gurup vakti
  Bati Dunyasinda Islam imaji
 

Geçmişe Duyulan Özlem Olarak Hidayet: Büyük Misakın Uzantısı

BATI DÜNYASINDA İSLAM İMAJI

Kadir Canatan

 

 

Soğuk Savaş sonrası dönemde İslam, Batı dünyasında "yeni" bir düşman olarak tanımlanmaya başla­mıştır. Bunun izlerini bizzat Batı dünyasında yaşa­yan müslüman azınlıklara yö­nelik yabancı düşmanlığı ve ırkçı saldırılarda da, Batılı güçlerin yeni savunma strate­jileri ve diplomatik ilişkilerin­de de görmekteyiz. "Anti-İsla-mizm" şeklinde adlandırabile­ceğimiz bu yeni olgu, yirminci yüzyılın sonuna geldiğimiz şu günlerde birden bire ortaya çıkmış türedi bir imaj değildir. Tarih boyunca Batı Hristiyan-lık dünyasında îslam imgesi olumsuz bir çizgide seyrede­rek gelmiştir. Bu demek değil­dir ki, İslam imgesinde hiç kayma ya da değişme olma­mıştır. Tam tersine Batı'nın gelişme aşamalarını işaretle­yen tarihin belirleyici anların­da, İslam imajı çeşitli renkler almıştır: fakat imajdaki kesin olumsuzluk (yani düşman imajı) hep süregelmiştir.

Yedinci ve sekizinci yüz­yıllardan itibaren oluşmaya başlayan İslam imajı savaş ve fetih gibi uluslararası ilişkile­rin gergin olduğu koşullar al­tında biçimlenmeye başladı. Bu yüzyıllarda İslam orduları, Bizans İmparatorluğunun Su­riye'deki eyaletlerini, Kutsal Topraklan ve Mısır'ı fethettiler ve Kuzey Afrika, Sicilya ve İs­panya'ya doğru yayılmaya başladılar. Bu fetihler sadece siyasal ve askersel bir yayıl­ma değildi. Bunu aynı za­manda geniş ölçekli İslamlaş­ma süreci de izledi. Bu şekil­de İslam'ın ilk yayılış dönem­lerinde Hristiyanlık ile İslam arasındaki ilişki biçimi, karşı tarafı savunma konumuna it­ti. Şam, Bağdat ve Kurduba gibi merkezlerde hristiyan te­ologlar, İslam'a yönelik geçiş­leri durdurmak ve kendi ko­numlarını ayakta tutabilmek için yeni dine karşı tezler üretmeye başladılar. İşte bu erken hristiyanlık teolojisinin çizdiği İslam imajı, çağlar bo­yu sürecek olan olumsuz İs­lam imajına damgasını vur­muştur.

 

 

Hristiyanlığa göre Hz. İsa'nın gelişiyle Tanrısal vahiy süreci tamamlanmıştı. Bu du­rumda yeni bir peygamber (Hz. Muhammed) ve yeni bir dinin (İslam) gelmesi düşünü­lemezdi. Bu nedenle hristiyan teologlar şöyle bir tez geliştir-diler: İslam şeytanın bir oyu­nudur. Kendisi de peygamberi de "sahte"dir. Tanrı şeytan yoluyla, hristiyanları deniyor ve isyankarları cezalandırıyor. Hatta bu tez ilginç bir komplo teorosine dayandırılıyordu. Buna göre islam, Hristiyan-lık'tan ve görevinden tardedi-len bir papazın intikam almak üzere Arap yarımadasına git­mesi ve kendi bildiklerini Hristiyanlığa karşı geliştirile­cek yeni bir dinin inşası için kullandı. İslam'ın peygamberi Muhammed, eski kutsal me­tinleri ve bilgileri gizlice bu papazdan öğrendi. Nitekim Hristiyanlık ve İslam arasın­daki benzerlikler buradan kaynaklanmaktadır. Sözkonu-su papaz, Hristiyanlık dünya­sını içten çökertebilmek için bu yola başvurmuştu.

Bu teoriye göre İslam, Hristiyanlık'tan çıkartılmış uydurma bir mezheptir. Bu mezhebin amacı, Hristiyanlık dünyasını çökertmek ve in­sanlığı saptırmaktır. İslam'ın şeytani karakteri, özellikle cinsel ahlak anlayışında yatı­yordu. Çok kadınla evlilik ve hazza dayalı cinsel ilişkilere müsaade edilmesi bunun en açık kanıtlarıydı, üstelik biz­zat bu konuda Muhammed, izleyicilerine örneklik ediyor­du. Eski Hristiyan teolojide İs­lam'a yüklenen bir başka özellikte şiddet öğesidir. Buna göre Hristiyanlık sevgi ve şef­kat dini, İslam ise şiddet ve kılıç diniydi. Nitekim İslam ilk izleyicilerini kılıçla dine sok­muş ve daha sonrada kılıç yoluyla yayılmıştır.

 

 

İslam'a karşı yazılan ilk kitaplar ve el yazmaları ço­ğunlukla Yunanca ve Latince dilinde yazılıyordu. Böylece müslümanların bunları oku­ması ve bunlara karşı cevap­lar üretmesi mümkün olmu­yordu. Yazılan eserlerde çoğu kez yazarın kimliğide gizleni­yordu. Arapça yazılan eser­lerde ise daha barışçıl ve ılım­lı bir dil kullanılıyor ve özellik­le İslam'ın Tevhid inancına karşı Teslis (üçleme) inancı savunuluyordu. Ancak bu Arapça metinler, İslam imajı­nın şekillenmesinde fazla et­kili olmamıştır.

Onbirinci yüzyıla değin, İslam ve Hristiyanlığın karşı­laştığı bölgelerde hristiyan din adamları İslam karşısında Hristiyanlığın üstünlüğünü ka­nıtlamaya çalışıyorlardı. An­cak onbirinci yüzyılın sonuna doğru bir değişme ve buna kaynaklık eden yeni bir geliş­me oldu. Onbirinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında bir Hristiyan karşı saldırısı (Haçlı seferleri) oldu ve bu, Kutsal Topraklar'da bir süre başarı sağladı. Burada bir Latin Ku­düs Krallığı kuruldu. İspan­ya'da ise daha kalıcı ve kesin bir sonuç alındı. İspanya'daki son müslüman krallık 1492'de sona erdirildi. Hristi­yanlık dünyasının bu politik ve askeri başarılarına rağ­men, başka yörelerde müslü-manlar yine atak halindeydi­ler. Onbirinci yüzyılın sonuna doğru müslüman Selçuklular Anadolu'ya girdiler ve daha sonra Osmanlılar, Bizans İm-paratorluğu'nun başkentini fethederek kendine başkent yaptılar.

Hristiyanlarla müslüman-lar arasındaki ilişki, Ortaçağ­da sadece askeri bir ilişki de­ğildi. Haçlı seferleriyle birlikte ticaret ve kültür alanlarında da alışverişler başladı. Bu şe­kilde Latin Katolik dünyası, İslam dünyası ve kültürüyle yoğun bir ilişkiye girdi. Müs­lümanlardan elde edilen yer­lere Avrupa'h bilginler gitme­ye ve orada İslam bilimlerini Arapça bilen hristiyanlar ve yahudiler yoluyla öğrenmeye başladılar. Bu alışveriş bir an­lamda eski Yunan mirasını keşfetmek anlamına geliyor­du. Arapça'dan çevrilen me­tinler çoğu kez tıp, matema­tik, astronomi ve felsefe gibi pratik kullanım değeri yüksek olan bilimlerdi. Bu kültürel et­kileşim Avrupa'da "Onikinci Yüzyıl Rönesansı"na yol aç­mıştır.

Ortaçağ Hristiyanlık dün­yası, kısmen Bizans kaynak­ları ve kısmende İspanya'daki müslümanlarla hristiyanlar arasındaki ilişkiler nedeniyle İslam hakkında bazı şeyler biliyorlardı, ancak bu bilinenler içinden çıkılmaz bir şekilde hatalarla dolu idi. Avrupalılar arasında İslam'ı bilimsel bir şekilde inceleme arzusu Haçlı Seferleri sırasında meydana geldi. İlk Kur'an çevirisi Latin­ce olarak 12. yüzyılda yapıldı. Fakat bu çeviriler hiç bir za­man belirgin hata ve yanlış­lıklardan arındırılamadı. İslam dünyasındaki yapılan çevirile­re rağmen Ortaçağda İslam imajı düzeltilemedi. Zira sü­rekli savaş ortamı ve gergin­likler bunu engelliyordu. Bu dönemde İslam hakkında çi­zilen düşman imajı, Haçlı se­ferlerini ve buna eşlik eden şiddet olgusunu haklılaştır-maya yönelikti.

Batılı ünlü İslam araştır­macısı Prof. Dr. Montgomary Watt'ın belirttiğine göre Orta­çağda geçerli olan İslam imajı şu tezlere dayanıyordu.

1-      İslam dini, batıl ve ha­kikatin zıddıdır;

2-  İslam, şiddet ve kılıç dinidir;

3-  İslam, şehvet ve nefse düşkünlüğü öğretiyor;

4-  Muhammed, İsa'nın muhalifidir.

Ortaçağa hükmeden en büyük güç Kilise idi ve buna göre, "Kilise dışında hakikat ve kurtuluş imkansızdı. Hatta hakikati aramak bile küfürdü.

 

 

Doğmayı kabul etmek akıl için en emin yoldu." Bu ne­denle Kilise'nin incil dışında bir Kitap, Hz. İsa dışında bir Peygamber ve Hristiyanlık dı­şında başka bir Din ya da ha­kikat kaynağı kabul etmesi düşünülemezdi. Nitekim Or­taçağın büyük hristiyan düşü­nürü St. Thomas Aquinas bi­le, bu düşünceden hareketle 13. yüzyıl boyunca İslam'ın batıl ve temelsiz bir din oldu­ğunu kanıtlamak için uğraşıp durdu.

Haçlı savaşlarına katılan­ların kendi dinlerini "barış" di­ni, İslam'ı ise "kılıç ve şiddet" dini olarak görmelerini para­doksal olarak niteleyen Watt, bu imajın hakikatten çok uzak olduğunu, zira İslam'ın askeri faaliyetlerinin siyasi yayılma yönünde geliştiğine dikkati çekiyor ve hiç kimse­nin İslam'a girmek için zor­lanmadığını belirtiyor. Buna rağmen Ortaçağ hristiyanlığı-nın bu iddiaları aslında bir projeksiyondan başka bir şey değildir. Haçlılar döneminde müslümanlara atfedilen şid­det ve aşırı şehvet, aslında

Hristiyan Avrupa'da mevcut­tu. "Bu yüzden, İslam'ın tah­rif edilmiş imajı, Avrupalı bir insanın gölge tarafının pro­jeksiyonu olarak telakki edil­melidir" (M. Watt, SH. 144).

Onaltıncı ve onyedinci yüzyılda gerçekleşen Reform­lar ve Aydınlanma Çağı'nda Batı'daki İslam imajı, bazı önemli klasik öğeleri yeni dö­neme taşırken, kısmi değiş­meleri de beraberinde getirdi. Düşman imajı İspanya'da ar­tarak devam etti. Zira burada engizisyon dolayısıyla müslü-manlar ve yahudiler inançla­rından dolayı kovuşturuluyor, işkencelere maruz kalıyorlar­dı. Neticede müslümanlar 1609 yılında Kuzey Afrika'ya sürülmüşlerdir. Bu yüzyıllardaki Türk imajı da son derece olumsuzdu. Türkler hakkın­daki bilgiler, geleneksel hristi­yan önyargılar temeline daya­nıyordu. Bugün bile Avru­pa'da "Türk" kelimesi hala bi­rilerini azarlamak ve kötüle­mek için kullanılıyorsa, bu sözkonusu dönemin bir arma­ğanıdır.On beşinci yüzyılın ortala­rından itibaren bildiri ve ki­taplarda Türkler hakkında ha­ber ve hikayeler yazılmaya başlanmıştı. Osmanlılar ve Türkler hakkında yazılan lite­ratüre "Turcica" adı veriliyor ve bu eserler Türklerle en faz­la ilişkisi olan Avusturya, Al­manya, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde yayınlanıyordu. Os­manlının siyasi ve askeri gü-cü Avrupa'da ilerledikçe olumsuz haberler ve bilgiler gittikçe genişleyerek yayılı­yordu. Özellikle İstanbul'un fethinden sonra Türk kelime­si, korku ve nefret çağrışımı yapıyordu. Üstelik Avrupa'da "Türk" ve "İslam" kavramları sürekli olarak özdeş ve birbi­riyle yer değiştirebilir bir şe­kilde kullanılıyordu. Avrupa Hristiyarlık dünyası bir taraf­tan Türkler hakkında negatif bir imaj yayarak halkı hare­kete geçirebiliyor, diğer taraf-tanda Roma kilisesinin hü­kümranlığı altında bütün hristiyanları birleştirmeyi amaçlı­yordu.Kilise tarafından yazılan bildiri ve kitaplarda Türkler, hristiyanların baş düşmanı olarak gösteriliyor ve Osman­lı sultanları İsa aleyhtarı (an-tikrist) olarak damgalanıyor­du. Bütün bu yayınlarda mer­kezi tema Türklerin barbarlığı idi. Türkler, suçsuz hristiyan-ları vahşice öldüren, etrafı ya-kıp-yıkan ve eline değerli ne geçerse onu çalan kimselerdi. Bu tür propagandaya dayalı haber ve işleme tarzı, elbette realiteden kopuktu. Gerçekte acımasız olan, savaş ve sava­şın koşullarıydı. Zira bu ko­şullarda hristiyanlarda acıma­sızca davranıyorlardı.

Türk kelimesinin korku ve nefret yaratan çağrışımı ya­nında paradoksal olarak Türkler karşısında belli bir hayranlıkta sözkonusuydu. Osmanlı devletinde daha fazla inanç özgürlüğü olduğu ve Türklerin iyi ahlaki nitelikler taşıdığı söyleniyordu. Türk ahlakının özellikleri sadelik, sabır, cesaret, sadakat ve di­siplindi. Hatta Avrupa'nın Türkler tarafından idare edil­mesinin, hristiyan prensler tarafından idaresinden daha iyi olduğu ima ediliyordu. On altıncı yüzyılın ikinci yarısın­dan itibaren bu imaj güçlen­meye başlamıştır. Hristiyan prensler, Osmanlının siyaset ve ticaretteki stratejik konu­munu anladıktan sonra, onunla karşılaşma yerine kar­şılıklı çıkarlar temelinde işbir­liği yapmayı uygun buluyor­lardı. Böylece dini fanatizm yerini, ekonomik ve politik gerçekliğe bırakıyordu. Şimdi Avrupa'da daha nesnel bir bilgi akışı sağlanıyor ve özel­likle diplomat, bilimadamı ve seyyahların anlatımıyla Os­manlı hakkında daha ayrıntılı ve objektif bilgiler edinilebiliyordu.

On altıncı yüzyılda Kanuni döneminde Osmanlı Devleti güç ve refahın doruk noktası­na ulaşmıştı. Yine Viyana bu zaman diliminde kuşatılmıştı. Osmanlı Devleti'nin Avrupa içinde ilerleyişi, Batılıları Türklerin kökeni ve kısa za­manda böyle güçlü bir hale gelmelerinin sebebini araştır­maya şevketti. Türkler hak­kında erken haberler ve bilgi­ler, Kutsal Bölgelere ziyarete giden hristiyan hacıların se­yahat hikayeleri ve savaş sı­rasında esir alınmış kişilerin göz tanıklığına dayanıyordu. Bu haberler ve bilgiler hristi­yan önyargılarla doluydu. Hristiyan hacılar, Türkleri "inançsız" ve hristiyanlığı yık­maya susamış saldırganlar olarak niteliyorlardı. Savaş esirleride bunlardan farklı şeyler söylemiyordu.

Bir açıklamaya göre Türk­ler, doğudan gelen barbar bir kavimdi. Yıkıcılık ve barbarlı­ğı onun güçlü olmasının te­mel nedeniydi. Öte yandan Türklerle Araplar arasında da bir fark görülmüyordu. İşin il­ginç yanı başlangıçta Avrupa­lı gözünde her müslüman Araptı. Ne zaman ki Osmanlı İmparatorluğu dünya siyaset sahnesine çıktı, o zamanda her müslüman Türk olarak tanımlanmaya başladı. Gerçi bunda garipsenecek bir du­rum yoktur. Zira o dönemin temel özelliği dini kavramlarla düşünülüyor olmasıydı.

On altıncı yüzyılda Bi­zanslılar tarafından yazılmış iki tarihi çalışma dışında, Os­manlı tarihi hakkında kap­samlı bir tarih çalışması yok­tur. Bu çalışmalarda zaten on beşinci yüzyılın ortalarında yazılmıştı. Osmanlı tarihiyle ilgili olarak ilk ciddi çalışma Alman kökenli Hans Levvenk-lau (1580) tarafından yapıl­mıştır. Hollandalı hümanist Desideri^s Erasmus (1467-1536) Türklerin ilerleyişini hristiyanların ahlaki çöküşüy­le açıklıyordu. Ona göre Türkler, ahlaksız hristiyanlar için Tann'nın bir cezasıydı. Bu açıklama biçimine göre Türk tehlikesi (!) ancak ahlaki bir diriliş ve silahlı bir mücade­leyle geri tepilebilirdi.

Batılıların İslam düşmanı tutumları, hiç bir zaman onla­rın Kur'an çevirisi yapmaları­nı engellememiştir. Fakat çe­viriler hiç bir zaman başarılı olmamış ya da amacına ulaş­mamıştır. İlk tam Kur'an çevi­risi Latinceye 1530 yılında yapıldığı zaman Papa'nın em­riyle yakılmaktan kurtulama­mıştır. Kısa bir süre sonra 1543'de protestan Theodorus Bibliander, bir çok problemi aştıktan sonra bir 12. yüzyıl Kur'an çevirisini yayınlamayı başarmıştır. Ancak "zararlı yayın" kategorisine girdiği için kitabın girişine bir uyarı ve Kur'an'ı yanlışlayışıcı bir önsöz yazılarak yayınlanabil-miştir.

On altıncı yüzyılda yayın­lanan Turcica'larda her za­man olumsuz bilgiler değil, bazen olumlu bilgilerde veril­miştir. Özellikle Osmanlı Dev-leti'ne seyahat eden elçiler, bilimadamları, sanatçılar ve konsoloslar daha güvenilir haberler yazmışlardır. Bu bil­giler daha olumlu bir Türk imajının oluşumunda önemli bir işlev görmüştür. Turci-ca'ların en önemli bölümleri, haberler ve bildirilerden oluş­maktadır. Bu bildiriler genel­likle savaş, fetih ve anlaşma­lar gibi siyasal ve askeri ge­lişmeleri işliyor ve ticari mer­kezler yoruyla bütün Avru­pa'ya yayılıyordu. Bu haber­lerin ulaştırılmasında aracı ro­lü tüccarlar oynuyordu. On altıncı yüzyılın başında iyi ör­gütlenmiş bir tarzda yayılan bu haberler salt bilgi kaynağı değil, propaganda ile de renklendirilmiş siyasi amaçlı haberlerdi. Nitekim bu kay­naklarda Osmanlı Devleti Hristiyanlığın amansız bir düşmanı olarak tanıtılıyor ve her bir fetih haberi "kara gün" ya da "vahşet" olarak nitele­niyordu. Bunun tersine hristi­yanların başarısı ise "kahra­manlık" veya "unutulmaz bir destan" olarak tanımlanıyor­du.

Turcica'lardaki hakim söylem Türklerin "vahşi bar­bar" ve hristiyanların "ezeli düşmanı" olduğu biçiminde­dir. Ancak Avrupalılar daha kötü bir durumu vurgulamak için bazen Türkleri diğerlerine karşı tercihe değer bir halk olarak nitelemişlerdir. Hollan­da'da görüldüğü üzere, kato-liklerin hoşgörüsüzlüğünü ifade etmek üzere "Türkleri papaya tercih ederiz" (Liever Turks dan Paus" sözü Os­manlı hoşgörüsüne işaret edi­yordu. Ancak bu değerlendir­me "kötüler içinde daha az kötü" biçiminde yapılan bir değerlendirmedir.

Onyedinci yüzyıla girer­ken Hristiyan Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki bilgi alışverişini daha sağlıklı kılan bazı gelişmeler görüyoruz. Bu yüzyılda Arapça dili üzerine çalışmalar başladı. Özellikle Leiden üniversitesi'nde bilim­sel bir gramer çalışmasına raslıyoruz. Yine bu yüzyılda genişleyen ulaşım ve iletişim olanakları ile birlikte artan ti­cari ve diplomatik ilişkiler da­ha reel bir İslam imajının oluşmasına katkıda bulundu. Askeri alandaki gelişmeler nedeniyle savaş ve cepheye ilişkin haberler azalıyor ve Osmanlı'nın askeri sahada gücünün zayıfladığına ilişkin bilgiler yer alıyordu.

Bu gelişmelere koşut ola­rak bildiriler yanında, gazete­lerinde çıkmasıyla "Türk ha-berleri"nde de içeriksel olarak değişmeler görülüyordu. Ba-tı'da "Türk tehlikesi"nin orta­dan kalktığına dair bir kanaat beliriyor ve dikkatler İstan­bul'daki gelişmelere kayıyor­du. Haberler daha az sansas­yonel bir nitelikteydi. İstan­bul'da saray entrikaları, yeni­çeri isyanları ve padişahların cülusu gibi konular dikkatle izleniyordu. Ama bu olaylar­dan çıkarılan sonuçlar, daha çok Türklerin caniliğini kanıt­lama doğrultusundaydı.

Türk tehlikesi onyedinci yüzyılda tümden ortadan kalkmıyor. Yüzyılın ilk yarı­sında gerileme belirtileri gös­teren Osmanlı Devleti, bunu bir süre daha ertelemeyi ba­şarıyor ve Türk ordusu 1663'de tekrar Avusturya'ya giriyor. Burada bazı şehirler fethedildiği gibi, Venedikliler­den de son kolonileri olan Candida alınıyor. Bu şekilde ikinci bir kez daha beliren Türk tehlikesi Avrupa'da kor­ku ve nefret yaratıyor. "Türk haberleri" 1683'de Viyana'nın ikinci kez kuşatılmasıyla do­ruk noktasına ulaşıyor. Ancak bu tarihten sonra peşpeşe ge­len kayıplar, artık Osman­lı'nın gücünü kaybettiğini ke­sin olarak gösteriyordu.

Avrupalıların Arap kökenli müslümanlarıda "Türk" ola­rak adlandırdıklarını daha ön­ce belirtmiştik. Onyedinci yüzyılda Kuzey-Afrika bölge­sindeki Türk (!) korsanların etkinlikleri, Avrupalı tüccar ve siyasi güçler iqin ciddi şikayet kaynağı idi. Bu korsanlar ara­sında Arap ve Berberiler ya­nında müslüman olmuş Hol­landalı kaptanlar bile vardı. Deniz korsanları hakkında an­latılan hikayeler, bu yüzyılda geçerli olan Türk imajının olumsuz bir yönde gelişmesi­ne etki etmiştir. Daha ilginç olan bir başka nokta da olumsuz Türk imajının Avru­palı ülkeler arasında birbirleri­ne projekte edilmesidir. Söz­gelimi Hollandalılar kendileri­ne saldıran İspanyalılara karşı Türk imajının olumsuz nitelik­lerini yansıtmışlardır.

Onyedinci yüzyılın diğer kaynakları arasında, seyahat­nameler de çok önemli bir bilgi kaynağı olmuştur. Os­manlı Devleti'ni gezen sey­yahlar ve esir düşen kişiler, tecrübe ve gözlemlerini bel-geleştirmişlerdir. Onbeşinci yüzyılın ortasından onsekizin-ci yüzyılın sonuna kadar 600 kadar bu türden kitap yazıl­mıştır. Bir tahmine göre bun­ların sadece 200 kadarı onye­dinci yüzyıla aittir.

Onyedinci yüzyıla damga­sını vuran Reformlar ve Ay­dınlanma çağında, aydınların­da îslam imajı pek net değil­di. Bu dönemde etkili olan yazarlardan Hollandalı bir te­olog ve hukukçu olan Hugo de Groot hapiste kaldığı yıl­larda yazdığı bir kitapta, bir taraftan hristiyanların birleş­mesini savunurken diğer ta-raftanda kafirler, yahudiler ve müslümanlara karşı keskin eleştiriler yapıyordu. İslam hakkındaki kullandığı kay­naklar, eski ortaçağ kaynakları olduğu için doğal olarak eski imaja ait unsurları muha­faza ediyordu. Hollanda kö­kenli birbaşka kişi, profesör Adriaan Reland kalvenist biri olarak İslam'ın bilimsel bir şe­kilde incelenmesi gerektiğini açıklıyordu. Nitekim 1705 yı­lında yayınlanan "Muham-med'in Dini Hakkında" adlı eserinde batılı önyargıları eleştiriyor ve Arapça kaynak­lara dayalı olarak daha tam bir İslam imajı çiziyordu. Çün­kü kendisi hem doğu dillerini biliyor, hemde bir teolog ola­rak dinlerin kendine özgü ya­pılarını dikkate alıyordu. Ona göre dinlerin birbirlerine karşı olan saldırıları akılcılıktan zi­yade duygusallıktan kaynak­lanıyordu. Bir dinin mensubu başka bir din hakkında olum­suz imajlar çizerken,, aslında kendi karanlık boyutunu ona yansıtıyordu.

Her ne kadar profesör Re­land, önyargılarla mücadele etmişse de niyeti meslektaşı Hugo de Groot'kinden farklı değildi. Zira ona göre, eğer İs­lam bilimsel olarak incelenir­se bu şekilde daha kolay sa-vaşılabilir ve İncil müslüma-nar arasında daha etkin ola­rak yayılabilirdi. Nitekim o kendi kitabını, başkalarını bu yöne sevketmek için bir reh­ber olarak yazmıştır. Aydınlanmacı düşünürler genelde bütün dinler hakkın­da iyi şeyler düşünmüyorlar­dı. Ama onların İslam'a yöne­lik eleştirisi, bir başka anlam taşıyordu. Onlar İslam'a yö­nelik eleştirilerde bir taraftan eleştiriye en layık bir din ola­rak islam'ı birinci sırada gör­dükleri gibi, öte taraftan da İs­lam şahsında Hristiyanlığı yargılıyorlardı. Zira hristiyanlığa doğrudan saldırmak rizi­kolu bir işti. Bu dönemde ha­kim olan anlayışa göre dinler, fanatizm, ilerlemeye karşı ayakbağı ve gericilik demek­ti. Buna Voltaire'in çalışması iyi bir örnektir. Fransız düşü­nürü Voltaire "Muhammed ve­ya fanatizm" adlı tiyatro çalış­masında dinsel fanatizm olgu­sunun psikolojik bir analizini yapmaktadır. O, İslam'ı se­çerken içeriksel bir tartışma­dan ziyade dinlerin genel ola­rak fanatizme yol açan özel­liklerini irdelemeyi düşün­müştür. Voltaire'de kaynakla­rını ortaçağdan alıyordu. Bu eserindeki dinlere yönelik eleştiri o kadar şiddetli idi ki, kilise bile buna dayanamaya­rak piyesin oynanmasını ya­saklamıştır.

Onsekizinci yüzyılda "Türk tehlikesi" hemen he­men kesin olarak son buldu. Zira Rusya ve Avusturya'ya karşı elde edilen kısmi başarı­lara rağmen Osmanlı gerile­me dönemine girmişti. Ancak Türk tehlikesi Kuzey Afrika kıyılarında aktüalitesini koru­du. Buradaki gelişmelerle ilgi­li olarak bildiri, haber ve ga­zetelerde Türk barbarlığı ve korsanlığı sürekli olarak vur­gulandı. Gerçekte buradaki deniz korsanları Türkler değil, Berberilerdi.

Avrupa ve Osmanlı devle­ti arasındaki güç ilişkilerinin değişmeye başlamasıyla bir­likte Türklere ve Osmanlılara karşı bakış tarzı da değişti. Türk yaşam biçimi ve Os­manlı'nın egzotik yönlerine il­gi ve hayranlık artmaya baş­ladı. Bu dönemde "atlı, sa­vaşçı ve insafsız Türk" imajı giderayak yerini "yozlaşmış, şehvet düşkünü ve harem sa­hibi Türk" imajına bıraktı. İş­te, doğu hakkındaki klasik anlayış bu şekilde doğmaya başladı. Binbir gece masalları yoluyla doğu dünyası hakkın­da akla gelen şeyler refah, gi­zem ve erotizmdi.

Türk yaşamına duyulan hayranlık çok geçmeden Fransız, İngiltere, Avusturya ve Almanya'da "Türk moda­sını doğurdu. Türk modası, cinsel çağrışımlarla dolu ol­duğu için sadece kalvenist ül­kelerde fazla tutmadı. Sözge­limi Hollanda'da Türkler hak­kındaki önyargılar hala can­lıydı. Türkler hakkındaki ge­nel yargı iki yönlüydü: Her ne kadar Türkler bazı olumlu özelliklere sahiplerse de, olumsuz özellikleri bu yönlere baskındı. Türkler hakkındaki bu imaj değişikliği, önemli öl­çüde gezi, tarih ve antropoloji hakkındaki çalışmalardan kaynaklanıyordu. Sözgelimi İngiliz elçisi bayan Lady Mary Wortley Montagu, 1717 ve 1718 yıllarda İstanbul'da otu­ruyor ve Türklerin temizliği, kullanışlı giyimleri ve Türk kadının özgürlükleri hakkında mektuplar yazıyordu. Onun mektupları ölümünden sonra 1763'de yayınlanmış ve bü­yük bir sansasyona yol aç­mıştır. Çünkü Türkler hakkın­da söyledikleri, Avrupa'nın genel-geçer anlayışlarına ve kalıp yargılarına kesinlikle sığ­mıyordu.

      Onyedinci yüzyılın ikinci yansında başlayan bilimsel çalışmalar, onsekizinci yüzyıl­da da devam etti. Ancak bu çalışmalar Türklerle sınırlı kalmadı, eski Yunan ve Roma dönemine ait kalıntılara da yöneldi. Gezginciler içinde önyargıları çok ciddi bir şekil­de eleştiren kişiler bile vardı. Sözgelimi Hollandalı Dr. Pi-eter van Woensels, o zaman­larda Türkiye ve Rusya'ya yaptığı gezilerini yayınladı ve dönemin Hollandasında ge­çerli olan önyargıları çürüttü. Bu önyargılar arasında köle­lik, poligami, despotizm ve barbarlık gibi temalar yer alı­yordu.

 

Kolonyalizm döneminde, ortaçağ islam imajının yeni­den canlandırıldığını görüyo­ruz. Bunun gerekçeleri hak­kında Amsterdam üniversite­si Arap ve İslam Araştırmaları Enstitüsü öğretim görevlisi Rudolph Peters şöyle demek­tedir: "Ortaçağda gelişen bu İslam ve müslüman imajı, Avrupa emperyalizmi döne­minde yeni bir canlılık ve enerji kazandı. Müslümanlar gerici, fanatik ve kavgacı tip­ler olarak gösterilerek, me­deniyetin yayılmasına hizmet iddiası ile sömürgeci genişle­me haklı gösterilmek istendi. Bu aynı zamanda, sömürge­cilerin yerli halka karşı zor kullanmaları için bir bahane oluyordu" (Sh. 31). Gerçek­tende müslüman dünya ile hristiyan dünya arasındaki ta­rihsel ilişkilere şöyle kuşbakı­şı bir göz attığımız zaman olumsuz İslam imajının Batı­nın kendi saldırılarına ve İs­lam dünyasında gerçekleştir­diği insanlık dışı eylemlere karşı meşru bir kılıf işlevi gör­düğüne tanık oluyoruz. Sal­dırganlık ve imaj arasındaki etkileşim her zaman karşılık­lıydı. Savaş ve genişleme an­larında, imaj olumsuzlaşıyor ve tekrar bu temelde saldır­ganlık haklılaştınlıyordu.

 

Sömürgecilik döneminde­ki olumsuz İslam imajının bir başka boyutu, kıyaslamalı dinbilimleri, oryantalizm ve antropoloji gibi disiplinler ta­rafından sömürgeciliğe bilim-sel-teolojik bir temel kazandı­rılmış olmasıdır. Kıyaslamalı dinbilime göre, sadece hay­vanlar ve bitkiler dünyasında değil, dinsel ve sosyal ya­şamda da ilkellikten mükem­melliğe doğru bir evrim söz-konusuydu. Bu evrimci açık­lama modelinde İslam, tarihin en gelişmiş dini olan Hristi-yanlığın yozlaşmış bir biçi­miydi. Aynı temel misyonerlik içinde iyi bir dayanaktı. Artık hristiyan misyonerler müslümanlara "orjinal kaynaklara" dönmek konusunda yardımcı olabilirlerdi.

 

Bu dönemde İslam hak­kında araştırmaların artması boşuna değildir. Sömürgeci­nin amacı, saf bilgi yoluyla bir gerçeği anlamak ya da kavramak değildi. Onun gö­zünde bilgi güç demekti; eğer İslam hakkında daha fazla bil­gi sahibi olurlarsa, müslüman toplumu daha kolay denetle­yecek ve ortaya çıkan isyan­ları daha kolay bastırabile-ceklerdi. Şu konuda artık ke­sin bir açıklık sağlanmıştır. Batı medeniyetinin modern düşünürleri, ortaçağın hristi-yanlık mirasını reddederler­ken, sadece İslam hakkındaki imajına sahip çıkmışlardır. Özellikle de İslam'ın cihad doktrini çarpıtılarak müslümanlar, dinleri gereği sağa-sola savaş açan, kana susa­mış ve değişik dinlere karşı hiç bir hoşgörüsü olmayan fa­natikler olarak presente edil­miştir.

 

 

 

Modern İslambilimin kuru­cularından biri olan Hollandalı Snouck Hurgronje, bir bilima-damı olarak İslam hakkındaki araştırmalarını derinleştirir-ken, sömürgeci yönetimin da­nışmanlarından biri olarak ta Hollanda'nın Üzak-Doğu ve Asya politikalarına önemli öl­çüde yön vermiştir. Kendisi bir ara müslüman kılığında Mekke'ye kadar giderek, Kabe ve kutsal yöreler hakkında bir kitap bile yazmıştır. Yine O, Endonezya adalarında do­laşırken ve yaşarken hep bir müslüman olarak hareket et­miştir.

 

Batı kökenli oryantalizm­de zanlı bir kimlikten asla kurtulamamıştır. Oryantaliz­min temel paradigması Doğu ve Batı arasında uzlaşmaz karşıtlığı göstermektir. Buna göre Batı dünyası dinamik, yenilikçi, açık, hoşgörülü ve girişimci; İslam dünyası ise eski geleneklere kapanmış, statik, fanatik, pasif ve geliş­meye karşı bir dünyadır.

Batı sosyolojisinin kuru­cularından Max Weber, ondo-kuzuncu yüzyılda Batı'da İs­lam hakkında geçerli olan yanlış bilgiler nedeniyle, İs­lam'ın hazcı ve şehvet düşkü­nü bir din olduğunu sanıyor­du. Bu düşünce, İslam huku­kunda erkeklerin zevklerini sı­nırsız bir biçimde tatminine yönelik bazı kuralların varlı­ğından çıkarılıyordu. İslam'a göre erkek dört kadınla evle­nebilir ve sayısız cariyeler alabilirdi. Yine istediği zaman kadını boşama hakkına da sahipti. Bu şüphesiz ki, reali­tenin aşırı derecede abartıl­mış ve çarpıtılmış bir imajıy­dı. İlginç olan şu ki, Ruud Pe-ters'ın da belirttiği gibi, şimdi­lerde tam tersine İslam'ın cin­sel konularda çok sınırlayıcı olduğu vurgulanmaktadır. Bu da gösteriyor ki, Batı'da ege­men olan İslam imajı, İslam toplumlarındaki değişmeler­den ziyade Batılı toplumlarda­ki gelişmelerin etkisiyle de­ğişmektedir.

Ondokuzuncu yüzyılda İs­lam imajının kötüleşmesinin bir başka nedeni, Yunan isya­nında (1821) Avrupalıların onların tarafında yer almaları­dır. Bu dönemde Osmanlı "hasta adam" olarak niteleni­yor ve Doğu Meselesi, yani Osmanlı'nın sömürgeci güçler tarafından paylaşılması gün­deme geliyordu.

Sömürgecilik sonrası dö­nemde, Osmanlı merkezli yaklaşımlar nedeniyle; uzun süre Batı edebiyatında uzun elbiseli, elinde parıldayan pa­lası ile Muhammed'in dinine girmeyi reddeden her kafiri boğazlamaya hazır Ortaçağ'ın "Korkunç Türk" imajı yerini, savaş kıyafetiyle, omuzunda kalaşnifoku olan, masum Ya­hudi ve Hristiyan kadın ve ço­cukları bile gözünü kırpma­dan katletmeye hazır "Arap terörist" imajı almıştır. (R.Pe-ters, Sh. 30).

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra İslam dünyası ile Batılı güçler arasında oluşan yeni politik, ekonomik ve toplum­sal ilişkiler İslam imajında kaymalara yol açtı. Ancak eski düşman imajı, seküler bir forum kazanarak daha geniş toplum katmanlarına yayıldı. Bu yeni gelişmelerde Batı'nın İslam'la olan ilişkilerinde kur­duğu yol ve kanallar önemli oranda bilgi akışının ve etki­leşiminde niteliğini belirlemiş­tir. Sözkonusu kanallardan il­ki, Batıcı aydın ve diğer elit kesimlerdir. Bunların İslam imajı sömürgecilerin imajın­dan pek farklı olmadığı ve hatta onlardan apartma oldu­ğu için bunlar yoluyla bilgile­nen Batılılar, sürekli olarak önyargılarının pekiştirildiğini görüyorlar. İkinci bir kanal, Avrupa'ya işgücü göçü çerçe­vesinde giden müslüman işçi­lerdir. Bunlarda Avrupa'da İs­lam'ı olumlu bir şekilde ifade ve temsilden uzak düşmekte­dirler. Çoğunun kırsal kesim­den ve iyi bir eğitimden Avru­pa'ya gitmiş olmaları, büyük bir handikap oluşturmaktadır. Bunların temsil ettikleri "Halk İslam'ı" da önyargıların pekiş­tirilmesine yol açmaktadır.

 

Avrupa'da yaşayan müs­lüman azınlıklar, yabancı bir kültür ortamında asimile ol­mamak için kendi içlerine ka­panık ve toplumdan yalıtlanmış bir yaşam tarzı kurmuş­lardır. Yerleşik toplumla arala­rında var olan sınıfsal-toplumsal ve kültürel mesafe, önyar­gıların oluştuğu verimli bir ze­min olarak işlev görmektedir. Sözgelimi Türklerin çoğu dü­şük nitelikli, ağır ve pis işler­de çalıştıkları için "Pis Türk" imajı canlılık kazanmaktadır. Kadınlar, toplumdan soyut­lanmış bir şekilde eve kapan­dıkları için yine İslam'ın kadı­nı eve kapadığı yolundaki ön­yargılar teyid edilmiş olmak­tadır.

Yetmişli yılların ortaların­dan itibaren ortaya çıkan İs­lam dünyasındaki uyanış ha­reketleri ve İslam Devrimi ol­gusu, Batı'nın İslam hakkın­daki korkularını yeniden gün­deme getirmiştir. Her ne ka­dar bugün Batı'da "Bilgi Top­lumuma girdiğimiz noktasın­da sürekli saptamalar yapılı­yorsa da, İslam dünyası hak­kında Batılıların bilgi düzeyi çok gerilerde seyretmektedir. Son 30-40 yıldan bu yana aralarında önemli oranlarda müslümanların yaşadığı dik­kate alınırsa, Batının islam'ı ve müslümanları hala tanıya­mamış olması anlaşılır bir du­rum değildir. İran İslam Devrimi'nden sonra yayınlanan ki­tapların sadece isimlerine bile bir göz gezdirmek onların İs­lam imajı hakkında kesim bil­giler verecek niteliktedir: Mili­tan İslam, İslam'ın Kılıcı, İs­lam Tehdit Ediyor, İslam'ın Canlanışı, İslam Fundamen-talizmi vs.

İslam dünyasında gelişen her bir olay karşısında Ba­tı'nın paniğe kapılması dikkat çekici bir durumdur. Başörtü­sü olayları, Rüştü olayı, Kör­fez Savaş» ve benzer olaylar­da Batılı medya, islam'a sal­dırmak için yeteri kadar mal­zeme bulmuşlardır. Almanya başta olmak üzere bütün Av­rupa ülkelerinde başgösteren ırkçı şiddet olayları ve yaban­cı düşmanlığı ise, artık imajın ve fikrin eylem planına geçti­ğine dair somut göstergeler­dir. Bugün antisemitizmin ye­rini ciddi bir anti-islam al­maktadır, üstelik Batılı güçler, bunu Yeni Dünya Düzeni'nde bir strateji olarak ortaya koy­maktadırlar. İrkçı ve hristiyan fundamentalistler, yerleşik re­jimlerin bu tutumlarından güç alarak her gün bir Türk'ün evini yakmakta ve müslü­manları sınır dışı edebilmek için bir korku ve güvensizlik ortamı yaratmaktadırlar.

Avrupa'da son yıllarda ya­pılan kamuoyu araştırmaları, müslümanlara yönelik düş­manlığın çok geniş toplum katmanlarında bir virüs gibi hızla yayıldığını göstermekte­dir. Fransa'da 1989 yılında yapılan bir araştırma Fransız halkının İslam ile ilgili çağrı­şımlarında "şiddet", "kadına baskı", "geri kalmışlık" ve benzer öğelerin kuvvetle ya­şadığını tespit etmiştir. Dok­sanlı yılların başında Hollan­da'da yapılan bir araştırmada ise, Hollanda halkının yüzde 70'e yakınının "İslam'ın göre­celi büyümesinden" endişe duydukları belirlenmiştir. Oy­sa Avrupa'da müslümanların azınlık konumunda olduğu açık bir şekilde bilinmektedir. Demek ki, İslam'a yönelik korkular, reel olmaktan ziya­de kurgusaldır. Bu kurgusal imaj oluşumu tümüyle med-yatiktir. Bu araştırmada, an­kete katılanların yüzde 70'nin müslüman kişilerle tanışıklık­ları olmaması bizi "İnsan bil­mediğinin düşmanıdır" sonu­cuna götürmektedir.

Bu tür araştırmaları ço­ğaltmak mümkündür. Nite­kim Amerika ye diğer Batı ül­kelerinde de İslam aleyhine bir nefret ve düşmanlığın ge- liştiğine dair oldukça bol veri­ler sağlanmıştır. Albert Ho-urani, Avrupa'nın İslam konu­sunda ilk bin küsur yıl boyun­ca bir "bilinçsizlik durumu" yaşadığını belirtiyor. Bununla onun ne kastettiği pek açık değildir, ama bana göre şu kesindir ki Avrupa, İslam hakkında bu bilgi çağında bile hala "bilgisizlik durumu" yaşı­yor; bilenlerde bilmeyenlere anlatmamakta direniyorlar. İslam hakkındaki bu genel ve yaygın bilgisizlik, sadece dini merkezlerin değil siyasal ve ideolojik merkezlerinde işine yaramaktadır. Ama ikibin yıl­larına doğru ilerlediğimiz şu günlerde, İslama dayalı siya­sal ve kültürel hareketler, bü­tün yoksaymalar ve karala­malara rağmen, kendi özgü-cüne dayanarak "ilerlemek-te"dir. Ve umuyorum ki İslam, ilk kez içine girmeye hazırlan­dığımız bu yeni dünyada, kendini bütün yönleriyle ifade etme imkanına kavuşacaktır.

 

KAYNAKLAR:

Alman Kültüründe Türk İmge­si I, Doç. Dr. Onur Bilge Kula, Gündoğan Yayınla­rı, Ankara 1992.

Batı Düşüncesinde İslam, Al­bert Hourani, Çev: Celal A.Kanat, Sarmal Yayıne­vi, İstanbul 1994.

islam ve Sömürgecilik, Mo­dern Zamanlarda Cihad Öğretisi, Çev: Süleyman Gündüz, Sunuş ve Notlar: Ali Bulaç, Nehir Yayınları, İstanbul 1989.

İslam Avrupa'da, Prof. Dr. VV.Montgomary Watt, Çev: Doç. Dr. Hulusi Ya­vuz, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınla­rı, İstanbull 989.

Kalvenizm, VVeber ve İslam Fundamentalizmi, Ruud Peters, Çev: Kadir Cana-tan. Bilgi ve Hikmet, Üç Aylık Kültür ve Araştırma Dergisi, Güz-1993/4, İz Ya­yıncılık, istanbul 1993.

Sprekend över de islam en de moderne tijd, Prof. Dr. P.S. Van Koningsveld, Pro-metheus Teleac, Ut-recht/Amsterdam 1993.

Topkapı & Turkomanie, Turks-Nederlandse ontmoetin-gen sinds 1600, Red: Hans Theunissen et al., Amsterdam 1989.

 

 
 
  Bugün 56 ziyaretçi (63 klik) buradaydı  



   

Selam Dünya !..gurup vakti bir aile sitesidir. çorbada tuzu olsun isteyenler, tenkit ve tavsiyeleri için (alt1946@windowslive.com) veya ( mim.sait@hotmail.com ) adreslerine e posta gönderebilirler !.. gurup vakti -Ailenizin Sitesi








Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden