gurup vakti
  Turk siirinde Tanri ya kafa tutanlar
 

Türk şiirinde Tanrı'ya kafa tutanlar

Doğu düşüncesinde insan, tanrı
karşısında bütün kimliğini, kişiliğini yitirmiş, gölge-varlık durumuna düşmüştür.
İnsan kafalarının leblebiden ucuza gittiği çağlarda, bu duruma karşı koyan bazı ozanlardan seçmelere yer veriyoruz. Alıntılar çoğunlukla İsmet Zeki Eyüboğlu'nun "Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar" kitabından yapılmıştır.
Türk şiirinde Tanrı'ya kafa tutanlar
 

 

Giriş


Türk şiirinde tanrıya kafa tutuş deyimi, onun varlığını tanımamak, yok olduğunu ileri sürmek, ya da yokluğuna inanmak anlamına gelmez. Sözcüklerin ürküntü anlamı karşısında soğukkanlı davranmayı unutup konuya yüzeysel bir inanç tabanına oturtarak yozlaştırmanın, saptırmanın gereği yoktur.

Tanrıya kafa tutuşu, onun varlığı karşısında ozanın çekinmeden birtakım iç ürpertilere kapılmadan kendi varlığını ileri sürmesi tanrıya "senin gibi ben de varım" diyebilmesidir.

İslâm dininin doğuşundan sonra. Doğu düşüncesinde insan, tanrı karşısında bütün kimliğini, kişiliğini yitirmiş, gölge-varlık durumuna düşmüştür. Bu din, insanı bütün yetenekleri elinden alınmış, bağımsızlığı, özgürlüğü sınırlandırılmış, yapması gerekenler daha önceden "kitab" ile kendisine verilmiş, bir durumda düşünür, ortaya koyar. Doğu insanı ne yapması gerekirse önceden kendisine verilmiştir. İnsan kendi sınırları içinde, varlığı birtakım koşullara bağlanmış bir "nesne" olmaktan öteye geçemez, insan bir "kul"dur. Özünden, gerçeğinden, "kopmuş"tur, öz yurdundan ayrılmıştır.

Doğu düşüncesine göre insanın öz-yurdu içinde yaşadığımız bu evren değildir, insan burada bir sonu bilinmez konuktur, geçicidir. Gerçek olan tanrıdır, insan tanrının kendi gönlünün uyarınca, bir bakıma canının sıkıntısını gidermek için yarattığı, ortaya koyduğu bir "suçlu" varlıktır. Dine göre "yaratılmış"tır. Tanrı, bütün yaratılmışların üstünde, onlara bütün alanlarda buyrultular salan, "lehv'i mahfuz" denen yerde yapacakları işleri, başlarına gelecek olanları, belirlemiş, yüce bir varlıktır, onun varlığı karşısında ne varsa birer gölge olmaktan öteye geçemez. Dahası, tanrısal varlık karşısında "insan varlığı" söz konusu edilmez.

Bir insan, kendi varlık sınırları içinde bulunduğu sürece, bütünlüğü ile Tanrıya bağlıdır, insanın tanrı karşısında en önemli görevi, ona tapınmak, yalvarmak, övgüler, yakınmalar döktürmek, bütün başına gelenler yüzünden tanrıya "şükür" etmekten, aşırı bir "tevekkül" içinde tanrı'nın buyurduklarına gönülden "rıza" göstermektir. Öyle ki: "hayrihi min-allah-utâlâ" -Bütün iyilikler tanrıdan gelir- der insan da kötülüğe sıra gelince: "şerrini minel-insan, ya da minel-nefs" demek geriliğini duyar. Bunun anlamı: iyilikler tanrıdan, kötülükler insandan gelir demektir. Öte yandan iyiliklerin de, kötülüklerin de tanrıdan geldiğini ileri süren kaynaklar da vardır.

İnsan, bütün varlığı ile tanrıya bağlanmışken, bütün tutumları ile kendini onun isteğine, dileğine adamışken, kötü kavramı altına girebilecek eylemlerin kendisine yükletilmesi karşısında da köklü bir "rıza gösterme" anlayışı, inancı içinde bulunması yüzünden, özünün dışına çıkmış demektir. Bu durumda insan sorumsuzdur. Bütün eylemlerin yaratıcısı, ortaya koyucusu tanrı ise, insanın "ceza" görmesi, dinin yapısına sokulmuş bir "haksızlık"tır. Bağlılıklara vurulmuş bir kimsenin davranıştan karşısında özgür düşünce gücünün bulunduğunu söylemek, insan kavramı ile, insan bağımsızlığı ile pek de bağdaştırılamaz.

İnsan, yaratılmış ise, kendi elinde olmadan, kendini bilmeden, başka bir gücün isteği, eylemi ile bu evrene gelmişse, yapacağı işler, gene onu yaratan, sınırsız bilgili, sonsuz görüşlü yüce varlık eliyle önceden belirlenmişse, sorumluluk düşüncesinden suçluluk duygusundan yoksundur, insana gelecekte ceza vermek doğru değildir.

İnsan ya yaratılmamıştır, bütün eylemlerinin, davranışlarının yapıcısı kendisidir, kimsenin onun işine karıştığı marıştığı yoktur. Yaptıklarından sorumludur. Ya da yaratılmıştır, yüce bir gücün buyruğu altındadır, yapacağı, yaptığı bütün işler daha önceden belirlenmiştir, kendisine "verilmiştir" öyleyse sorumlu değildir. İnsanın yarısı ile Tanrıya yarısı ile evrene, ya da kendi elle tutulur, yer kaplayıcı varlığının niteliklerine bağlanışı, onun ortasından bir karpuz gibi bölünmesidir. Yeryüzünde böyle bir insan yoktur, insan kendi eylemleri içinde bölünmez bir bütündür.

Doğu düşüncesi, insanı bir bütün olarak tanımaz, benimsemez. Ona göre insan "bölünmüş", kendi elinde olmayan nedenlerden dolayı, bağışlanmaz bir "suç" işlemiş, cennetten kovulmuştur. İbrani dininden gelen, Kur'ânın özüne değin işleyen, bu görüş insanı açıklamaktan uzaktır.

İslâm dini, insanın varlığını açıklama bakımından ileri sayılacak bir düşünce, bir görüş, bir anlayış getirmemiştir. Bir bakıma bütün dinler içinde, insanı en çok sınırlandıran, belli koşullar, sayılı kurallar altında -bağımsızlıktan, düşüne -davranış özgürlüğünden yoksun olarak, yaşamaya doğru iten, onu sıkı bağlılıklara vuran, en çok ezen, baskıya alan da gene islâm dini olmuştur. Bu da dinin yapısını biçimlendiren doğuş yerinin doğal durumundan dolayıdır.

Şeriatın dediklerini tıpatıp yerine getirmeyi görev edinen, bir insanın yirmi dört saati içinde, kendinin olan, kendi isteği ile, kendi gönlünün uyarınca yapabileceği bir iş yoktur, insan denen varlık islâm dinine göre "mücâzat-mükafat" (cezalandırmalar-ödüller) arasında, bırakılmış bir nesnedir, daha doğrusu bir araçtır
.

İnsan toplum içinde özgür bir varlık olmaktan çıkarılmış, daha çok bağlantılar varlığı durumuna sokulmuştur. Tanrı karşısında insanın bir "söz hakkı" yoktur. Ortaçağ'ın birtakım düşünürleri, dinin getirdiği bu boşluğu "tefsir", "şerh" gibi bilim-dışı açıklamalarla doldurmaya çalışmışsa da başarılı ürünler ortaya koyamamışlardır. İslâm bilgeleri, özellikle Fârâbi, İbn Sina, İbn Rüşd, Gazali, gibilerin ileri sürdüğü görüşler insanı açıklamaktan, özgürlüğe kavuşturmaktan pek uzaktır. Gerçekte açma, yazma, açıklama, genişletme gibi anlamları içeren "şerh", "tefsir" sözcükleri soyuttur, öğretici değildir.

Dinlerin, us ilkelerine karşı çıkarak, insana uyguladığı bu ağır baskılar, bu ezici yükler çağların akışı içinde daha da ağırlaşmış, insan bunların altında bir "ezilmiş varlık" durumuna düşürülmüştür.

İşte bu ağırlıklar, baskılar ortamında birtakım ozanlar, kendilerini tanrı karşısında, bir atılım yapma gereği ile, sorumlu duymuşlardır. İnsanın kendini bağımsız bir varlık olarak anlaması, varlığının bilincine varması ile başlamıştır. Doğu insanı için "ben varım" demek, tanrıya karşı bir direniş anlamı taşır. Çünkü eski doğu insanına göre insanın varlığı tanrının yanında bir yokluk niteliği taşır.

Bu makaleyi derlediğimiz, İsmet Zeki Eyüboğlu'nun "Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar" kitabında daha detaylı bilgi bulabilirisiniz. Biz buradan itibaren sadece şiir örneklerine yer vereceğiz.

Bazı seçilmiş şiirler


Tanrıya inanmış bir kimse olarak, soru sormasını bilen, soracağı soruların ölçüsünü kavrayan bir ozan olan Yunus Emre şöyle yazmış:

"Ey tanrım, ben kendime acı çektirdim, tatlı canımı sıkıntılara soktum, bunlardan sana ne, neden bana bir de sen ceza vereceksin, beni acılara atacaksın? Sen, bana iyi adam olamadın, benim karşıma suçlardan sıyrılmış. pırıl pırıl bir kimse olarak gelmedin. diye beni suçlarsın. Oysa beni suçlu yaratan, alınyazımı daha önceden belirleyen, beni sana karşı koyucu bir nitelikle var eden gene sen değil misin, senin yarattığın insanın sence suçlu olması nedendir? Benim yaptığım işler içinde utanılacaklar varsa, beni onları yapacak nitelikte yaratan gene sen değil misin? Gözümü kapkaranlık, içinde şeytanlıklar, uygunsuzluklar, kötülükler dolu bir dünyaya açtığımda, kendimi günahları biçilmiş kaftan olarak buldum, bunları da yaratan sensin de beni niçin suçlu tutuyorsun kendi yarattığın eylemlerden dolayı? Sen, kıyamet günü bütün kötülükleri ortaya koyup tartacaksın, onlara göre suçlar vereceksin. Kötülükleri ortaya koymak senin büyüklüğüne yakışmaz, bunları bırakman gerekir. Ben, senin varlıklarından ne aldım, neni eksilttim, egemenliğini mi elinden aldım, sözünü mü geçtim sözümle? Seni aç mı, susuz mu bıraktım? Kıldan ince köprü yapar da dersin ki: Ey kullarım gelin geçin. Oysa kıl gibi köprüden insan geçemez. Uçması, ya da düşmesi gerekir. Sonra köprü başkalarının kötülüğü için değil, iyiliği için yapılır. Senin köprün iyi bir köprü olmasa gerek. Bir de kötülükleri tartmak için ölçeğin varmış. Bunu ancak bakkallar, bir de alış-verişle uğraşanlar yapar, sana yaraşmaz bunlar. Senin büyüklüğüne bütün suçları bağışlamak, görmemek yaraşır. Ben, bu yaptıklarının bir tekini bile, senin bir tanrı olarak, yüceliğine yakıştıramıyorum doğrusu."


Kimi edebiyat tarihçilerine göre, on dördüncü yüzyılda yaşamış bir ozan olan Kaygusuz Abdal, şöyle diyor:

Yücelerden yüce gördüm
Erbabısın sen koca Tanrı
Alem okur kelam ile
Sen okursun hece tanrım

Asi kullar yaratmışsın
Varsun şöyle dursun deyu
Anları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca Tanrı

Kıldan köpri yaratmışsın
Gelsün kullar geçsün deyü
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı


Edip Harabi bir şiirinde Tanrıyı yaratanın insan olduğunu, bütün evreni kaplayan varlıkların Tanrı ile yaratılış bakımından ilgili bulunmadığını söylüyor. Bu düşüncenin özünde tanrının insan dışında, insanın kapladığı yerden ayrı bir ülkesi, yeri yurdu yok görüşü saklıdır. Dizilerinde açıkça tanrıyı yokluktan insan var etti, ona biçim, anlam verdi, bir yapı kazandırdı, insan kılığında ortaya koydu düzenledi denmiştir.

Daha Allah ile cihan yoğ iken
Biz anı var edip ilan eyledik.
Hak'ka hiçbir lâyık mekân yoğ iken
Hanemize aldık mihman eyledik

Kendisinin henüz ismi yok idi
İsmi şöyle dursun cismi yok idi
Hiçbir kıyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik


Divan yazınının ünlü, büyük ozanı Fuzuli de bağnazlıktan yakınırken düşüncelerini apaçık şöyle ifade eder:

"Ey gönül elinde şarap kadahi var, bırak, teşbihe el sürme
Namaz kılanlara uyma, onlarla durma, oturma
Secdeye eğilerek özveri tacını başından düşürme
Abdest suyuyla esenlik uykusunu gözünden kaçırma
Ayak altında kalırsın, sakın, hasır gibi camiye varma
Elinde olmadan gidersen de orada minber gibi çok durma
Müezzini dinleme, içine bulanıklık-karışıklık düşürme.
Vaizden bilgi isteyerek cehennem kapısını açtırma
Kalabalık yığıldı, camiye bir soğukluk-katılık doldu
Kendine gel, sen de camiye gidip soğukluğu çoğaltma
Hatibin söylediğine, bakma, müftünün sözüne inanma
İmamı akıllı sanma, kendini ona verme, güvenme
Ey Fuzûlî. ne uğraşırsın, eksik tapınmada yarar yok
Kendine gel, ikiyüzlülüğü tapınma sayıp aşılığa vardırma..."


Şeyhülislam Yahya Efendi (öl. 1644) kendine göre bir gerçeği şöyle dile getirmiş:

"Camide ikiyüzlüleri bırak, ikiyüzlülük etsinler
Meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü"


Kanuni döneminin ünlü ozanı, padişahla yakınlık kuran, üstelik kazaskerlik gibi en yüksek görev aşamalarından birine yükselen Baki (öl. 1600), "Divan"ında yeralan bir şiirinde şu dizeleri söylemiştir:

"Esenlik veren bir toplantı, kadeh teri. zemzem olmuş.
Meyhaneler Ka'be, meyhanecibaşı da Ka'be yöneticisidir"


Divan şiirinin önde gelen ozanlarından biri sayılan Nailî (öl.1666) bir şiirinde öteki ozanların, bu konudaki, düşüncelerine katılmaktan geri durmamıştır:

"Meyhane konağının kapısı kuru sofulara açılmaz
O bilgi-bolluk aşaması ikiyüzlülük yeri değildir"


Günümüzde hala yaygın olan bir olay da, çalgının günah sayılmasıdır. İslami televizyonlarda şarkılar sadece insan sesiyle okunur, herhangi bir çalgı bulunmaz. Dertli'nin (öl.1845) sıkıntısı da başka bir şey değildir. Şeriat ezgiyi yasaklamıştır; suç saymıştır. Şeriat yanlılarına göre çalgı bir şeytan işidir, çalgı denen aracın içinde görünmeyen şeytan vardır.

Telli sazdır bunun adı
Ne âyet dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytân bunun neresinde

Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Müftü gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde

Dut ağacından teknesi
Kirişten bağlı perdesi
Behey insanın teresi
Şeytan bunun neresinde

Dertli gibi çarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde..


Şeriatın bütün asıp kesmelerine, evreni yaşanılmaz bir ülke durumuna sokmasına karşılık, özgür düşüncenin gelişmesine engel olamamıştır, yeni akımlar boyuna şeriatı ezmiş, yenmiş, ereğine geç de olsa ulaşmıştır. On altıncı yüzyılın Bektaşi ozanlarından Azmi, bu konuda en güzel, en açık örnekleri vermiştir:

Yeri göğü insü cinni yaratan
Sen ey mimar başı eyvancı mısın
Ayı günü çarhı burcu var ettin
Ey mekan sahibi rahşancı mısın

Denizleri yarattın sen kapaksız
Suları yürüttün elsiz ayaksız
Yerleri temelsiz göğü dayaksız
Durdurursun acap iskancı mısın

Kullanırsın kanatsızca rüzgarı
Kürekle mi yaptın sen bu dağları
Ne yapıpta öldürürsün sağları
Can verip alırsın sen cancı mısın

Sekiz cennet yaptın sen Adem için
Adın büyük bağışla anın suçun
Ademi cennetten çıkardın niçün
Buğday nene lazım harmancı mısın

Bir iken bin ettin kendi adını
Görmedim senin gibi iş üstadını
Yeşertirsin kurutursun odunu
Sen bağçevan mısın ormancı mısın

Cibril'e perde altında söylerdin
İnip Beytullah'ta kendin dinlerdin
Bu ateşi cehennemi neylerdin
Hamamın var ya, külhancı mısın

Hafaya çekilip seyrana durdun
Aklı yetmezlerin aklını vurdun
Kıldan ince köprü yaptın da kurdun
Akar suyun mu var, bostancı mısın

Bu kışlara bedel bu yazı yaptın
Evvel bahara karşı güzü yaptın
Mizanı iki göz terazi yaptın
Bakkal mısın yoksa dükkancı mısın

Kazanlarda katranların kaynarmış
Yer altında balıkların oynarmış
On bu dünya kadar ejderhan varmış
Şerbet mi satarsın yılancı mısın

Esirci misin cehenneme koydun Arap
Hoca mısın okur yazarsın kitap
Aslın kitap mıdır görürsün hesap
İntisabın mı var yoksa hancı mısın

Yüzbin cehennemin olsa korkmam birinden
Rahman ismi nazil değil mi senden
Gaffar-üzzünüb'um demedin mi sen
Affet günahımı yalancı mısın

Beni affeylesen düşen mi şandan
Ne dökülür ne eksilir haznenden
Şahlar bile geçer böyle isyandan
Affetsen olmaz mı noksancı mısın

Şanına düşer mi noksan görürsün
Her gönülde oturursun yürürsün
Bunca canı alıp yine verirsin
Götürüp getiren kervancı mısın

Bilirsin ben kulum sen sultanımsın
Kalpte zikrim dilde tercümanımsın
Sen benim canımda can mihmanımsın
Gönlümün yarisin yabancı mısın

Beni delil eder kendin söylersin
İçerden Azmi'yi pazar eylersin
Yücelerden yüce seyran edersin
İşin seyran kendin seyrancı mısın


Ve son olarak, Aşık Veysel:

Bu alemi gören sensin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burda senin

Kainatı sen yarattın
Herşeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar'attın
Cömertliğin nerde senin

Evli misin ergen misin
Eşin yoktur bir sen misin
Çarkı sema nur sen misin
Bu balkıyan nur da senin

Kilisede despot keşiş
İsa Allah'ın oğlu demiş
Meryem Ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin.

Kimden korktun da gizlendin
Çok aradın, çok izlendin.
Göster yüzünü çok nazlandın
Yüzün mahrem ferde senin

Binbir ismin bir cismin var
Oğlun, kızın ne hısmın var
Her bir irenkte resmin var
Nerde baksam orda senin

Türlü türlü dillerin var
Ne acaip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin

Ademi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin

Veysel neden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acaip sır da senin


Alıntı - Kaynak:

http://www.agnostik.org/1223-turk-siirinde-tanriya-kafa-tutanlar.html
Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar; Kaynak Yayınları; Türk Şiiri; İstanbul, 1991, 13.5 x 19.5 cm., 142 sayfa, Türkçe, Karton kapak, ISBN 9753430922.




 
  Bugün 45 ziyaretçi (47 klik) buradaydı  



   

Selam Dünya !..gurup vakti bir aile sitesidir. çorbada tuzu olsun isteyenler, tenkit ve tavsiyeleri için (alt1946@windowslive.com) veya ( mim.sait@hotmail.com ) adreslerine e posta gönderebilirler !.. gurup vakti -Ailenizin Sitesi








Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden