gurup vakti
  Cifte Referanslanma ve Seriat Refleksi
 

Çifte Referanslanma ve Şeriat Refleksi

Vefa Gündüz

Kurumlaşma" kendi içinde bir "süreç"i barındırır. Belli bir zaman aralığmda "olay"lar, "konsept"ler, "fenomen"ler bir yandan öteki yana çalkalanarak, hem "tarihi gelişim"i yönlendirirler, hem de kendileri bu "tarihi gelişim"den etkilenirler. Bu itibarla tarihteki olaylar, bugünü anlamlandırmada çok önemli bir yığını oluŞtururlar. Kimi "kurumlar"la "süreç" içerisindeki değişimini kiminin de değişimsizliğini gözlemek mümkündür.

Türkiye toplumunun bugününü anlamaya yönelmiş olan bir çok çalışma, yukarıdaki çerçeve doğrultusunda, Türkiye toplumunun, Osmanlıdan çok uzaklarda bir yerde olmadığı, adeta onun bir devamı olduğu1 noktasında birleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti,1923'te toplumu bir bıçak gibi kesip, yeni bir toplum yaratmış değildir. Türkiye toplumu insanları, geçmişten günümüze çok şey tevarüs ettirmişlerdir.

Çağdaş Türkiye toplumu üzerine yapılan çalışmalar, genellikle onun Tanzimat Osmanlısından bu yana bir süreklilik olduğunu vurgularlar. Bir nevi yeni Cumhuriyetin tarihi Tanzimat ile birlikte başlatılmaktadır.

Bu yazıdaki amacım, yukarıda söylediklerim muvacehesinde, toplumda bugün anlaşılan "şeriat" kavramının ve bunun etrafında dönen tartışma-çatışmalarm yeni bir şey olmadığını göstermektir. İlginç olan şu ki; bugün toplumda anlaşılan "şeriat" kelimesinin dildeki konumu, Osmanlı devletinin özellikle 18. yy.da etkisini hissettirmeye başlayan "mutad işlerinin" "şeriat" referanslı olmaktan çıkmasına paraleldir. Gerçi 18 yy. öncesi Osmanlı Hukuk sisteminin "şer'i" kaynaktan başka, bir de "örfi" kaynaktan beslendiği biliniyor.2

Bu örfî kaynağın-her ne kadar "din hukuk sistemi"nin içinde bir yere sahip olsa da-laik olduğu tartışılmaktadır. Ancak, bu örfî kaynaklardan beslenen kanunlara o güne kadar "şeriat'a aykırıdır" itirazının "kurumlaşmış" olması Osmanlı toplumunun o günkü durumuyla ilgili olsa gerektir. Ben de söylediklerimi bu noktaya dayandıracağım. "Niçin 18. yy. sonrası bu itirazlar yükseliyor da, öncesinde bu durum yaşanmıyor?"

Şu halde, üzerinde vurgu yapılması gereken şey, bugünkü Türkiye toplumunun gündemindeki anlamıyla "şeriat" kavrammm, tâ Lâle Devrine kadar giderek, Osmanlı İxıodernleşme/reform hareketlerinin başlangıcıyla birlikte bu anlamı kazanmaya başlamış olmasıdır. Bu reformlarla birlikte, Osmanlı da çifte kaynaklı kurumlar birlikte görülmeye başlanmıştır. Bu, ileride zihinde "ikili referanslanma"yı doğurmuştur. İşte tam da bu noktada "şeriat" gündeme gelmektedir. Bir başka deyişle, Osmanlıda reformların ortaya çıkarmış olduğu "çifte referanslanma"dan önce, "şeriat" kelimesi bu içeriğe sahip değildir.

Böylece bu yazıdan "şeriat"ın Osmanlı İmparatorluğundaki yerini, Batılılaşma ya da reformculuğun yarattığı çifte referanslanma (ikilem), özellikle de "şeriat"m bir "hukuk" sistemi olduğunu göz önünde bulundurarak bu alandaki gelişmeleri söz konusu edeceğim. Ancak bu bahsettiğim üç şeyi temel alarak da, Osmanlı tarihinde "şeriat"ı bayraklaştıran birkaç önemli olayı sönuç bölümünde yorumlamaya çalışacağım.

Şeriat Devleti Olarak Osmanlı

Hiç şüphe yok ki, Osmanlı şeriat ile yönetilen bir devlettir. Her ne kadar örfî hukuk vurgulaması yapılsa da, bir çok araştırmacı Osmanlının bir şeriat devleti olduğu konusunda hemfikirdir. "Osmanlı Kanunnamelerini" yayınlamış olan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün çalışmaları bu .konuda hayli yetkindir. Ancak, ben modern Türkiye'nin doğum anlarını, adım adım izleyen bir yazarm bu konudaki düşüncelerini aktarmak istiyorum: "İslâmlığı özel ve kamusal hayatın gerçek temeli yapmak hususundaki Osmanlı çabasının ciddiyeti, en açık bir şekilde, belki hukuk alanında görülebilir. Osmanlı Sultanları, İslâmm kutsal hukuku Şeriata, ilk zamanlardan bu yana yüksek bir maddi uygarlığa erişmiş herhangi bir Müslüman devlettekinden daha büyük derecede gerçek bir etkinlik verdiler. Hatta şeriatı devletin etkin hukuku yapmaya, onu bütün ülkede uygulamaya, mahkemelere ve onları yürüten kadılara tam bir otorite ve saygı sağlamaya gerçekten çalışanların ilk kez Osmanlılar olduğu bile söylenebilir. Ortaçağ Müslüman kadısınm Osmanlı meslektaşınm yanmda acınacak bir görünüşü vardır. Merkezi makamlar tarafmdâzı atanan ve onlara karşı sorumlu olan Ortaçağ kadısı önemli yargı alanlarmı onlara bırakmak zorundaydı ve hükümlerinin uygulanması ve yürütülznesi için tamamen onların çok kez güvenilmez işbirliğine tâbi idi. Halbuki nasıl bir vilayet valinin idaresi altında ise, Osmanlı taşra idaresi sisteminde manidar bir şekilde kaza olarak bilinen yargı dairesinde Osmanlı kadısı esas otorite idi. Bundan başka siyasi ve askeri kurumlarla herhangi bir çatışmasında kendisini desteklemeye hazır ve başında başkentteki şeyhülislam ile iki kazaskexin bulunduğu adlî ve dinî otoriteler hiyerarşisinde büyük ve güçlü bir merci idi. Bu hiyerarşinin başındaki şeyhülislam ve kazaskerler o kadar büyük ve hatırlı idiler ki, bayramlarda tebriklerini sunmaya geldiklerinde Sultan onları ayakta karşılardı. Eski halifeler teorik olarak şeriata tâbi idiler ve ona aykırı hareketten dolayı hal edilirlerdi; fakat bunu uygulayacak herhangi bir merci ve mekanizma olmadığından, bu kural sözde kalıyordu. Oysa ki, Osmanlılar, sultanın hal'ine fetva verme yetkisinde dini makam kabul ettiler. Bu makamın, şeyhülislâmın, gerçek rolü şüphesiz esas itibariyle siyaset ve şahsiyet etkenleriyle belirleniyordu. Bizim görüŞ noktamız bakımından önemli olan nokta böyle bir makamın böyle bir yargı yetkisiyle mevcut olmuş ve kabul edilmiş bulunmasıdır."3

Bu satırların anlamı, Osmanlı Devletinde şeriatın hem özel, hem de kamu hukukunun ana kaynağı olduğudur. Dolayısıyla, ileride yapılacak olan bütün reformlar, ister istemez, en azından "şeriat" tarafından meşruiyetlerini almak durumundadırlar. İşte gerçek çatışma da burada başlamaktadır.

Yeni Nitelikleriyle Reformlar

"Karlofça Antlaşması, Osmanlıların yalnızca Avrupa ile ilişkilerinde bir dönüm noktası olmayıp, iç çözülme çağının sona ermesini ve hızlı bir çöküş çağının başlangıcını da belirtmekteydi. Uzun savaş yılları, yüzyıllardır imparatorluğun ayrılmaz parçaları sanılan toprakların yitirilmesi, Osmanlı moralini öylesine çökertmişti ki, pek çok kimse imparatorluğu kurtarma çabasmın bile olanaksızlığına inanmaktaydı. Osmanlılar ilk kez, Avrupa'nın bu üstünlüğü ne ile sağladığını öğrenme ve bunu Osmanlı düzenine uydurarak bir reform yapma gereği duydular. Reformcular şimdi Avrupa'nın geliştirdiği belirli tekniklerin, geleneksel yöntemleri, özellikle ordu düzeni ve silahların yenilenmesiyle, güçlendirme ve koruma yolunda kullanılabileceğini düşünüyorlardı. Böylece gelenekçi reform yeni ile eskinin bir âlaşımı olarak kendl başına başarılı olamadıysa da, on dokuzuncu yüzyılda çağdaş reform biçiminin yolunu açmış oldu. Bu sınırlı değişim bile ancak çok durak sayarak yürüyecek, "yenileşmenin" Osmanlı yapısının tümünü zayıflatacağmı ileri süren iddialarla karşılaşacaktı."4 Yazarın bahsettiği gelenekçi reform her ne kadar 1700'ler sonrası için kullanılsa da, bu tarihten önceki reformlardan fa rklı olduğunu vurgulamaktadır. Öncekilerin aksine olarak, artık yeni dönem reformları, Avrupa'yı tanımak, onun üstünlüklerinden yararlanmak şeklinde cereyan edecektir. Avrupa, kendisini hissettirmeye (Osmanlının iç yapısında) başlamıştır. Ancak "bütün bunlar on sekizinci yüzyıldan önce Türkiye üzerinde Batının hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmez. Bilâkis Türkler Hıristiyanlığı, Hıristiyan fikirlerini ve uygarlığını reddetmekle beraber, yine de Hıristiyan Avrupa'da iktibas edecek, taklit edecek ve benimseyecek kadar yararlı ve çekici pek çok şey buldular."5 "Kafirlere karşı kutsal cihad da İslâmın i,sine yaradığı için ateşli silahların kabulü mümkün oldu; matbaa ve saat kuleleri ise böyle bir amaca yaramadığı ve İslâmlığm toplumsal dokusunu bozabileceği için kabul edilemedi. Bir Sultan, ele geçirilen bir Venedik kadırgasının yapımını ve donatımını örnek olmayı arzu ettiği ve kafir tarzının bu taklidine karŞi bazı itiraz sesleri yükseldiği zaman, ulema, kafirlerden onlara karşı yeni savaş yöntemlerini öğrenmenin kutsal cihad uğruna caiz olduğuna fetva verdi."6 B. Lewis'e göre Osmanlı Devleti 1700'ler öncesinde de Batıdan birçok şey almışlardır, ama artık bu kopyalamanın niteliği değişmiştir. Çünkü Osmanlı Avrupa'ya olan üstünlüğünü 1700'lerle birlikte kaybetmeye başlamıŞ, böylece de ilişkinin yönü ve etkisi de değişime uğramıştır. Artık Batıdan almanlar, iç yapmın içerisine sindirilemeyecek fakat eski ile yeni niteliğiyle yine bir arada yaşamaya mahkum olacaklardır. Başlangıcında bu, dışarıdan yeni tekniklerin getirilmesi, maddi hayata sokulması şeklinde olacak, ancak daha sonraları Osmanlı düşününde referans kaynağı olmayı başaracaktır.

Çifte Referans

Yeni niteliğiyle reformların başladığı zamanlarda, Osmanlı toplumu eski niteliklerini devam ettirivordu. Ancak eski kurumların yanında birçok alanda sayıları gittikçe artan yeni kurumlar türemeye başladı. Önceleri basit bir takım tekniklerin getirilmesinden ibaret olan reformlar, daha sonraları özellikle eğitim alanında getirdikleriyle Osmanlı toplumuna yeni bir kafa yapısı kazandırmaya başlamıştır. Bunları aşağıda kısaca örneklemeye çalışacağım. Fakat konum açısından önemli olan, bu kafa yapısının gelişimiyle birlikte, Osmanlı toplumunun "çifte referans"a kavuşmasıdır. Kimi insanlar yeni kurumlar çevresinde olurlarken, kimileri de eski usule devam etmişlerdir. Ama mesele ak ve kara değildir. Bazı insanlar, bazı düşünce ve davranışları açısından yeni referanslı, diğer düşünceleri ve davranışları bakımmdan da eskiye endeksli olabilmektedirler. Hatta bazıları eski usulde yetişmiş olmalarına rağmen, yenilikler çevresine angaje oImakta, yeni yaklaşımlar sunabilmektedir. 7

Reformlar

Şimdi de bu "çifte referanslanma"yı doğuran reformları, lCronolojik olmasa da, takip ederek referans kaynaklarının somutlanmasına çalışacağım.

B. Lewis'e göre, ilk reform teşebbüsünün esas sorumlu devlet adamı, 1719'da Sadaret Kaymakamı ve 1718'den 1730'a kadar Sadrazam olan Damat İbrahim Paşadır. Barış sağlanır sağlanmaz 1719'da Viyana'ya bir elçilik heyeti,1721'de de Paris'e Yirmisekiz Mehmet Sait Efendiyi "vesait-i ümran ve maarifine dahi layıkıyla kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanların takriri talimatıyla elçi olarak yolladı. Bu umran ve eğitim araçlarından biri matbaa idi."8

Daha 1716'da Rochefort adlı bir Fransız subayı, Osmanlı ordusunda bir yabancı mühendis subaylar kıtasının teşkili için bir taslak sunmuş, fakat bir sonuca ulaşamamıştı. Bu arada gemicilik ve denizcilikte de yenilik gereği duyulmuştu ki, denizcilik daireleri yeniden örgütlendirildi ve gemi yapımında önemli bir değişiklik yapıldı. Böylece kadırga Osmanlı donanmasından kalkmaya yüz tuttu.

"Avrupa ile bu alışverişler, ilk kez, kültürel ve sosyal hayat üzerinde bazı hafif etkiler doğurmaya başladı. 1721'de Paris'de Türk Elçiliğinin başlattığı moda, İstanbul'da daha küçük ölçüde bir Frenk tarz ve stili modasıyla karşılık buldu. Fransız bahçeleri ve dekorasyonları, Fransız mobilyası saray çevrelerinde kısa bir süre moda oldu. Bizzat Sultan saray kapısmın dışında açıkça rokoko stili arzeden bir çeşme yaptırdı. Flandre'li ressam Van Mour, Sultanın, Sadrazamının ve diğer ileri gelenlerinin portrelerini yaptığı Türk başkentinde başarılar kazandı."9

Yine aynı dönemde, ordu konusunda da ciddi yenilikler başladı. Sonradan İslâm olup Ahmet adını alan Conto de Bonneval Osmanlı hizmetine girdi. 1731 Eylül'ünde Sadrazam Topal Osman Paşa tarafından huzura çağrılıp Avrupa tarzında kumbaracı kıtalarını ıslah etmekle görevlendirildi.1734'de Üsküdar'da yeni bir öğretim merkezi, Hendesehane açıldı. Bu dönemde, teknik yeniliklerle yetinilmiş olduğunu ve bıtnların başlangıçta yeni bir kafa yapısı getirmediğini, ancak sonraları referans kaynağı olmanın başarıldığını belirtmiştik. Nitekim, B. Lewis de dikkatimizi bu noktaya çekmektedir: "Dikkatimizi topçuluk ve matbaacılıktan, bilgiye ve fikirlere çevirdiğimiz zaman Batı etkisinin izlerini çok daha az buluruz."10 Ona göre on dokuzuncu yüzyılda İslâm dünyasında Batılı fikirlerin başarısı çok kez Batının maddi gücünün ilerlemesine-Avrupa'nın iktisadi, siyasi ve nihayet askeri üstünlüğünün İslâm dünyasının büyük kısmında yerleşmesine-atfedilir.

1792'de de, Avrupa ülkeleri ve işleri üzerinde doğrudan doğruya ve daha güvenilir bilgi sağlamak amacıyla III. Selim başlıca Avrupa başkentlerinde düzenli ve sürekli Osmanlı elçiliklerinin kurulmasma karar verdi.

İlk elçilik, 1793'te Londra'da açıldı; onun bir fasıladan sonra Viyana, Berlin ve Fransız Cumhuriyetine ilk Osmanlı elçisi olarak Seyyid Ali Efendinin 1796'da gittiği Paris izledi. Bu dışarıda ne olup bittiğini anlamaya çalıŞan III. Selim'in "Nizam-ı Cedit" yenilikleriyle birlikte sonuçlarını vermeye başladı.

Yenilikler III. Selim'den sonra da devam etti. Bu konuda II. Mahmut dönemi araştırmacılar tarafından yoğun bir şekilde incelenmiştir. Mahmut döneminde birçok alanda reformlar yapılmıştır. Ancak ben yeni bir kafa yapısı getirmesi açısından eğitim reformu üzerinde duracağım. S. Shaw'a göre, bu dönemde asıl sorun, milletler tarafından denetlenen ve ulemanın din okullarının Müslüman eğitimini tekeline almış olduğu geleneksel eğitim düzeniydi. Ancak bir takım ihmaller sonucu, geleneksel eğitim kurumları olan Müslüman okulları artık iyi bir eğitim veremiyorlardı. Daha yüksek teknik okullarda okumak isteyen genç Müslüınanlara aritmetik, bilim ve yabancı dil öğretilmesi zorunluluğu vardı. II. Mahmut ulemayı karşısına alamayacağından, Müslüman okullarını olduğu gibi bırakıp ayrıca yeni bir laik eğitim düzenini getirmeyi planladı. Böylece Osmanlı eğitim düzeni ikiye ayrıldı, ayrı felsefe ve programları işleyen iki ayrı düzen birlikte var oldu. Türkiye Cumhuriyeti tarafından sona erdirilene kadar yüz yıl boyunca Osmanlı toplumunu bölecek olan durumun temeli böylece atıldı.11

Bu cümleden olarak, genellıkle 12-16 yaş arasında olan gençlere teknik okullara girmeleri için gerekli bilgileri verecek özel okullar açıldı. Süleymaniye ve Sultan Ahmet camilerinde genç Müslüman erkekleri için iki rüŞtiye açıldı. Hükümet dairelerine girmek isteyenler için Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Mekteb-i Maarif-i Edebiye'de Arapça, Fransızca, coğrafya, tarih, siyasal bilimler ve matematik dersleri veriliyordu. Bab-ı Âli'de halen hükümet hizmetinde olan ve modern, laik bilgilerle makamlarında yükselmek isteyenler için bir mekteb-i irfaniye açıldı. Böylece 1839'dan sonra tüm düzeylere yayılacak laik eğitim düzeninin temelleri atılmış oldu.12

Ayrıca, yeni Tıbhane-i Amireye ek olarak 1832'de bir cerrahhane ve 1839'da Galatasaray'daki eski saray okulunda bir Mekteb-i Şahane-i Tıbbıye kuruldu. Yine, yeni eğitim kurumları arasmda Muzıka-i Hümayun Mektebi ve Mekteb-i Ulum-u Harbiye'yi zikretmek gerekir.

II. Mahmut'tan sonra hiç şüphesiz ki ardı arkası kesilmeyen yenilikler, reform programları uygulanmaya çalışılmıştır. Ancak yapılan yenilikleri burada hikaye etmek bize pek birşey kazandırmayacaktır. Zaten önceki reformların, yeniliklerin de ayrmtılarına girmiş olmamın sebebi, çifte referanslanmadan ne kastettiğimi somutlamak içindi. Çifte referanslanmayı öne çıkarmamın sebebi de "şeriat"ın o günkü Osmanlı toplumunda niçin bayraklaşmış olduğunu anlamaya çalışmaktır.

Bu noktadan sonra, çifte referanslanmayı belli başlı Osmanlı çağdaşlaşma tarihçilerinin kaynaklarından değinmeye çalışacağım.

"Çağdaşlaşma ve Dinselleşme"

Türkiye'de Çağdaşlaşma yazarı N. Berkes'e göre, "Bir toplumda değişme zorunlulukları ort,aya çıkınca, bilerek bilmeyerek ya da isteyerek ya da istemeyerek çağdaşlaşmaya doğru bir yönelme başlayınca o zamana dek açıkça din şemsiyesinin altına girmemiş birçok kişiler, değişim yağmuru karşısında bu şemsiyenin altında toplanmaya baŞlarlar. Demek ki, çağdaşlaşma ile dinselleşme birbirleriyle aşağı yukarı çağdaştırlar. Dinselleşme, çağdaşlaşmaya karşı kaplumbağanın kabuğuna çekilmesi gibi bir korunma çabasıdır."13

Bu satırlara göre, günlük hayatlarınm her cephesinde yeniliklerle karşı karşıya olan Osmanlı toplumunu oluşturan İslâm ferdler, bu yeniliklere karşı refleks göstermektedirler, ama bunun yanmda bu yenilikleri benimseyen, yenilik çevresinde yetişen ferdler de bulunmaktadır.

Berkes, yine III. Selim devrine değinirken, "Görüyoruz ki, Lale Devrinde başlamış olan çağdaşlaşma akımı, III. Selim zamanında kısa vadeli sonuçlarını vermeye başlamıştı. İlk defa olarak devlet himayesinde ve çevresinde daha önce bulunmayan bir tip, eskinin ulema ocağının yerini almak üzere olan 'aydın' tipi, daha sonra değişecek olan modern intellligentsia'nın öncüleri olarak doğmak üzeredir"14 demektedir.

Yazar, ulema-aydın ikilemine yukarıdaki cümleleriyle dikkat çekmektedir. Artık, "bilgi" ya da "bilmek" sadece ulemanm elinde değildir. Aydın da bu konuda büyük ortak olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye'de çağdaşlaşma, II. Mahmut döneminde eğitim konusundan bahsederken, yine bu ikileme, çifte referanslanmaya göndermeler yapmıştır. "Kişileri yetiştirmekte önemli rolü olan eğitim alanında bunun (yeni eğitim kurumlarının ihdası) senucu şudur: Kişilerin yetişmesi bir kez dinsel aşamadan, bir kez de dünyasal aşamadan geçerek tamamlanacak; yani iki kültürlü, iki eğitimli, iki kişilikli insanlar yetişecektir. Az çok eğitim görmüş kişi, bir yandan bu geleneğin kalıbını verecek olan ilk eğitimin, öte yandan da bu. geleneğin ilkelerinin karşıtlarına dayanan bir eğitimin ürünü olacaktır. Kişilerin bazıları kafaca ya yalnız geleneksel eğitimin, ya yalnız çağdaş eğitimin yetiştirmesi olarak karşı karşıya geleceklerdir. Kimileri de ikisinin karması olarak çifte kişilikli kimseler olacaklardır. Bu üç tipin karşısında da hiç eğitim görmemiş büyük "cahil" kütlesi yani "halk" bulunacaktır. "15

B. Lewis ise Modern Türkiye'nin Doğuşu'nda, II. Mahmut'un getirdiği yenilikler bağlamında konuşurken, bu yeniliklerin yaratmış olduğu yeni kurumların yanında dini kurumların da aynen devam ettiğini söylemektedir: "Bu değişiklikler yine de sadece yüzeyde idi. İslâmın şer'i hukuku özellikle toplum ve aile konularında yine itiraz edilmez durumdaydı. Evlenme ve boşanma, mülkiyet ve miras, kadınların ve kölelerin statüsü-bütün bunlar esas itibariyle değişmemişti; bu evrede reformcular da dini kurumlarda herhangi bir reformu düşünmüş gözükmüyor. 1844'te Sadık Rıfat Paşa, Stratford Canning'e şöyle diyordu: siyasal sorunlarda tamamen Avrupa'nın tavsiyesine uyacağız. Dini sorunlarda tam hürriyet isteriz. Din bizim kanunlarımızın temelidir. Hükümetimizin ilkesidir; Zat-ı Şahane ona bizden daha fazla dokunamaz. "16

Görüldüğü üzere, din kurumları da, yeni kurumların yanında hayatını devam ettiriyor. Hem yeni, hem eski, artık tarihi bu ikili akıtacaklar. Berkes'in zımnî olarak "dinselleşme" kavramıyla söylediği gibi, insanlar yeniliklerin müdahelesiyle, refleks gösterip "şeriat"a sahip çıkmaya başlayacaklardı.

S. Shaw ünlü eserinde konuya, gündelik yaşamdaki etkileri açısından yaklaşmaktadır. III. Selim reformlarmı incelerken "Batı bilgisi ve yöntemlerinin imparatorluğa giriş yolları çok değişikti ve Osmanlı toplumunun çeşitli düzeyleri bundan çeşitli biçimlerde etkilenmişlerdi. Bunların içerisinde en önemlisi Avrupalı teknisyen ve subayların yeni askeri birlikler ve okullarda genç Osmanlılara askerî, teknik ve silahları öğretme sürecidir. Bunlar yalnızca teknik eğitim verdikleri halde, öğrencileri olan genç Osmanlılar kaçınılmaz bir sonuçla Avrupa düşüncesi ve davranışına açık bir duruma gelmişlerdir. Bu teknik danışmanlar Osmanlı toplumunun daha geniş bir kesimini de etkilemişlerdir. Kendilerinden önce gelen Avrupalılar gibi toplum dışında kalmamışlardı. Sokaklarda açıkça dolaşıyorlar, Osmanlıların da çağrıldığı davetler veriyorlar, böylece Osmanlıların evlerini ve yaşam biçimlerini görmelerini sağlıyorlardı"17 demektedir. Osmanlılar için, eski hayat tarzlarının yanına bir yenisi daha eklenmiş oluyordu.

Ahmet Cevdet Paşa Örneği

Niyazi Berkes'e göre, "Cevdet Paşa, Tanzimat döneminin belki en büyük devlet adamı olduğu kadar o rejimin ikiliğinin de gerçek sembolüdür. İslâm bilimlerini ve bu arada fıkhı bir teknisyen olarak değil, onu kavramış, özünü ve kapsamını bilen, çağdaşlaşma tarihinin yürüyüşünü de anlamış olan bu açlık düşünüşlü adam bizi bugünkü açımıza göre şeriatçılara kıyasla ilerici, sınırsız Batılılaşma yanlılarına kıyasla gelenekçi olarak gözükür. Tarihinin birçok yerinde göstermeye çalıştığı gibi Cevdet Paşa, bu iki tutumun ikisinde de aşırılık ve mutaassıplık olduğuna inanmış bir adamdı. Bundan ötürü, ne şeriat alanının ulema ve kadılar elinde başıboş gidişine, ne de Fransız elçisinin baskıları altında alafrangacıların Fransız Medeni Kanununun olduğu gibi çevrilerek kabul edilmesine razı oluyordu."18

S. Shaw ise Ahmet Cevdet Paşanın, yeni fikirlere açık olmasına karşın geleneklere karşı derin saygıyla temelden tutucu olduğunu belirtir. Bunun için de,1876 Anayasasını, padişahın hükümdarlığını sınırladığı için kabul etmemişti. Ancak,1868'de Meclis-i Vâlâ'nın yargı bölümünün başına getirilen A. Cevdet Paşa, İmparatorlukta ilk kez laik mahkemelerin başlangıcını kuran yasaları hazırladı. Bu mahkemeler için Ali Paşanın Fransızlardan esinlenen laik bir medeni yasa getirilmesi düşüncesine karşı çıkan bazı ulema ve bakanların başına geçip Padişahı yeni medeni yasanın günün gerçeklerini karşılamak üzere modernleştirilmiş İslâm hukukundan çıkarılacak ilkelere dayandırılması görüşünü kabul ettirdi. Yeni yasaları çıkarmakla görevlendirilen Mecelle Komisyonunun başkanlığına getirildi ve 1876 da son cilt çıkana kadar bu görevde kaldı."19 Görüldüğü üzere, eğer bu bilgiler doğru ise Ahmet Cevdet Paşa yazının başından beri ortaya koymaya çalıştığımız çerçeveye uygunluk arz etmektedir.

Hukuk

Şeriat, yüzyıllar boyu bir İslâm Devleti olan Osmanlının hukuk sisteminin temeliydi. Bu bakımdan, hukuk alanındaki yenilikler konumuz açısından önemlidir. Diğer reformlarla birlikte hukuk konusunda yapılan, reformlarm, Osmanlıda doğrudan şeriat kaynaklı bir alanda yapılan laikleştirmenin önemli tepkiler almış olması muhtemeldir. Şimdi kısaca bu alanda yapılan bazı reformlara göz atalım.

Berkes, ilk önemli yenilik çabasının, Osmanlı geleneğinde şeriat hukuku dışızıdaki bir alanda başladığını söyler Tanzimat döneminde bu, Avrupa ticareti ile yeni ilişkilerin genişlediği bu alanı kapsayacak bir Ticaret Kanunu yapılmasında gözükmüştür. Bu alanda şeriat mahkemeleriyle, kilise mahkemelerinin dışmda kalıp Nizamiye Mahkemelerinin başlaması da bu zamanda olmuştur.20

B. Lewis de bu konuya değinmektedir. Ona göre Ticaret Kanunnamesinin ilanı ve kanunnamenin ticaret mahkemeleri tarafından uygulanması şeriat çerçevesi dışındaki konularla uğraşan, ulemadan bağımsız bir hukuk ve yargı sisteminin Türkiye'de resmen ilk tanmması idi. Bunu 1851'de değiştirilmiş bir Ceza Kanunnamesi izledi."21

Ali ve Fuat Paşalar zamanında da 1858'de yeni b·ir Arazi Kanunnamesi ve Ceza Kanunnamesi yürürlüğe girdi. Bu arada kimilerine göre on dokuzuncu yüzyılın en önemli hukuk reformu olan Mecelle diye tanınan ve ilk bölümü 1870'de yayınlanan yeni bir medeni kanun da zikredilmelidir.

Ne var ki, yapılan bu reformlar Osmanlı hukuk sisteminde bir ikilik de yaratmaktaydı. Berkes, II. Mahmut dönemine değinirken, "Kanunlaştırma alanında yapılan yenilikler de henüz eski kanun ve şeriat uygulamalarından tüm arınmış değildir. Bunlarda hâlâ eski hukukun biçim ve öz yanları sürmekteydi. Örneğin, cezalar hâlâ yazılı olarak belirlenmemişti."22

Bu cümleler hukuk alanında eski sistemin, yenisi yanında yaşamını devam ettirmekte olduğunu göstermektedir. Artık, Osmanlı hukuk sisteminde şeriata aykırı olduğu ya da onun dışında olduğu pek vurgulanmasa da, şeriatın dışında yeni kaynaklar türemişti. Bir yandan da şeriat etkinliğini devam ettiriyordu.

Sonuç

Alışıldığı üzere, Osmanlılarm son dönemlerinde meydana gelen bazı olaylar, "gerici-yobaz-şeriatçı" olarak yorumlanmaktadır. Kabakçı Mustafa Olayı, Patrona Halil Olayı, kimilerine göre Kuleli Vak'ası ve 31 Mart Vak'ası gibi olaylar bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu yazı için önemli olan, bugün hala devam eden bu yaftalanmış olayların Osmanlının özellikle son dönemlerinin irdelenmesiyle daha iyi anlaşılabileceğidir. Yapılan bütün reformlar, insanların o güne kadar içinde güvenle yaşadıkları ortamı ister istemez yok edici olmuştur. Şeriat dışı kaynaklardan referans alma, o güne kadar şeriat ile yaşamış ama onu hiçbir zaman, kendi toplumu içinde diğer gruplara karşı bir kimlik olarak ileri sürmemiş olan insanlara "şeriat"a sahip çıkma şeklinde bir reflekse itmiştir.

Bu tepki az da olsa, bir takım insanlarm kafasmda "Şeriat nedir?" sorusunun doğmasına sebep olsa gerektir. O güne kadar içinde yaşanılan şeyin ne olduğu sorusu hiç kuşkusuz bugün içizı bile çok önemlidir. Ne var ki, bugün yaşanılanlar, hâlâ tanımı bile yapılmamış olan şeriatın "cahilane" saldırıya uğramasını göstermektedir. O halde gündemimiz "Şeriat nedir?" olmalıdır.

Dipnotlar

1. Türkiye'de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes, s. 173.

2. Modern Türkiye'nin Doğuşu, B. Lewis, s. 109.

3. A.g.e., s. 13-14.

4. Osmanlı Tarihi ve Modern Türkiye, S. Shaw 1:307.

5. A.g.e., s. 42.

6. A.g.e., s. 42-43.

7. A.g.e., s. S. Shaw 2:97.

8. A.g.e., s. B. Lewis, s. 476-7.

9. A.g.e., s. 47.

10. A.g.e., s. 53.

11. A.g.e., S. Shaw, 2:78.

12. A.g.e., S. Shaw, 2:78.

13. Türkiye'de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes, s. 18.

14. A.g.e., s. 98.

15. A.g.e., s. 201.

16. Modern Türkiye'nin Doğuşu, B. Lewis, s. 103.

17. Osmanlı Tarihi ve Modern Türkiye, S. Shaw 1:358.

18. Türkiye'de Çağdaşlaşma, N. Berkes, s. 219.

19. Osmanlı Tarihi ve Modern Türkiye, S. Shaw 2:98.

20. Türkiye'de Çağdaşlaşma, N. Berkes, s. 216.

21. Modern Türkiye'nin Doğuşu, B. Lewis, s. 114

22. Türkiye'de Çağdaşlaşma, N. Berkes, s. 173.

 
 
  Bugün 17 ziyaretçi (19 klik) buradaydı  



   

Selam Dünya !..gurup vakti bir aile sitesidir. çorbada tuzu olsun isteyenler, tenkit ve tavsiyeleri için (alt1946@windowslive.com) veya ( mim.sait@hotmail.com ) adreslerine e posta gönderebilirler !.. gurup vakti -Ailenizin Sitesi








Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden