimizceye çevrilmiş olmasına rağmen Türkiye'de halkın anlayabileceği dilde ancak 1960 tarihinde tercüme edilmiştir. Eğer çok önceden bile tercüme edilseydi, halk okur-yazar olmadığı için yine Kur'an'la direkt temas kuramayacaktı! Bu 7 maddede anlatılanlar, denizden sadece bir damladır.

[5] Bk. El-Maide/18.

[6] Arşivler dolusu gizli metinler hariç, sadece; 39 cilt Tevrat ve şerhleri, 36 Cilt Talmut, Theodor Hertzel (1860-1904)'in 1200 sayfalık hatıraları ve 24 adet Siyon Protokolü bile, Yahudi olmayan insanlar aleyhinde tüyler ürpertici suç ve cinayet telkinleriyle doludur. Dileyen bunları bizzat okuyup istediği kısımları iktibas edebilir.

 
  Bugün 4 ziyaretçi (7 klik) buradaydı  



   

Selam Dünya !..gurup vakti bir aile sitesidir. çorbada tuzu olsun isteyenler, tenkit ve tavsiyeleri için (alt1946@windowslive.com) veya ( mim.sait@hotmail.com ) adreslerine e posta gönderebilirler !.. gurup vakti -Ailenizin Sitesi








Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden